11 Kasım 2014

20 Kasım Dünya Felsefe Günü Bildirisi

20 Kasım Dünya Felsefe Günü Mesajı / Bildirisi
Sıfatlar Değil Aslolan İnsandır

İnsanın yeryüzündeki serüveni acılarla, katliamlar, tehcirler ve soykırımlarla bezenmiştir. “İnsan” adı verilen varlığın, “insan olmayı öğrenme” süreci her çağda, sıfatlarının ardına sığınan insanın, sıfatlarıyla mahkûm ettiği insana yaptığı zulümlere karşı duruş, düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş biçimiyle gelişmiş ya da ağır darbeler almıştır.

Bu tarih, bir yandan insanlığın ortak mirasına katkıların bir yandan da yakıp yıkmaların, yağma ve talanın, insanın insana yaptığı zulmün tarihidir. İnsan olmayı, etnik ya da dinsel, ideolojik ya da derisinin rengi anlamında yalnızca kendi sıfatıyla, yalnızca kendisi gibi olmayla özdeşleştiren sıfatzede insanın, hâkimiyet kurma ve ekonomik zenginliğe el koyma tarihidir. Bu anlamda, yaşanmış tarihin zalimi de mazlumu da sıfatzedelerdir.

Tarihte yaşananlara rağmen, günümüz insanı için Dünya, geçmişten ne daha iyi ne de daha kötüdür. Bazı insanlar insanlığın ortak mirasına katkılarda bulunmaya, yapılan savaşlara, zulüm ve vahşete karşı durmaya çalışırken, bazıları ise yalan, talan, hırsızlıkla hükmetmeye devam etmekte ve bunlardan beslenmektedir. Dünyanın her yanında olduğu gibi, yanı başımızda da birileri hala sıfatları için öldürmekte, sıfatları için öldürülmektedir. Oysa insanın değerini belirleyen sıfatları, statüleri değildir. Sıfatlar değişebilir, statüler gelip geçicidir.


Kavranması gereken temel düstur şudur:

04 Kasım 2014

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Fikret Başkaya

“ Kâr yokluğu sermayenin kâbusudur. Sermaye, mâkûl bir kâr kokusu aldığında cesaretlenir. %20 kârla coşar, %50’de gözünü budaktan sakınmaz; %100’le ayakları yerden kesilir ve hiç bir insanî yasa ve değerle ilişkisi kalmaz. %300 kâr söz konusu olduğunda da artık hiç bir cürümden geri durmaz”.
                                                                           Karl Marx

Bu güne kadar devletle ilgili birlerce kitap, on binlerce makale yazılmıştır ama bunlar ekseri devlet katındaki adamlar, “karşı taraftakiler” tarafından yazılmıştır. Bu işte kadınların dahli son derecede sınırlı ve önemsizdir. Devletle ilgili genel algı ve kanaat da kabaca şöyledir: Devlet kamunun, toplumun genel iyiliğini, toplumsal çıkarı gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir kurumdur. Özel kesim özel çıkarların hizmetindedir, devlet de kamu yararını gerçekleştirmenin aracıdır... Oysa ortaya çıktığı günden beri devlet iki şey demektir: Asayiş (güvenlik) ve ekonomi yönetimi... Dolayısıyla özel kesim-devlet veya piyasa-kamu ayrımı, anlı-şanlı devlet teorisyenlerinin bir kuruntusuydu. Zira bu ikisi “sıfır toplamlı” bir denklem değildir. İşte, devlet alanı ne kadar genişse, özel alan o kadar dardır, ya da visa versa...  Devlet oldum olası mülk sahibi sınıfın-sınıfların bir iktidar aracıdır. Zamanla mülk sahibi sınıflar katında değişim olsa da, devletin işlevinde bir değişiklik olmamıştır. Zira, kapitalist dönemde, özellikle de neoliberal küreselleşme çağında, devlet ve sermaye artık bir ve aynı şeydir... Devletin hiç bir müdahalesi yoktur ki, mülk sahibi sınıfların aleyhine olsun, onları kayırmasın... Aksi halde devletin varlık nedeni ortadan kalkardı...

Gerçek durum böyledir ama olup bitenlere, yaşananlara mülk sahibi sınıflar tarafından bakan “âkil adamların” anlattığı hikâye ve yaratılan “bilinç” farklıydı. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca ve hiç bir zaman toplumsal sözleşme diye bir şey olmadı. Keşke olsa demekle de olmazdı... Fakat bu ilerde ona benzer şeylerin olmayacağı anlamına da gelmiyor... Eğer devlet gerçekten toplumun, kamunun hizmetinde olsaydı, mesela su özelleştirilir, parayla alınır-satılır mıydı? Bir özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülür müydü? Hızını alamayıp bir de su vergisi alınır mıydı?  Siz kimin suyunu ve ne hakla kime satıyorsunuz denmez miydi? Üstüne üstlük alınan vergi bir de suyu satan kapitaliste “teşvik” adı altında hediye edilir miydi? Hangi insan aklı, hangi mantık suyun özelleştirilmesini, bir kâr aracına dönüştürülmesini haklı gösterebilir? Ortada basbayağı bir insanlık ayıbı, bir insanlık suçu yok mu? Bundan büyük ayıp, bundan büyük suç olur mu?

Kuran Neden Evrensel Değildir?

Kuran Neden Evrensel Değildir?

Atalay Girgin*

Dinlerin ‘kutsal’ addedilen kitapları felsefi sorgulamalar karşısında darmadağın olur. Her biri, düşünen, soran, sorgulayan, kavrayan, anlayan,  anlamlandıran ve akıl tutulmasına uğramamış ya da aklını her hangi bir ‘kutsal’ın, dinin ipoteğine vermemiş her insan için birer tenakuz abidesine dönüşür. Hal böyleyken, tüm tenakuzlarına rağmen onların içerdiği bilgilerle dünden bugüne sürekli değişen toplumsal gerçekliğe dair hüküm kurmak ve bu hükümlerle insan ilişkilerini ve toplumsal yaşamı biçimlendirmeye çalışmak abesle iştigal eylemektir.

Bunun birinci nedeni, söz konusu kitapların içerdiği bilgi ve hükümlerin, çoktan nesnesini yitirmiş, zamandan ve mekândan bağımsız kalmış olmasıdır. İkinci nedeni ise, bu metinlerin tarihsel toplumsal nitelikli olaylara dayanmasıdır ki o olaylar da zamanın mührünü yemiştir. Belli bir çağın, hatta daha özelde belli bir yerdeki ve zamandaki toplum ve insan gerçekliğinin değişmeye mahkûm ve çoktan değişmiş olan karakterinin damgasını taşır. Ne denli abartılı bir biçimde genellik ve sözüm ona evrensellik niteliği atfedilmeye çalışılırsa çalışılsın bu değişmez.

Musevilik ve Hıristiyanlık gibi, İslamiyet’in peygamberi ve kutsal kitabı da tarihsel ve toplumsal bir gerçekliktir. İçerisinde doğup geliştiği toplum ve insan gerçekliğinden bağımsız düşünülemez. O toplumun kültürel değerlerinden, insanlarının arzu ve özlemlerinden, dilsel olanaklarından, elbette sınırlılıklarından da bağımsız ele alınamaz. Hz. Muhammed ve Kuran da bundan ari değildir.

Kuran Neden Evrensel Değildir

İşte Hasan Aydın da “Felsefi Antropolojinin Işığında” üst başlığını taşıyan “Hz. MUHAMMED ve KURAN”1 adlı kitabında bu hakikatin altını çiziyor. Aydın’ın, farklı zamanlarda kaleme alınmış yazıların bir araya getirilmesinden oluştuğunu belirttiği kitap Hz. Muhammed ve Kuran’ı felsefenin ve felsefi antropolojinin ışığında oluşum süreci ve tarihsel bağlamında sorguluyor. Biliş, dil, kültür ilişkileri bağlamında ele alıp, Kuran’daki dilin, parçası olduğu kültürle, yaşanan deneyimlerle ilişkisini mantıksal düzeyle birlikte sergiliyor. 

28 Ekim 2014

'Yeni Türkiye'den Sevgilerle...!

“Yeni Türkiye”den sevgilerle..!*

Fikret Başkaya

Kapitalist çağda, yeni olanın, yeniliğin timsali olan her teknik ilerlemenin ve büyük olanın, mutlaka iyi bir şey olduğuna dair köklü bir inanç geçerlidir. “Yeniyse iyidir” şeklinde genel-geçer bir kabul söz konusu. Bir şeyin “yeni” olması, onun gerçekten ne olduğunu, velhasıl o şeye dair şüpheyi ve tartışmayı, soru sormayı bertaraf ediyor. Mesela “yeni Türkiye” dendi mi, o artık mutlaka “iyi”, “güzel”, “arzulanır” bir şeydir. Asla sorun edilmemesi gerekir. Tabii “yeni” iyiyse, “eski” kötüdür ve “yeniye” itiraz etmek, sorun etmek, tartışmaya açmak kötüyü istemektir, gericiliktir... AKP’nin son dönemdeki “yeni Türkiye” söylemi aslında olup-bitene dair tartışmayı önleme, değilse etkisizleştirme amacı taşıyor.

İkincisi, kapitalist çağda sorunların çözümü daima ilerdedir, gelecektedir. Kapitalizm öncesi toplumlarda geçerli geleneksel ideoloji, insanın nihai kurtuluşunun bu dünyada değil, ölümden sonra cennette mümkün olduğunu vâz ediyordu. Ölümden sonra cenneti hak edebilmek de, bazı şeyleri yapmak, bazı şeylerden sakınmakla mümkündü. Esas itibariyle Tanrı adına konuşan egemene itaat edilirse, Cennetin yolunun açık olduğu söyleniyordu... İbn-i Haldun, 6 yüzyıl önce: Halkın dini efendinin dinidirdemişti... Kapitalist modernite  bu söylemde küçük bir değişiklik yaptı : Cennet bu dünyada mümkündür ama ilerdedir, gelecektedir...Şimdinin [hâlin] sıkıntılarına, kötülüklerine katlanmadan geleceğin [âtinin] iyi, güzel, müreffeh, mutlu... toplumuna ulaşılamaz. Bu gün çektiğimiz sıkıntılar, gelecekte sahip olacağımız  iyi, güzel şeyler için ödemek zorunda olduğumuz bedeldir... İşte AKP’nin “Yeni Türkiye” söylemini bu bağlamda ele almak gerekiyor. R. T. Erdoğan boşuna, 2023’ü, 2053’ü, 2071’i işaret etmiyor...

23 Ekim 2014

PANEL: SAVAŞIN SAVURDUKLARI-ROJAVA

Panel: Savaşın Savurdukları-Rojava

02.11.2014 tarihinde Saat: 14:00'da Diyarbakır Makina Mühendisleri Odası'nda "Savaşın Savurdukları-Rojava" panelimize tüm dostları bekleriz.

Ortadoğu’da süregelen bu savaşa karşı, kalemimizle bir duruş göstermek ve yazarlar olarak tanıklığımızı aktaracağımız bir öykü-deneme kitabıyla hem tarihe bir not düşmek hem de toplumun duyarlılığını artırmak isteğimiz; Ortadoğulu ve Avrupalı yazar dostlarımızca da desteklenmiştir. Bugün, sınırlarımızdan evlerimize oradan sokaklarımıza kadar taşan bu kanın durması, özlem duyduğumuz barışın bir an önce gerçekleşmesi için, kırk bir yazar dostumuzla çok önceden başladığımız bu çalışmalarımızı Kırk bir yazarımızla 10.10.2014 tarihinde basına ve kamuoyuna duyurmuştuk. 

2 Kasım'da Diyarbakır'da düzenlenecek olan panel öncesi Urfa'ya sonra savaşın sıçradığı bölgeye giderek sesimizi basın açıklamamızla tekrar duyuracağız. Ayrıca, savaş bitene kadar ülkemizde ve yurtdışında düzenlenecek olan panellerle sesimizi duyurmaya devam edeceğimizi belirtmek isteriz.
Çalışmayı Yürütenler: Tekgül Arı, Arzu Demir, İbrahim Genç