kriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kriz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

03 Aralık 2011

UYGARLIK KRİZİ


Bu bir uygarlık krizidir...

Fikret Başkaya



1. Bu günün burjuva toplumlarının gerisinde, her ikisi de az-çok eşzamanlı olarak XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış iki devrim veya ‘kopuş’ bulunuyor:  İngiliz sanayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi. Bunlardan birincisi kapitalist ekonominin üzerinde yükseldiği teknolojik temeli oluştururken, ikincisi de  politikanın nasıl yapılacağının kurallarını vaz ediyordu. Elbette kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı daha önceye rastlıyor. Genel bir çerçevede, yeni ve orijinal bir üretim tarzı veya uygarlık modeli olan kapitalizmin, Kristof Kolomb’un macerasıyla [1492] başladığını söylemek mümkündür. Başka türlü ifade edersek, kapitalizmin tarihi yaklaşık beş yüz yol kadar gerilere gidiyor.

İngiliz sanayi devrimi geleneksel üretim ve yaşam koşullarını tasfiye edip kapitalizmi dünyanın geri kalanına dayatırken, Fransız devrimi de geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma yöntem ve kurumlarını tasfiye etti. Artık egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, geleneğe ve dine dayalı sistem geçerli olmayacaktı. İnsan haklarına ve ‘genel iradeye’ dayalı bir yönetim tarzı geçerli olacaktı. Geride kalan iki yüzyılı aşkın dönemde, insan haklarını güvence altına almak üzere yürütülen özgürlük ve eşitlik mücadelesiyle, mülk sahibi [sermaye sahibi] sınıfların burjuva egemenliğini dayatma ve sürdürme mücadelesi devam etti. Esasen kapitalizmle demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarının uyuşması zaten mümkün değildir. Zira, sermayenin büyümesi, ancak geniş toplum kesimlerini mülksüzleştirerek, yoksullaştırarak, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksunlaştırarak, proleterleştirerek mümkündür. Dolayısıyla yaşam araçları küçük bir mülk sahibi [sermaye] sınıfının elinde toplandıkça ve aradaki uçurum da zorunlu olarak derinleşmeye devam ettikçe, Fransız Devriminin temel sloganları olan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik [fraternité] içi boşluktan kurtulamazdı ve kurtulamadı. Zaten eşitliğin olmadığı yerde özgürlük, mülk sahibi ve/veya güç ve iktidar sahibi sınıfların özgürlüğüdür. Zira özgürlük, adâlet ve demokrasi, zorunlu olarak eşitliği varsayar. Eğer bir sistem eşitsizlik temeli üzerinde yükseliyor ve kendini ancak eşitsizlikleri daha çok derinleştirerek var edebiliyorsa, orada demokrasiden, özgürlükten, adâletten, insan haklarından söz etmek abestir...

Gerçi kapitalizmin “yaratıcı yıkıcılık” olduğu söylendi [J. Schumpeter ve başkaları] ama sistemin yıkıcılığı her dönemde yaratıcılığına baskındı. Her aşamada yaptığından daha çoğunu yıkarak yola devam edildi ama insanlara yıkılan, yok edilen değil, yapılan gösterildi. İnsanlar daha çok yapılanı görmeyi ‘yeğlediler...’ Velhasıl, burjuva egemenliğinin demokrasi, özgürlük ve insan hakları... söylemiyle meşrulaştırılması geride kalan yaklaşık iki yüzyılın rahatsız edici çelişkisiydi...

2. Kapitalizm, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kriz üretmeye mahkûmdur. Başka türlü söylersek, kapitalizm krizsiz yol alamaz. Zira, kapitalizm koşullarında üretimle tüketim arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Üretim kararları anarşik bir ortamda binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan [müteşebbis] tarafından veriliyor. Her bir kapitalis toplam artı-değerden daha çok pay almak zorunda. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye, sermayesini büyütmeye zorluyor. Belirli bir eşik aşıldığında üretilen mal stoğu satılamıyor ve sistem krize giriyor. Aşırı sermaye birikimi oluşuyor. İşte kriz, bu sermaye fazlasını yok etme işlevi görüyor. Eğer kriz yeterli tasfiyeyi yapamaz ise, savaş devreye giriyor. Dolayısıyla krizler de, savaşlar da kapitalizmde içerilmiş [mündemiç] durumdadır. Bu yüzden kapitalizmin tarihi krizlerin ve savaşların, başka türlü ifade edersek, yıkımın tarihidir... Krizler de iki şekilde tezahür ediyor: Yaklaşık 3-5-7 yıllık aralıklarla ortaya çıkan devrevi krizler ve 20-25-30 yıla yayılan yapısal krizler. XIX. yüzyılda devrevi krizler daha sık ortaya çıkıyordu. Zira o dönemde işçi sınıfı tüketimi köylü üretimine ve aile içi üretime dayanıyordu. Bu durum sürekli bir talep yetersizliği durumu ortaya çıkarıyordu. XX. yüzyılda bir dizi yeni unsurun devreye girmesiyle- işçi sınıfının kapitalist işletmelerin mallarını daha çok tüketmesi, kamu personeli sayısının artmasıyla talebin görece istikrara kavuşması, pazarlama ve reklam endüstrisinin devreye sokulması, tüketici kredileri, vb. devrevi krizlerin hem sayısını azalttı hem de yoğunluğunu küçülttü. Elbette kriz üreten temel dinamik ve eğilimler var oldukca, bütün bunlar kapitalist krizleri ortadan kaldırmak için yeterli olmazdı... 

3. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında kapitalizm üç odak tarafından “uyumlanmaya” zorlandı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfının pazarlık gücü faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla arttı. Reel ücretler yükseldi, sermayeden alınan vergiler dolayısıyla kamu hizmetleri ve sosyal amaçlı harcamalar büyüdü. Bunun anlamı sermayenin kâr oranlarının düşmesiydi. Mâlûm, ücret seviyesi yüksekse kâr oranı düşüktür... İkincisi, sömürge halkları kolonyalizme baş kaldırmışlardı ve bir aktör olarak tarih sahnesinde ilk defa boy gösteriyorlardı. Üçüncüsü de ‘planlı ekonomilerin’ veya Sovyet sisteminin varlığıydı. Bu üçünün yarattığı baskı, sermayeyi ödünler vermeye zorlamıştı. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımın sonucu olan genişleme 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde sınırına ulaştı ve kapitalizm 1974-1975 de yeniden krize girdi ama söz konusu olan sadece bir ‘devrevî kriz‘ değildi. Artık kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti. Neoliberal saldırı sonucu söz konusu üç odak etkisizleştirildi ve sermaye önceki dönemde kaybettiği mevzileri birer birer geri almayı başardı. Reel ücretler düştü, sosyal harcamalar kısıldı, hantal, çevre kirlenmesi yaratan, kapitalist işletmelerin çoğu ‘ucuz işçi cenneti‘ denilen Çevre ülkelere taşındı,  borç faiz ödemeleri, kâr transferleri ve eşit olmayan ticaret sayesinde değer transferi, yani Güneyin yağması derinleştirildi, bizde bir zamanlar KİT denilen Kamuya ait ekonomik işletmeler özelleştirildi, daha sonra özelleştirme tam bir tsünami gibi tüm kamu ve sosyal hizmet alanlarını da [eğitim, sağlık, iletişim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.] kapsar hale geldi... Artık sermayenin bir kâr alanı ve aracına dönüştürmediği hiçbir şey kalmamıştı... Dünyanın her yerinde işçi örgütleri etkisizleştirildi, tabii kâr oranları yükseldi... Gelir dağılımı mülk sahibi [sermaye] sınıflar lehine daha da bozuldu. Yukarda sözünü ettiğimiz tüm bu nedenlerin sonucunda kârlar yükseldi ama bir bütün olarak talep de daraldı. Kapitalist rasyonelliğe uygun olarak yatırılması [değerlenmesi] mümkün olmayan devasa bir “sermaye fazlası” ortaya çıktı. Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle karşı karşıya gelmesidir... İşte finanslaşma ve spekülasyon bu duruma bir çözüm olarak peydahlandı. Bu, parayla para kazanma çılgınlığıydı ama ‘bilimsel’ söylem başka dili konuşuyordu...

Krizin genelleştiği ve tüm ekonomileri etkisi altına aldığı 1974-75 sonrasında sermaye lehine yapılanlar, kâr oranlarını restore etmeyi başarsa da, bunu ekonominin temelini aşındırma pahasına gerçekleştirebildi. Peşi sıra gelen bir dizi finansal krizin ardından, 2007’de sistemin sürdürülebilir olmadığı  ABD’deki subprime kriziyle gözler önüne serildi. Kapitalist devletler sermayenin imdadına yetişti, kamu kaynakları oligopollere [büyük sermaye gruplarına] transfer edildi ve edilmeye devam ediyor...

Söz konusu olan sadece finansal-ekonomik kriz değil

4. Artık kapitalizmin derinleşen krizi, bildik ekonomik krizden ibaret değil, sadece sermayenin dar anlamda kendini yeniden üretmekte zorlanmasıyla ilgili bir durum da söz konusu değil. Kriz sadece ekonomik veçheyle sınırlı olsaydı, kapitalizmin öncekiler gibi bu son krizin de üstesinden gelebileceği söylenebilirdi. Lâkin kriz toplumsal yaşamın tüm veçhelerini kapsar hâle gelmiş durumda... Sadece finansal-ekonomik kriz değil, aynı zamanda ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, gıda maddeleri [beslenme] krizi, insan ilişkileri krizi, politik kriz, kent krizi, eğitim krizi, aile krizi, vb... Velhasıl “krizler”, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsar duruma gelmiş bulunuyor... Netice itibariyle bir uygarlık krizi ki, uygarlık krizi söz konusu olduğunda, geçerli durumu tanımlamak, adlandırmak için uygun kavram veya kelime de artık kriz değil, dekadans olabilir. Bilindiği gibi latince cadere’den türetilmiş bir kavram olan décadence, çöküş başlangıcı anlamındadır. Ekseri Roma İmparatorluğunun uzun zamana yayılmış çöküşüne gönderme yapılıyor. Eğer hastalık bünyenin tamamını sarmışsa, o durumu anlatmak için kriz kelimesi artık yeterli değildir. Zira kriz, genellikle normal durumdan bir sapma, arizî, ekseri geçici ve beklenmedik bir durumu ifade eder. Geçerli denge durumundan bir sapmayı ifade eder ve krizin sonunda eski duruma dönüş imkân dahilindedir. Ortaya çıkan yeni durum décadence kelimesiyle ifade edildiğindeyse, artık onu eski haline [ normal hale] döndürmenin mümkün olmadığı bir durumdan söz ediliyor demektir... Biyolojiden bir metafor yapmak istersek, bunama haline gönderme yapabiliriz. Bunama bir çöküş başlangıcıdır ve geri dönüşü yoktur. Süreç hafifletilebilir, belki belirli sınırlar içinde yavaşlatılabilir ama asla geri döndürülemez... Zira söz konusu olan zamana yayılmış bir çöküştür... Şimdilerde burjuva uygarlığının içine sürüklendiği durumdan çıkış artık mümkün değil. Zira burjuva uygarlığının kendi çelişkilerini aşma yeteneği yok, üstelik insanlığa teklif edeceği bir şey de yok... Zaten uygarlıkların kendi iç çelişkileri sonucu tarih sahnesinden silindikleri bilinen bir gerçektir [Arnold J. Toynbee].

Elbette bunu söylemek ölümün an meselesi olduğunu söylemek değildir. Toplum yaşamı insan yaşamından daha uzundur. Söylemek isteğimiz şu: artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir ve bir belirsizlik durumu söz konusudur. Kesin olan çöküş olmakla birlikte, sürecin nasıl seyredeceği, egemenler cephesiyle, egemenlik altındakilerin, yeryüzünün efendileriyle yeryüzünün lânetlilerinin bu durum karşısında alacakları tavra bağlı olacaktır. Bu süreçten zarar görenler, yaşamı savunmakta ve kurtarmakta çıkarı olanlar, durumun bilincinde olsalar, bilinçli ve örgütlü olsalar, alternatif bir toplum perspektifine sahip olsalardı, dekadans durumu  aşılabilir, araç ve rotası vakitlice değiştirilebilirdi. Zaten dekadans tam da bu durumun yokluğunu ifade ediyor. Yeryüzünün efendilerinin, burjuva aristokrasilerinin dayattığı çürümekte olan düzeni aşma iradesinin yokluğu veya yetersizliği,  dekadansın varlık nedenini oluşturuyor. Ne yazık ki, gönüllü kölelik durumu şimdilik aşılmış değil. İnsanlar hâlâ çürüyen ve çürüten burjuva uyarlığı dahilinde durumlarının iyileşeceğini sanıyor. Hiç değilse öyle düşünenler çoğunlukta... Oysa, acele etmeyi gerektiren bir durum söz konusu... Eğer geç kalınırsa, ekolojik dengenin daha da bozulması kaçınılmaz ki, bunun anlamı canlı yaşamın temelinin hızla aşınmasıdır. Zaten kritik eşiğin aşılıp-aşılmadığı tartışmalı ama henüz aşılmamış bile olsa, bu yolun sonunda aşılması mukadder... Bu kadarını yapan neden sonunu getirmesin?   

İki seçenekten biri...

5. İnsanlığın ve uygarlığın ulaştığı ‘kritik eşik’ ortadayken, ufukta sadece iki seçenek görünüyor: Birincisi, bu günkü eğilimlerin ve süreçlerin devam etmesidir ki, maalesef şimdilik hakim eğilim bu yönde. Bunun sonucu, başta ekolojik yıkım ve sosyal kötülükler olmak üzere, her türden krizin derinleşmesi, müzminleşmesi olabilir. Zira sistemin kendi yarattığı sorunları çözme, krizleri aşma yeteneği yok. Üretimin yönü, tüketim alışkanlığı, yaşama tarzı,  doğaya ve insana bakışın radikal olarak değişmediği koşullarda, aracın beklenmedik, tehlikeli bir rotaya girmesi kaçınılmazdır. Bu da bu gün tahayyül etmekte bile zorlanacağımız XXI. yüzyıl faşizmleri, her türden otoriter rejimler, sıkı yönetimin sıradanlaşması, emekçi sınıflara yönelik katliamların, kıyımların ve şiddetin derinleşmesiyle sonuçlanabilir. Elbette daha kötüsü de ihtimal dışı değildir. Zira, kitle imha silahları çoktan insanlığı ve uygarlığı yok edecek büyüklüğe ulaşmış bulunuyor. Velhasıl, insanlık ve uygarlık kitle imha silahlarının [nükleer kazalar, nükleer savaş riski başta olmak üzere], son dönemde sayıları ve yoğunluğu artan ekolojik felâketlerin, sorun çözme yeteneğinden yoksun rejimlerin girdabında koyu bir barbarlığa sürüklenebilir...

İkinci seçenek, sistemin krizini bir şansa ve olanağa dönüştürmekte çıkarı olan geniş emekçi kitlelerin, yeryüzünün lânetlilerinin sürecin yönünü değiştirmek üzere sahneye çıkmasıdır.  Başka türlü söylersek, sosyal-politik-ideolojik mücadelelerin iflas etmiş geçerli paradigmanın dışında alternatif bir uygarlık projesi ortaya koymasıdır... Eğer bu başarılırsa - ki, imkân dahilindedir- kapitalist olmayan, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, dayanışmayı, doğaya saygıyı, bölüşme ve paylaşma bilincini esas alan, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplum düzenine giden yol aralanabilir. Elbette bu, bugünden yarına gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak uzun bir geçiş döneminden söz edilebilir. Uygarlık krizi derinleştikçe, bu süreçten zarar görenlerin duruma müdahale şansı ve yeteneği de artabilir ama müdahalenin vakitlice yapılması da büyük öneme sahip olmak kaydıyla... Solun şimdilik bir alternatif toplum ve uygarlık projesi olmasa da, dünyanın her yerindeki sisteme yönelik tepkiler, itirazlar, isyanlar, ayaklanmalar, devrimler... alternatifin oluşması yönündeki arayışlara bir temel oluşturuyor diyebiliriz. Geçiş döneminin başlangıcında özgürlükler alanını genişletmek ve özgürlüğü bir retorik olmaktan çıkarmak, bu amaçla yeni yöntemler ve araçlar keşfetmek, sosyal eşitlik ilkesini bir olmazsa olmaz durumuna getirmek, dayanışmayı ete-kemiğe büründürmek, insan-merkezli [ antropocentrist] olmayan bir bilinç oluşturmak, hiyerarşik olmayan, demokratik işleyişi esas alan yatay örgütlenme modelleri geliştirmek, demokrasiyi içselleştirmek, burjuva uygarlığının unutturduğu doğada yaşadığımızı hatırlamak ve gereğini yapmak, uzun geçiş için iyi bir başlangıç olabilir... Tabii inandırıcı, uygulanabilir, güven veren projelerle insanların karşısına çıkmak gerekiyor. Aksi halde solun ekseri yaptığı gibi “biz gelirsek işler yoluna girer” aymazlığının bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Dönüştürücü kapasitenin sürekli yenilenmesi gerekir. Bu da ancak pratik mücadele sayesinde kazanılabilir. Tabii politika yapmanın yeni araç ve yöntemlerinin de keşfedilmesi şartıyla... İtibar edilmemesi gereken bir şey de, geleneksel solun tüm sorunların çözümünü iktidarın ele geçirilmesi anına erteleme aymazlığıdır. Değiştirme ve dönüştürme, yeniyi yaratma, belirli sınırlar içinde kapitalist düzen dahilinde de pekâlâ mümkündür. Eskinin içinde yeniyi yaratmaya gerçekten bir engel var mı? Bu da, kapitalizmen çıkışın bu günden başlatılmasının mümkün ve gerekli olması demektir...

İşte size bir örnek...

6. Şimdilerde insanlık, sürekli olarak derinleşen, çeşitlenen ve birbirlerini azdıran bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda. Gıda krizi bunların özel bir öneme sahip olanı, zira insan yaşamını doğrudan angaje ediyor. Neoliberal küreselleşme çağında insan haklarından çok söz ediliyor. Beslenme, karnını doyurma hakkı insan haklarına dahil değil mi? Görünen o ki, bu bir temel hak sayılmıyor... Aksi halde her beş saniyede on yaşın altında bir çocuk açlıktan ölmezdi... Bir milyar insan da açıkça açlık sınırında yaşamazdı... Öyleyse neden insanlar açlıktan ölüyor? Yeteri kadar yiyecek maddesi üretilemediği için mi? Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü [ FAO], dünya tarımının 12 milyar insanı besleyebileceğini ileri sürüyor. Ve dünyada her 7 kişiden biri açlıkla cebelleşiyor! Neden? Nedeni çok açık, emperyalist ülkeler tarımsal dumping uygulayarak, dünyanın geri kalanındaki [Güneydeki] tarımsal temeli çökertiyorlar. Bu ülkeler geçtiğimiz yıl kendi tarımlarına [ üretim ve ihracat aşamasında] tam 345 milyar dolar sübvansiyon yaptılar. Bu sübvansiyonlu tarım ürünleri [besin maddeleri] Afrika’da ya da başka bir Güney ülkesinde nasıl bir manzara ortaya çıkarıyor? Bu Avrupa-Amerika kökenli besin maddelerinin yerli üretim maliyetlerinin üçtü biri fiyattan satılması demektir. Yerli tarım bu saldırı karşısında varlığını sürdürebilir mi? Afrika’daki açlığın birinci nedeni bu. İkincisi, sanki doğrudan kolonyalizm dönemine geri dönülmüş gibi, Afrika toprakları çokuluslu tekeller, oligopoller ve Güney Kore gibi devletler tarafından ya satın alınıyor ya da 99 yıllığına kiralanıyor ve insanlar topraklarından kovuluyor... Geçen yıl 41 milyon hektar verimli toprağın satıldığı veya kiralandığı söyleniyor... Aç ve çaresiz insanlar can havliyle Kuzey’e geçmeye tevessül ettiklerinde karşılarında silahlı güçleri, askerleri, polisleri buluyorlar... Topraklarından kovulan bu insanların “barınabileceği” yegane yer kentlerin gecekondu bölgeleri. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları 2009 yılı sonunda 2100 milyar dolardı ve ihracattan sağladıkları gelirin nerdeyse tamamı faiz ödemelerine gitti... Tunus’ta devrim öncesinde ekmek fiyatı üç kat artmıştı... Gıda maddeleri fiyatlarının yükselmesinin gerisinde sadece büyük hububat üreticisi ülkelerde [ Rusya, Avusturalya] meydana gelen kuraklık yoktu. Bu nedenlerden biriydi sadece ve asıl neden de değildi. Asıl iki neden, gıda maddeleri üzerinde sürdürülen spekülasyon ve biyo-yakıt [ agrocarburants] üretimiydi. Spekülatörler finansal kriz günlerinde gıda fiyatlarını %37 oranında yükselttiler. Geçen yıl sadece Amerikalılar 144 milyon ton mısırdan ve bir kaç yüz milyon ton buğdaydan biyo-dizel ve biyo- etanol ürettiler. 2010 yılında ABD’de hububat üretiminin %35’i biyo-yakıt üretmek için kullanıldı ki, dünya hububat üretiminin %14’üne eşit... Bu, gıda maddesini yakmaktan başka nedir? Eğer bunlar her 5 saniyede bir çocukun açlıktan öldüğü, her 7 kişiden biri açlığa mahkûm edildiği bir dünyada yapılıyorsa, hangi insan haklarından söz ediliyordur?

Gıda maddeleri mülk sahibi sınıfların elinde bir meta, bir kâr ve spekülasyon aracı olmaya devam ettikçe, sermayenin çıkarı  insanların temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesinden ve yaşamdan daha önemli sayıldıkça, açların sayısının artmasıyla, egemen sınıfların sürdürülebilir kalkınma ve demokrasi söylemi birlikte varolmaya devam edecektir...

7. Kapitalizm, iki eğilime göre işliyor: Birincisi, mülk sahibi sınıflarla mülksüzleştirilmiş sınıflar arasındaki farkı her seferinde daha çok büyütüyor, derinleştiriyor; İkincisi, sermaye sınıfı içinde de rantiye sermayesinin, finans sermayesinin el koyduğu kaynağı büyütüyor. Bunun anlamı, sistemin ‘denge durumundan’ uzaklaşması, başka türlü ifade edersek, krizin kaçınılmaz olmasıdır. Mülkiyet sorun edilmeden, öyle bir sorun yokmuş gibi yapılarak, üzerinden atlayarak olup-bitenleri kavramak mümkün değildir. Geçerli düşünce sisteminde mülkiyet bir tabudur, dolayısıyla ‘yasaklanmış, korunmuş’ alandaki bir şeydir. Bu da mülkiyet kavramının bulanıklaştırılmasıyla sağlanıyor. Sırtımdaki ceket, üzerinde oturduğum sandalye, cebinizdeki çakı, bir çiftçinin küçük toprağı, bir çift öküzü veya traktörü, kap-kacakla... bir çok devletin sahip olduğundan daha çok servete sahip olan bir kapitalistin sahip olduğu üretim araçları sanki aynı şeymiş gibi bir algı yaratılmış durumda... Oysa, yaşam için gerekli olan şeyler mülkiyet tanımına dahil edilemez.  Mülkiyet başkasının emeğinin ürününe el koymaya, sömürüye imkân veren araçlara sahip olmaktır... Mülkiyetin kutsandığı, üstelik bir tabu mertebesine yükseltildiği bir dünyada, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten söz etmek insanlarla alay etmek değil midir? Sosyal eşitliğin olmadığı yerde adaletten söz etmek tam bir ikiyüzlülük değil midir? Deniyor ki, senin özgürlüğün, benim özgürlüğümün bittiği yerde başlar! Üçyüz bin dönüm verimli toprağa sahip olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter, üçyüz metre kare toprağı olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter? Dünyanın en zengin ‘işbitirici’ kapitalisti Meksikalı Carlos Slim Helu’nun 74 milyar dolarlık serveti var. İyi de sadece 74 doları olanın özgürlüğü nerede başlayıp nerede bitiyor dersiniz? Zenginlik demek aynı zamanda güç ve iktidar demektir ve mülkiyetin sorun edilmediği yerde, bir dizi insânî ilkeyi dillendirmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir, dolayısıyla bir kıymet-i harbiyesi de yoktur... Demek ki, işe, şeyleri adlarıyla çağırarak ve şeylere dair gerçeği söyleyerek başlamamız gerekiyor...  


29 Eylül 2009

Kapitalizmi 'krizden kurtarmak değil, kapitalizmden kurtulmak...

Kapitalizmi ‘krizden’ kurtarmak değil,
kapitalizmden kurtulmak...

Fikret Başkaya*

Geride kalan haftalarda sel onlarca insanı alıp-götürdü, evler, köprüler yıkıldı, işyerleri tahrip oldu, ekili alanlar ve mahsuller zarar gördü, suya zehirli kimyasallar karıştı... Doğal âfet dendi, ihmal dendi, dere yatağına ev mi yapılır, bu ‘derenin intikamıdır’ dendi, sorumlular hesap versin dendi, ‘muhalif’ olduğu sanılan siyasetçiler hükümeti suçladı, bu arada kendi etiğine ve varlık nedenine külliyen yabancılaşmış, felaketi sansasyona çevirmeyi marifet sayan medyaya da iş çıktı... Elbette her zaman olduğu gibi ‘konunun uzmanları’ da konuştular-yazdılar ama konuşmalarda-yazılarda kapitalizm kelimesi geçmedi... Kimse ‘bu sosyal bir felakettir, gerisinde kapitalist sömürü, yağma ve talan var’ demedi... Eğer öyle diyecek olsalar ‘konunun uzmanı’ sayılıp, ‘değerli görüşlerini’ sizinle paylaşmaları mümkün olur muydu?

Rahatsız edici bir şey de, bunun sanki bir ilkmiş gibi sunulmasıydı... Eğer sorunun kaynağına inilmiş, gerektiği gibi tartışılmış, vaktiyle adıyla çağrılmış olsaydı, bu felaketin öncekilerin daha büyük ölçekte tekrarı olduğu anlaşılırdı. Yedi emekçi kadın ‘tek kapılı’ servis aracında can verdi. Daha önce başka kadınlar da çalıştıkları fabrika’da, işyerlerinde diri diri yanmışlar, ekmek parası kazanırken hayatlarından olmuşlardı... Son dönemde sayıları ve kapsamları hızla artan ‘felâketlerin’ gerisinde iklim değişikliği, atmosferin ısınması denilen var. İklim değişikliğinin gerisinde de kapitalizm var. Aslında söz konusu olan ‘doğal felâket’ değil, sosyal felâket... Sel, su baskınları, fırtına, kasırga, kuraklık, vb. elbette doğal nedenlere dayanıyor. Her zaman vardı ve olmaya devam edecek ama kapitalizmin tarih sahnesine çıkıp herşeyi kendi mantığına bağımlı hale getirip dejenere ettiği dönemde, özellikle de son 50 – 60 yılda doğal felâketler de artık doğal felâket olmaktan çıktı... Şimdilerde söz konusu olanın gerisinde kapitalizm ve onun kör mantığı yatıyor. İnsanları 15 milyonluk kentlerde toplayan da, dere yataklarına ev ve fabrika kurduran da, işçileri diri diri yakan da kapitalizm. Velhasıl kapitalizm öldürüyor...

Kapitalizm başka türlü yapamaz

Kapitalizm koşullarında üretim, insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil kâr etmek, kârı büyütmek için yapılıyor. İnsan ihtiyaçlarının tahmin edilmesi, kâr etmenin bir türevidir sadece. Her kapitalist daha çok kâr etmek ve her seferinde daha çok üretmek, elde ettiği artı-değeri [kârı] yeniden yatırmak, sermayeye dönüştürmek, sermayesini büyütmek, ileriye doğru kaçmak zorundadır. Canlı olanı ölü şeyler, nesneler haline getirmek zorundadır... Her bir tekil kapitalistin ayakta kalabilmek için vahşi rekâbet ortamında daha ucuza üretmesi gerekiyor. Artı değeri yaratan da canlı emek [işçi] olduğuna göre, işçiyi daha çok sömürmesi, doğal çevreyi daha çok yağmalaması gerekiyor. Kapitalistin gözünde insan üretim sürecine sokulan diğer araçlar [makina, bina, ham ve ara-malı, vb.] gibi bir şeydir... Onu insan olarak görmez, görmesi mümkün değildir. Görseydi kapitalist olmazdı...

Kapitalizmin bir başka özelliği de ahlak dışı [amoral] oluşudur. Daha fazla üretmek, daha ucuza üretmek de, ancak daha fazla tüketildiğinde mümkündür ve daha fazla üretim, daha fazla tüketim de, daha fazla tahrip etmek, kirletmek, yok etmek demektir. Oysa doğanın kaynakları da her şey gibi sonludur. Doğadan alınan ve atık olarak doğaya dönen belirli bir sınırı geçtiğinde, doğanın kendini yenilemesi imkânsız hale geliyor. Doğanın dengesi bozuluyor ve belirli bir eşik aşıldığında doğal ve sosyal sorunlar birbirini besler- azdırır hale geliyor. Nitekim 1960 yılında insanlık doğanın biyolojik kapasitesinin yarısını kullanırken, 2003 yılında artık söz konusu kapasitenin %20 fazlasını [1.2’sini] kullanıyordu. Bunun anlamı, insanlığın gezegenin ürettiği ekolojik kaynaklardan fazlasını tükettiğidir. Doğanın kendini yenilemesine zaman bırakmamak demektir. Aslında iklim değişikliği, atmosferin ısınması, ekosistemin kirlenmesinden-bozulmasından ve biyolojik çeşitliğin hızla yok olmasından bağımsız değil. Atmosfere atılan ve sera etkisi yaratan gazlarının %20’si ormansızlaşmadan kaynaklanıyor.

İşte şimdilerde ortaya çıkan insanlık krizi, kapitalizmin bu kör mantığının ve işleyişinin sonucu. Velhasıl doğal ile sosyal [‘insânî ] kökenli sorunlar her seferinde daha büyük ölçekte tezahür ediyor. Kapitalist büyüme ki, sermayenin büyümesi denmesi gerekirken ekonomik büyüme deniyor, sorunları giderek büyütüyor ama sorunların daha çok ekonomik büyümeyle aşılacağına dair de sefil bir anlayış hâkim. Bir ulusal ekonomi yılda ortalama %3 oranında büyürse, GSMH denilen 23 yılda ikiye katlanıyor, yılda ortalama %5 oranında büyürse 14 yılda ikiye katlanıyor... Sadece büyümeye, daha çok büyümeye endekslenmiş bir gidişat nereye çıkar ve ne anlama gelir?.. Emperyalist ülkelerin [ABD, Almanya, İngiltere, Japonya, Fransa...] hâlâ büyümeye ihtiyaçları var mı? Şimdilerde Güney denilen ‘Üçüncü Dünya Ülkeleri’ de onları taklit etmeli mi? Taklit edebilirler mi, eğer edebilirlerse nasıl bir manzara ortaya çıkar? Ormansızlaşma, çölleşme, sera gazı emisyonu, her tarafın otoyola çevrilip - astvaltlanması, her tarafı otomobillerin kaplaması, türlerin yok olması, çevrenin kirlenmesi... daha nereye kadar?

Kapitalist yaptığının insânî, sosyal ve ekolojik sonuçlarıyla ilgili değildir. İlgilenmesi mümkün değildir, aksı halde kapitalist olmazdı... Kapitalist, doğayı sınırsız yağmalanır, insanı sınırsız sömürülür birer kaynak olarak görür, görmek zorundadır... Bu vesileyle ünlü Akreple Kurbağa masalını hatırlamak yaralı olabilir: Akrep, Kurbağa’ya sırtında nehri geçirmesini ister. Kurbağa önce reddeder. ‘seni sırtıma alayım sonra da beni sok... yok öyle şey...’ der. Fakat, akrebin ısrarı karşısında dayanamayıp sonunda kabul eder. Akrebi sırtına bindirip nehre dalar. Tam nehrin ortasına vardıklarında akrep kurbağayı sokar. Kurbağa başını çevirip, “niye yaptın, ikimizi birden niye öldürüyorsun” dediğinde, akrep, ‘başka türlü yapamazdım, bu benim tabiatım’ der. Aslında kapitalizm de başka türlü yapamaz...

Geçtiğimiz Haziran [2009] ayında BM’nin ‘felaketler riskinin azaltılmasına’ dair raporu, çevre bozulması, atmosferin ısınması, anarşik kentleşmenin dünyanın bazı bölgelerinde felâket riskinin nasıl artırmakta olduğuna dair fikir veriyor: 1975-2008 aralığında 8866 doğal felâket sonucu 2 milyon 284 bin insan hayatını kaybetmiş. Son 30 yılda fırtına ve su baskınlarından zarar gören insan sayısı da 740 milyondan 2.5 milyara yükselmiş. Sadece geçen yıl 300 doğal felakette 236 bin insan hayatını kaybetmiş, 200 milyon insan da doğrudan etkilenmiş... Ölenlerin ve zarar görenlerin daha çok yoksul ülkelerin yoksulları olduğunu söylemeye herhalde gerek yoktur... İklim değişikliğinin ortaya çıkardığı ekolojik ve ekonomik sorunlar yüzünden ölenlerin sayısı hızla artıyor. Dünya’da doğal felaket denilenin sonucu daha şimdiden yılda 300 bin insan hayatını kaybediyor ve bunun yarıdan fazlası açlıktan ve ‘kötü beslenmeden’, kaynaklanıyor. İklim değişikliği, atmosferin ısınması, hastalıkların yayılmasını hızlandırıyor. Halen 10 milyon yeni sıtma vakası tespit edildiği, bunların 3 milyonunun bir yılda öldüğü bildiriliyor. İklim değişikliği sonucu hava sıcaklığının artması, tarımsal üretimi, suya erişimi zorlaştırıyor ve açlığı, yoksulluğu ve sefaleti derinleştiriyor. Fırtına, kasırga ve sel doğrudan 325 milyon insanı etkiliyor ki, bu dünya nüfusunun yirmide biri demek.

Bu yazı yazılırken Filipinleri vuran Ketsana tropik fırtınasında 100 den fazla insanın öldüğü, onlarcasının ‘kaybolduğu’ ve yüz binlercesinin etkilendiği bildiriliyordu... Sorunun asıl kaynağında emperyalist ülkelerin aşırı üretimi, şımarık tüketimi var ve asıl felaket kapitalizmin kendisi ama onlar suçu ‘Üçüncü Dünya’nın yoksullarına atıyor. Emperyalist dünya’da kişi başına kullanılan ortalama enerji, Üçüncü Dünya’dakinin 11 katı olduğu bilindiği halde... Doğaya karışan karbon gazlarının %24’i ABD’den %10’u da AB’den kaynaklandığı halde... Şimdilerde yağma ve talanı ‘görünmez’ kılmak için kapitalizmi yeşile boyama modası gündemde. Sürdürülebilir Kalkınma söylemi ahmakları aldatmak için peydahlandı. Eski olanı yeniymiş gibi sunma işlevi görüyor. Kalkınma diye bir şey mi var da, önüne sürdürülebilir sıfatı ekleniyor? Kapitalizm kâr etmek için kirletiyor, bozuyor, yok ediyor. Sonra sıra kâr etmek için temizlemeye geliyor.

Kural kirletirken de temizlerken de, bozarken de tamir ederken de hep aynı: kâr etmek. Kapitalist patron şehrin içme suyunu kâr etmek için kirletir, aksi halde ilave harcamalar yapması gerekir ki, bu kâr oranını düşürür. Sonra da şehrin içme suyunu ‘temizleyerek’ kâr eder. Sürdürülebilir kalkınma söylemi en iyi koşullarda: “ilerde daha fazla kirletmek için şimdi biraz az kirlet” demeye gelebilir ama bu mümkün değil. Küresel plütokrasinin sloganı şöyle: kapitalizmi kurtarmak için gezegeni ve insanlığı feda et... Doğrusu, insanlığı ve gezegeni kurtarmak için kapitalizmi öldür... olabilir. ‘Bu terazi bu sikleti çekmez, üretim kısılmalı, üretimin kompozisyonu değişmeli, tüketim çılgınlığına son verilmeli’ dediğinizde, cevap: ‘tam tersine bu sorunlar üretimi artırarak aşılabilir... oluyor. Karşınıza hemen bilim ve teknoloji taifesiyle, bu dünyanın gerçekliğine külliyen yabancılaşmış, bilimi kendinden menkûl, yangına körükle gitmeyi adet edinmiş ‘ekonomi bilimi’ ulemasını çıkarıyorlar.

Sakızcı, simitçi, oyuncakçı, çiçekçi...

Kapitalist krizden çıkmak için ‘dahiyane’ kampanyalar geliştiriyorlar. Önce “Kriz varsa çaresi de var” kampanyası, şimdilerde de ‘alın verin ekonomiye can verin’ kampanyası... Doğrusu şu reklâmcıların muhayyile gücüne ve yaratıcılığına hayran olmamak mümkün değil... İnsanın, ‘bu kadar yaratıcılık ancak reklâmcıda olur’ diyesi geliyor. Tabii buradan bir şey daha öğreniyoruz: meğer krizden çıkışın yolu reklâmcıdan geçiyormuş... Reklamcılar ‘ekonomi aleminin’ duayenlerini aktör ve aktris olarak kullanmış. Biri ekonomi profesörü ve sakız satıyor: “ Bu sakız her türlü ekonomik krizi sakinleştirir” diyor. Nobel ödül jürisine duyurulur... İkincisi, emekli bankacı, simit satıyor: “Sıcacık paranın dolaştığı canlı bir ekonomi için sıcacık bir simit alın” diyor; Üçüncüsü de emekli bankacı, oyuncak satıyor: “Bu oyuncak sadece çocukları değil, ekonomiyi de sevindirir” diyor; nihayet, dördüncüsü ekonomi yorumcusu bir bayan gazeteci, çiçek satıyor: “ Gül gibi bir ekonomi için siz de çiçek alın” diyor. Her biri satış işlemi gerçekleştikten sonra neler olabileceğini, ileriye ve geriye doğru doğru [en amont et en aval] nasıl kümülatif bir genişleme ortaya çıkacağını da ‘veciz’ bir şekilde anlatıyorlar... İşte ‘uzman’ böyle zamanlar için gerekli... Lâkin sadece Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak yetmez, bu kampanyanın küreselleştirilmesi pek faydalı olur... Ulusal egoizmin âlemi yok... Reklâmın dilinde dikkat çeken bir husus da, ‘ekonominin’ irade sahibi bir varlık olarak görülmesi... Öyle bir ekonomi ki, seviniyor, sakinleşiyor... Kapitalizmle çiçek arasında ilişki kurmak gibi bir garâbet de var tabii... Bu durum entellektüel düzey hakkında da bir fikir vermiyor mu? Kapitalizmle çiçeğin yan yana getirilmesi abes değil mi? Sadede gelirsek, sakızcıya, simitçiye, oyuncakçıya, çiçekçiye bakarak, ekonomi bilimi denilip üniversitelerde okutulanın sefil halleri hakkında fikir edinebilirsiniz...

Kapitalizm krizde olmadığı zamanda da yoksulluk ve sefalet üreten bir makinadır. Başka türlü yapamaz... Kriz dönemlerinde durum daha da kötüleşir. Fakat bizim sakızcı, simitçi, oyuncakçı ve çiçekçi esnafı hesabı yanlış yapıyor: sanıyorlar ki, hitabettikleri kitle harcamaktan kaçıyor. Eskilerin deyimiyle iddihar ediyor... Kim bilir, belki yaklaşık dört kişiden birinin işsiz olduğu, milyonlarca insanın asgari ücretin altında, ekseri sigortasız ve işgüvenliğinin mevzubahis olmadığı koşullarda çalıştığı, her an işini de kaybetme korkusuyla ‘yaşadığı’, gelir dağılımının ancak skandal kelimesiyle ifade edilebilir olduğu bir ülkede yaşadıklarından habersizdirler... Bu ‘esnaf taifesi’ insanlarla alay etmiyorsa ne yapmak istiyor? Eğer tutarlı olmak istiyorlarsa, kime hitap edeceklerini de bilmeleri gerekirdi. Simit, oyuncak ve sakız müşterilerine değil de, lüks otomobil, yat, helikopter, cip, havuzlu 550 metre kare ev, mücevher, yurt dışı gezileri, v.b... satın alabilir durumda olanlara hitap etmeleri akla daha uygundur ama onlar nasıl hareket edeceklerini, neyi, ne zaman satın alacaklarını çok iyi bilirler. Reklâmcıların tavsiyelerine ihtiyaçları yoktur.

O hâlda büyük sermayenin bu çığırtkanlarının yaptıkları ne anlama geliyor? Neden bu zahmete katlanıyorlar? Acaba bu reklam karşılığında aldıkları parayı hemen harcayarak, sözünü ettikleri kümülatif genişlemeyi yaratabilirler mi dersiniz? Belli ki ortada harcanması gereken ve harcanmasında hepsinin çıkarı olan bir para var ve reklâm o amaç için kurgulanmış... Aksi halde yaptıklarının hiçbir, mantıkî, etik, pratik değeri ve gerçek dünyada reel bir karşılığı yok... Şeyleri adıyla çağırmadığınız zaman yalan söylemiş olursunuz ve insanların yalandan başka şeylere ihtiyacı var. Sorun rica ile çözülür mahiyette değil, doğrudan sınıfsal çıkarları, kapitalizmin mantığını angaje ediyor. Kaldı ki krizden çıkmak da çözüm değil... Bu insanların ‘krizsiz kapitalizme’ razı oldukları anlamına gelir ve kapitalizmin krizlisiyle krizsizi arasında kayda değer bir fark yoktur... Bunu düşünme yeteneği dumura uğramış burjuva iktisatçıları bilmez ama kapitalist sömürüye maruz işçiler, işsizler, dışlanmışlar ve yeryüzünün lânetlileri bilir...

Kapitalizmden çıkmak...

Ekonomik, sosyal, ekolojik, etik velhasıl insanlık krizi bu rotada devam ederse, vakitlice aracın yönü değiştirilmezse, insanlığın da bir geleceği olmayabilir. Kapitalizmin beş yüzyıllık tarihi insanlığı uçurumun eşiğine getirmiş durumda. İlerlemeci, modernleşmeci, kalkınmacı paradigma iflas etmiş bulunuyor. Bu aşamadan sonra ölüyü, giydirip-kuşandırıp koltuğa oturtarak diriymiş gibi göstermenin bir âlemi ve kıymet-i harbiyesi yok. Dünyanın yoksullarına, yeryüzünün lânetlilerine gösterilen yolun sonu yok. Dünyanın geri kalanının da emperyalist ülkeler gibi ‘zengin’ olması mümkün değil. Kaldı ki, insanlığın yeni bir zenginlik tanımına, daha doğrusu zenginlik diye bir kelimenin sözlüklerde yer almadığı bir dünya yaratmaya ihtiyacı var. Sürekli toplumsal sorunlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, yaşamı anlamsızlaştıran kapitalist barbarlığın artık ‘büyük insanlığa’ teklif edeceği bir şeyi yok. Öyleyse ve vakitlice aracı, aracın direksiyonundakini ve aracın istikametini değiştirmekten başka seçenek yok ve bu imkânsız değil... Velhasıl sorun kapitalizmi kurtarmakla değil, kapitalizmden kurtulmakla ilgili ...