İstanbul
Üniversitesi Felsefe Bölümü bünyesinde 5 Mayıs 2016 tarihinde “Doğan Özlem:
Felsefede Elli Yıl” başlıklı bir sempozyum düzenlenecektir. Bu sempozyum,
Türkiye’de felsefeye önemli katkılarda bulunmuş olan Prof. Dr. Doğan Özlem’in
felsefi çalışmalarını çeşitli yönleriyle ele almayı ve değerlendirmeyi
amaçlamaktadır.
Sempozyuma bildirileriyle katılacak kişiler arasında şu isimler yer
almaktadır: Mehmet
Akkaya, Mehmet Atay, Prof. Dr. Mehmet
Bayrakdar,Prof. Dr. Ayhan Bıçak,Metin Cengiz,Prof. Dr. Cengiz
Çakmak, Prof. Dr. Kadir Çüçen, Prof.
Dr. Ayşe Durakbaşa,Prof. Dr. Hasan
Bülent Gözkan, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Günay, Doğan Hızlan, Prof. Dr. Ahmet
İnam,Yrd. Doç.Dr. Levent Kavas,Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, Prof. Dr. İlber
Ortaylı, Doç. Dr. Sema Önal, Doç.
Dr. Güncel Önkal,Prof. Dr Örsan Öymen,Prof. Dr. Nebil Reyhani, Prof. Dr. Ömer Naci Soykan, Doç. Dr. Hasan Şen, Doç. Dr.
Ali Utku.
İstanbul
Üniversitesi, Avrasya Enstitüsü,Seyyid Hasan Paşa Medresesi Konferans
Salonunda, 5 Mayıs 2016 tarihinde, 10:00-17:00 saatleri arasında yapılacak
sempozyum,ilgi duyan herkese açık ve
ücretsizdir.
Suudi Arabistan, anayasası bile olmayan bir
mutlak monarşidir ki, dünyada nesli tükenmekte olan dört mutlak monarşiden
biridir. Diğer üçü: Brunei, Oman Sultanlığı ve Swaziland'dır.Velhasıl Orta-Çağ kalıntısı bir devlettir.
Göstermelik de olsa bir parlamentosu bile yoktur. Suudi Arabistan bir ulus adı
değil bir aile adıdır. Suud Ailesine
ait olan anlamındadır.Ona o adı takan
da, Kral Abdül-Aziz İbn-i Suud'dur... Velhasıl,"bundan sonra buranın
adıböyle olacak"demiştir ve olmuştur... Aslında "Hasan'ın yeri" demek gibi bir şey...
Özgürlük, sosyal eşitlik, laiklik, demokrasi, sekülarizm, sosyalizm, komünizm
gibi kelimeler Suudlar ülkesinin sınırlarına bile yaklaşamaz. Aksi halde
karanlıkçı-bağnaz krallığın "büyüsü bozulur", varlık nedeni ortadan
kalkardı...
Bu dünyadaSuudi Arabistan, kadınlara zulmetme konusunda açık ara birincidir. Suudi
Krallığında sadece çağdaş kavramların değil, kadınların da esamesi okunmaz.
Orada kadının adı yoktur... Kadına yönelik ayrımcılık kurumsaldır ve kadınlar
kendilerini koruma araçlarından mahrumdurl. Mesela bir kadın tek başına
hastaneye kabul edilmez, kocasından habersiz bir yere gidemez, araba kullanması
yasaktır. Bir yere ancak bir erkek eşliğinde gidebilir ki, o erkek ya kocası,
ya babası, ya da erkek kardeşi olabilir... 2002 yılında Mekke'deki bir yatılı
kız okulunda yangın çıkmıştı. İtfaiyeyle aynı anda yangın mahalline gelen
krallığın din polisi Mutava , sabahın o saatinde kızların giyiminin "uygun
olmadığı", ve onlara eşlik edecek erkek de olmadığı gerekçesiyle kızların
tahliyesine izin vermemiş, 15 kız öğrenci yanarak can vermiş, 50 kadarı da
yaralanmıştı... Batı medyası bu utanç verici durumu, bu insanlık suçunu sorun
etmedi... Neden mi? ABD'nin "ulusal çıkarının" ve bir bütün olarak
emperyalizmin 'yüksek menfaatlerinin' bir gereği olarak...
“Dinde her şey kurallara
göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller vardır. Bu formüller
dogmalardan beslenirler.”
AFŞAR TİMUÇİN
Bazen
içiçe bazen yanyana bazen karşı karşıya konulan ve genelde uyumlu kardeşler
gibi gösterilen bu iki alan, felsefe ve din, dünyanın her yerinde sesli sessiz
bir çekişme içindeler. Her ikisi de çok yerde kaba siyasetlerin kullandığı
alanlar olarak kalıyorlar. Bu iki alana bilgece dürüstçe yönelenlerinse sesleri
pek çıkmıyor. Her iki alanla ilgili bilgilerimiz ve sezgilerimiz yeterli mi?
Bunu tartışmıyoruz bile. Felsefenin üstüne dinle gitmek, dinin üstüne
felsefeyle saldırmak eski alışkanlıklarımızdandır. Bir takım çıkarcı
bilgisizlerin din bilgini kesildiği, bir takım kendini bilmezlerin Kant Marx
Heidegger diye ileri geri sözde felsefe konuştuğu bir dünyada her iki alan da
yara alıyor. Bazı yetersizler ellerine geçirdikleri yazım kılavuzunun ışığında
bol virgüllü karanlık yazılar yazmaya kalkarken din konularına ve felsefe
konularına da giriveriyorlar.
Dinle
ve felsefeyle uzmanlık düzeyinde uğraşanların yetersizlikleri de bu noktada
belirleyici değil mi? Özellikle televizyonda görüşler bildiren ilahiyat kökenli
“felsefe”cilerin hem din hem felsefe adına söyledikleri içimizi acıtıyor. Din
çevreleri açık ya da örtülü biçimde dinin kurallarına göre evcilleştirilmiş bir
felsefeden yana çıkıyorlar, böyle egemen bir felsefenin düşlerini görüyorlar. Böyle
bir felsefe geçerli olursa düşünmek inanmakla bir olacaktır. Zihin sağlığı
yerinde insanlar yetiştirebilmek için kavramların doğru içeriklerine ulaşmamız,
bu arada dinin ve felsefenin ne olup ne olmadığını görmemiz gerekiyor. Bu da
öncelikle bu iki alanın birbirine karıştırılmamasını gerekli kılar. Dinle
felsefe aynı şeydir diyecek kadar işi düşürmüş olanların oyunlarını bozmak
zamanıdır. Felsefeyi felsefe olmaktan çıkarmak isteyenlere dur diyebilmek
önemlidir.
Dinde
her şey kurallara göredir, onda her zaman uyulması gereken kesin formüller
vardır. Bu formüller dogmalardan beslenirler. Din deyince aklımıza öncelikle
inanç kalıpları yani dogmalar gelir. Dinin buyruğunda bir felsefe ister istemez
dogmalara boyun eğecektir. “Dogmalara dayalı bir felsefe” felsefenin özüne
aykırıdır. Felsefe dogmalaştığı yerde felsefe olmaktan çıkar. Din evcildir,
yumuşak başlıdır, kendi dışına sert de baksa kendi içinde uzlaşmacıdır. Uyarsız
saydığını dışlamaya eğilimlidir. Felsefe yırtıcıdır, kalıpları kırmak ister.
İyileşmez biçimde yenilikçidir. Dönüşen dünyayla dönüşür ve dönüşen dünyayı
dönüştürmeyi amaçlar. Bu yüzden din ve felsefe benzeşmezler. Biri benimsenmiş
olanın içinde özenle bir şeyler arar gibi yapar, öbürü her zaman olanın ötesine
taşmak ister: bu sürekli bir kendini aşma durumudur. Felsefe durmadan kendini
yenileyen, sık sık kendine yabancılaşan bir etkinliktir. Dinin yeniyle işi
yoktur: önemli olan özden ayrılmamaktır, onda kendini yinelemek önemlidir.
Dinde felsefi bakış açısına yaklaştığımız ölçüde yolu şaşırma tehlikesiyle
karşılaşırız.
Atalay Girgin, Aşk Mavidir Öğretmenim’de çürümeye dikkat çekiyor.
Kitap, Karaman’da şeytanlaştırılan öğretmenin sistemden bağımsız olmadığını da
ortaya koyuyor.
Serbay Mansuroğlu serbaymansur@birgun.net Okul, öğrenci, öğretmen ve
sendika ekseninde toplumsal alanda yaşanan dönüşümü ve bu dönüşüm çerçevesindeki
ilişkileri konu alan Aşk Mavidir Öğretmenim kısa süre önce raflarda yerini
aldı. Kitabın yazarı Atalay Girgin ile kitabı ve eğitim dünyasını konuştuk. Girgin yıllar önce yazdığı Lağımpaşalı kitabı
nedeniyle aynı zamanda kısa süre önce Cumhurbaşkanı’na hakaretten hakkında
soruşturma başlatıldı ve ön rapor kapsamında sürgün edildi. Girgin'in
anlattıkları Karaman'da 45 öğrenciye tecavüzle suçlanan öğretmenin çürüyen bir
sistemden bağımsız olmadığını ortaya koyuyor.
Aşk Mavidir Öğretmenim
kitabı sizin yedinci kitabınız. Kitapta ne anlatıyorsunuz?
İdealize bir düzeyde, eğitimin, toplumsal çözülme ve çürümenin
panzehiri, değer erozyonunun engelleyicisi olduğu düşünülür. Yanılsamalı ve
eğitimin içeriğinden bağımsız bir biçimde de öğretmen, sanki bu panzehirin genç
kuşaklara şırıngacısıdır. Okulda ve sınıftaki duruşuyla, toplumsal değişme
sürecinde olumluluk atfedilen, ahlâki anlamda yüceltilen doğruluk, dürüstlük,
iyilik, ilkelilik ve tutarlılık gibi, her biri görelilik arz eden değerlerin
öğrenci karşısında model alınması gereken örneğidir.
İşte Aşk Mavidir Öğretmenim, okul-öğretmen-öğrenci ve kısmen de
veli çerçevesinde kurulan olayları, kişileri ve aralarındaki ilişki
biçimleriyle yukarıdaki kabullerin bir yanılsama olduğunu sergiliyor. Bunları
sergilerken, hem eğitim ve okulun hem de öğretmenin kendilerini kuşatan ve
sürekli değişen toplumsal, siyasal koşullardan bağımsız olmadığını ve aynı
zamanda toplumsal çözülme ve çürümeden nasıl nasiplerini aldıklarını anlatıyor.
Aynı zamanda ahlaki açıdan olumlu anlamda öğrenciye örnek olmak bir yana,
ilkesiz ve tutarsız düşünüş, söyleyiş ve eyleyişleriyle değer erozyonunun fiili
bir unsuru haline gelişlerini, gücün karşısında rüzgârın önündeki kuru bir
yaprak gibi savruluşlarına işaret ediyor. Keza tüm bunlara inat, gerçek hayatta
olduğu gibi, umudu yeşertmeye çalışanlara da…
Hem öğretmenlik hem yazarlık
bir arada nasıl oluyor? Yazmak meşakkatli bir süreç değil mi?
Elbette… Yazmak meşakkatli bir süreç. Öğretmenliği ve yazarlığı bölünmeden,
düşünsel sürekliliği koparmadan bir arada yürütebilmek oldukça zor. Bundan
dolayı, eğitim öğretim sürecinde uzun erimli ve hacimli çalışmalara
girişemiyorum. Kısa yazılarla, bazen de yalnızca okuyup araştırmakla
yetiniyorum. Kapsamlı çalışmalar, örneğin roman yazımı için, eğitim öğretim
döneminin bittiği yaz tatilini sabırsızlıkla bekliyorum.
Yazarken hangi gayeyle
yazıyorsunuz? Bir derdiniz var mı?
Uluslararası PEN,
Başbakan Davutoğlu’na hitaben bir açık mektupla Türkiye’deki tutuklu gazeteci
ve yazarların bırakılmasını talep etti. Metnin imzacıları arasında Adonis, J.M.
Coetzee, Colm Tóibín, Knausgaard ve Herta Müller de bulunuyor. “Mektup”un
Türkçe çevirisi aşağıdadır.
“Sayın Başbakan
Davutoğlu,
İfade özgürlüğünü
tüm dünyada korumayı ve savunmayı görev bilen yazarlar olarak biz aşağıda adı
geçenler, Türkiye’de korku ile sansür ikliminin ve eleştirel seslerin üstündeki
baskının giderek artmasından endişeliyiz.
PEN’in
Türkiye’deki ifade özgürlüğüne dair son raporunda
da görülebildiği üzere, Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri son yıllarda eleştirel
ve muhalif sesleri susturmak için olağanüstü bir çaba harcıyorlar. Bu, Gezi
Parkı’ndaki barışçıl eylemlerin sertçe bastırılmasından internette ifade
özgürlüğünün giderek kısıtlanmasına ve onlarca yazar, gazeteci ile
akademisyenin tutuklanıp gözaltına alınmasına kadar etkisini Türkiye toplumunun
tüm alanlarında gösteriyor. Son iki yıl içinde Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne yapılan ifade özgürlüğü başvurularının yarısı Türkiye’yle ilgili.
Günümüzdeki yasalar ve gözetleme uygulamaları sadece ülkedeki yazar ve
gazetecilerin konuşma özgürlüğünü kısıtlamakla kalmıyor, aynı zamanda on
milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının temel hak ve özgürlüklerini de
ciddi bir şekilde tehdit ediyor.
Sadece son 12 ay
içinde, yaşanan birtakım endişe verici gelişmeler ifade özgürlüğünün daha da
kısıtlanmasına ve bastırılmasına yol açtı: İç Güvenlik Yasası’nda yapılan
değişikliklerle polise hâkim kararı olmaksızın dinleme yetkisi verilmesi;
Twitter, Facebook ve YouTube’un sürekli engellenmesi; solcuların ve Kürtlerin
internet sitelerinin kapatılması. Bunun yanı sıra birtakım kitaplar ya
sansürlendi ya da yasaklandı.
Son aylarda ayrıca
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eleştirel sesleri bastırmak için yürüttüğü kampanya
dahilinde cumhurbaşkanına hakaret davaları açtığına tanık olduk; bu, dört
yıllık hapis cezası olan bir suç. Türkiye’nin adalet bakanına göre,
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014’te seçilmesinin ardından bu şekilde 1.845 dava
açıldı. Örneğin Şubat 2016’da, Atalay Girgin’e, bir grup fareyle ilgili bir
masal anlattığı Lağımpaşalı adlı kitabında cumhurbaşkanına hakaret
ettiği gerekçesiyle soruşturma açıldı.