14 Kasım 2008

Gelecek kaygısını aşmak ya da umudu yeşertmek

Gelecek kaygısını aşmak ya da umudu yeşertmek

Atalay GİRGİN

Zamanı hem bireysel, hem de toplumsal olarak, üç boyutlu yaşayan bir varlıktır insan: Dün, bugün ve yarın.

Dün, yaşanmış ve geçmiştir, tüm dünden öncekilerle birlikte.

Bugün ise, dünden kalanlarla beraber, yaşanmakta olan ‘şimdi’dir, ‘şu an’dır; insana dair, çalışmaktan ağlamaya, gülmeye, okumaya, savaşmaktan sevişmeye, düşünmeye,ölmeye kadar aklınıza gelen her tür eylemin, yegane zaman boyutudur. Oysa yarın, yaşanmamış olan, yaşanacağı kesin olmayan, geleceğin adı; tasavvur edilen, olası zaman boyutu.

Yarın, olası zaman boyutu olarak, ontolojik anlamda, varlığını yaşanmakta olan bugüne borçludur. Tasavvur edilen olarak ise, epistemolojik anlamda yarın, hem, bazen gizil, bazen ikincil olmak üzere, dünün bilgisiyle, hem de belirleyen ve başat unsur olarak bugünün bilgisiyle düşünülür, belirlenir. Ki bu durumda, ‘Gelecek Kaygısı’, hem ontolojik, hem de epistemolojik anlamda, varlığı, kısmen dünden izler taşısa da, aslen, bugüne bağlı bir sorundur. O halde bir soru: Bugüne bağlı bir sorunun çözümü, zamanın hangi boyutunda gerçekleştirilir ya da gerçekleştirilmelidir? Elbette ki, yanıtı belli bu sorunun: Bugündür; şimdidir; sorunu çözme eyleminin zamanı. Ne yarındır, ne de dün.

Umut, korku, kaygı. Bu üç kavram, bireysel ve toplumsal anlamda, insanın gelecek tasavvurlarında dönem dönem öne çıkar. Aynı toplum içerisinde yaşayan insanların, nereden, nasıl, nereye baktıklarına ve ne yaptıklarına bağlı olarak,beklentileri doğrultusunda,bu kavramlardan birinin yada ikisinin belirleyici önem taşıdığı farklı gelecek tasavvurları vardır. Ki, filozoflar da azade değildir bundan. Bazen umut, bazen korku, bazen kaygı ve bazen de hem korku hem de kaygı, tek tek kişileri aşıp, toplumun geniş kesimlerinin halet-i ruhiyesi haline geldiğinde, dönemi niteleyen karakteristik bir unsura dönüşür ve işte o zaman döneme damgasını vurur.


Önce ‘Yarın Umudu’ Vardı...

Dün, döneme damgasını vuran ‘Yarın Umudu’ydu. Yarın her şey daha güzel olacaktı, her şey daha iyi: Savaşa, yengilere ve yenilgilere rağmen. “Ne kadar kötü olursa olsun, toplumsal dünya iyileştirilebilirdi, hem de herkes için iyileştirilebilirdi. Toplumsal iyileşmenin mümkün olduğuna duyulan inanç”, ‘Yarın Umudu’nu besliyor ve güçlendiriyordu. İnsanın insanı sömürüsüne dayanan tüm insandışı sömürü düzenleri gibi, kapitalist sömürü düzeni de insandışıydı; ancak, bu düzeni savunanlar da karşı çıkanlar da aynı inancı dile getiriyordu: Toplumsal iyileşme mümkündür, hem de herkes için. Ve bunun toplumun geniş kesimlerinde, algılanmasını, kabullenilmesini kolaylaştıran gelişmeler, alt-üst oluşlar yaşanıyordu:

Bir yandan, 18. yy’da, adına “Sanayi Devrimi” denilen ve bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin üretim sürecine uygulanması sonucu ortaya çıkan, binlerce işçinin çalıştığı büyük işlikler, insanları umutla, kırdan kente yöneltiyordu. Gerçi çalışma koşulları zordu; her geçen gün iş bulmak da zorlaşıyordu. Ne çalışma hakkı vardı, ne de sosyal güvence. ‘Çalışma’ da yeni dönemle birlikte, gerçek anlamını ve varlığını terk etmişti artık. Ne bunu düşünmeye zaman vardı yorgunluktan, ne de gerek. Umudun rengini taşıyordu şafak.

Diğer yandan, 1789 Fransız İhtilali, yeni bir ideolojiyi bayraklaştırıyordu: Milliyetçilik. Bu yeni ideolojiyle birlikte, “devlet-ulus”lar ve ulus inşası dönemi başlıyordu. İnsanlar, ‘kendi devletleri’ne ve bayraklarına ‘sahip’ olma umuduyla, aç, susuz, çıplak da kalsalar ölümüne savaşıyorlardı. Çünkü bir ‘biz’ vardı, bir de onlar ya da ötekiler. Gerçi, ‘biz’den bazıları savaşırken, ölürken, birileri daha da zenginleşiyordu; “siz bir ulussunuz” ya da “biz bir ulusuz” diye savaştırılanlar, bağımsızlık ve zafer türküleri eşliğinde ‘devletlerinin’ kuruluşunu, masa başında siyasi sınırları çizilen ülkelerinin bağımsızlığını kutlarken, başka birilerinin sömürgelerine dönüşüyorlardı. Bu kaçınılmazdı, çünkü milliyetçiliğin kabesi, kapitalist sömürü düzeniydi ve o, hiç efendilerine ihanet etmedi. Ama ne bunun farkındaydılar, ne de düşünmeye mecalleri vardı, ne de cesaret edip düşündüklerini söyleyebilenleri dinlemeye gerek. Çünkü yarın daha güzel bir gün olacaktı; kendi bayraklarının altında, ‘kendi devletleri’nin sabahına uyanacaklardı. Umudun “hükm-ü meri”ydi hala şafakta.

18. yy’daki değişme ve gelişmelerin etkisi, 19. yy’da kendisini, toplumsal yaşamın, ekonomiden siyasete, eğitimden felsefeye kadar her düzeyinde göstermeye başladı. “Avrupa’da bir heyula dolaşıyor” diyordu bir filozof. Yıl 1848’di ve ayaklanan işçiler Paris sokaklarını doldurmuştu. O gün işlisi, işsizi, kadını erkeğiyle işçiler, işsizliğin önlenmesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için, “Çalışma Hakkı” ve bunu düzenleyen bir yasa istiyorlardı. Böyle bir yasayla, durumun düzeleceğini sanıyorlardı, belki de. Avrupa ülkelerinin büyük sanayi kentlerinde dalga dalga yayılıp etkisini gösteren ve “Çalışma Hakkı” isteyen işçilerin bu ayaklanması, tarihe 1848 Fransız Devrimi olarak geçti. “Çalışma Hakkı”nın düzenlenmesine ilişkin kararnameyi imzalatabilmek ise, ancak, işçi Marche’ın, silahını Başbakan Lamartine’in alnının ortasına doğrultmasıyla mümkün olmuştu. İhanete uğradılar ve yenildiler. Buna rağmen umut sürüyordu: Umut yeni haklardaydı. Kazanılan her hakla yarın daha güzel olacaktı.

1968’de ise, umut, insanın gelecek tasavvurunda son kez bayraklaştı ve yenildi. Ardından, neredeyse tüm dünyayı etkileyerek, dönüştürerek hızla çekilip gitti.

l848 ve 1968 için şöyle der Wallerstein: Yalnızca iki dünya devrimi olmuştur. Biri 1848’de oldu. İkincisi ise 1968’de. İkisi de birer tarihsel yenilgiydi. Ama ikisi de dünyayı dönüştürdü. Her ikisinin de planlanmamış ve bu yüzden de derin bir anlamda kendiliğinden olması her iki olguyu da -başarısızlığa uğramaları olgusunu ve dünyayı dönüştürmeleri olgusunu- açıklamaktadır.

1848’den bu yana ekonomik, sosyal ve siyasal birçok hak kazanıldı. Hatta, bir dünya sistemi olarak kapitalizm, kendi gelişimine ve ihtiyaçlarına bağlı bir biçimde, adımını attığı her yerde, gerekli gördüğü sürece, güçlü hak istemi olmadığı koşullarda bile, bu hakları genelleştirip, yaygınlaştırdı. Günümüzde insan, 18.- 19.- hatta 20. yy’ın ilk yarısında yaşayanlara göre, onların, belki de,hayal bile edemeyecekleri haklara sahip hale geldi. Ortalama eğitim düzeyi arttı. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerden yararlanmaya başladı. Buna rağmen, 20. yy’ın son çeyreğinden itibaren, insanın gelecek tasavvurunda, kaygı ve endişe öne çıkmaya başladı; çünkü bunlar, toplumsal gerçekliğin bir boyutuydu; ne umudu taşımaya ve büyütmeye yetiyordu, ne de korumaya.

‘Kaygı’ya Doğru...

Neresinden başlamalı, nasıl anlatabilmeli ki, bugünü; neon ışınlarının aydınlattığı, spot ışıklarının altında gösterilen ve anlamlandırılıp, televizyon ekranından kendisine sunulan ‘dünya’yı, güneş ışığının altında gördüğü dünyaya yeğleyen insana. Çünkü o, anlamlandırılıp, sunulan ‘dünya’nın, kaçınılması ya da özlemle ulaşılması gereken bir yer olduğuna dair kolayca bir sonuca varabiliyor. İkincisi için ise, sorması, sorgulaması, araştırması, düşünüp anlamlandırması gerek. Dahası, düşündüklerini, söyleme ve eyleme dönüştürmesi de... Zor iş... Hem de, bireysel istek ve özlemlerin, neredeyse her şeyin önüne geçtiği, toplumsal istek ve özlemleri, “Minerva’nın baykuşu” misali, gecenin karanlığına gönderdiği bir dönemde... Çok daha zor bir iş...
Yine de, bir yerinden başlamak gerek.

Bir dünya sistemi olarak kapitalist sömürü düzeni, varolduğu ve adımını attığı, dünyanın her metrekaresinde, kendi gelişimine ve ihtiyaçlarına denk düşen her şeyi, insan dahil olmak üzere, yeraltı ve yerüstü varlıklarıyla birlikte, alınır satılır kılarak, metalaşma zincirinin halkalarına dönüştürüyor. Bu sistem için, metalaştırılamayan ya da metalaştırılmamış olan her şey değersizdir,gereksizdir, külfettir; değerin temel ölçütü ise kardır. Bu sistemin, sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, siyasal, kültürel ve ideolojik bir sistem olduğunun bilinmesi, hem yukarıda söylenenlerin, hem de insanın, bugün içerisinde yaşadığı sorunun kavranmasını ve anlamlandırılmasını, basitleştiremese de, kolaylaştırır.

İşte bu sistem, neredeyse 70’li yılların başlangıcından itibaren, daha sonraki yıllara damgasını vuracak olan ekonomik, sosyal ve elbette ki siyasal düzeyde, yeni uygulamalara yöneldi. Bunu bir genellemeyle ifade edecek olursak, devlet, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, ekonomik ve sosyal vasıflarından arınmalıydı artık. 1929 dünya ekonomik bunalımıyla ortaya çıkan devletçilik ve sosyal devlet uygulamalarının, tarihin çöplüğüne ya da “asar-ı antika müzesi”ne gönderilmesinin zamanıydı. Çünkü, öncelikle sosyal nitelikli harcamaların bütçe içerisindeki payı her geçen yıl artıyordu. Hem bundan kurtulunmalı, hem de bu alanlar, doğrudan metalaşma sürecine eklemlenmeliydi. Eğitim, sağlık ve hatta sosyal güvenlik de dahil, tüm sosyal alanlar, alınır, satılır bir mala dönüştürülmeliydi. Öte yandan, sistemin efendileri, vaat düzeyinde bile, “herkese iş ve sosyal güvence”nin, bırakın işsizleri, çalışmakta olanlar için dahi, bu sistemde hayal olduğunu biliyorlardı artık.

Onlar için doğru olan bu bilginin ve bu doğrultuda yapılacak uygulamaların, bunlardan en fazla etkilenecek olan, toplumun orta ve en alt kesimleri nezdinde meşrulaştırılması gerekiyordu. Bunun temel araçları da, genel olarak eğitim ve sistematik eğitim alanı olan okullar, televizyon ve gazetelerdi. Mesaj, güvenilir bilinen ve adının önünde ‘bilim adamı’, yazar, politikacı, ‘öğretmen’ v.b. sıfatı olan kişiler aracılığıyla iletilmeli ve insanlar, kendi sonlarını hazırlayan uygulamaları, doğrudan desteklemeseler de, bilinç olarak kabullenir hale gelmeli, tarafsızlaşmalı; hiç olmazsa, “bana ne” demeliydiler.

Çok yüzlü toplumsal gerçekliğin içerisinden, bağlamından koparılmış bilgileri, eklektik bir biçimde bir araya getirerek, amaca uygun mesajları vaaz etmeye başladı, adına ‘güvenilir’ denilen kişiler. Gündelik yaşam sorunları içerisinde koşuşturan insan, kitle iletişim araçları ve eğitim yoluyla, yaygın ve sistemli bir propagandaya tabi tutuldu. Kısmi itirazlara rağmen, genelde amaca nail olunmuştu. Neredeyse, yerden mantar bitercesine, farkına bile varamadan, “ideolojik esir”lere dönüşüyordu insanlar: Yetişkin erkek ve kadınlar, televizyon ekranı ve gazeteler, çocukları ise okullar aracılığıyla.

Sistemin efendileri, biliyorlardı işlerini. Nasıl ki, şairin
dediği gibi, “Her ömür kendi gençliğinden vurulur”sa; her toplum da kendi gençliğinden teslim alınırdı.

Bundan dolayıdır ki, dünyanın her yerinde, tüm toplumların eğitim sistemiyle yakından ilgilenir efendiler ve temsilcileri. Bir şey bahşediyormuşçasına eğitim programları yaparlar onlara. Çünkü, eğitim, her türlü ekonomik, sosyal, siyasal uygulamanın ve yönelişin, toplumun genelinde meşrulaşmasını ve yaygınlaşmasını sağlayan en önemli araçtır. Öğretmenler ise, bilerek ya da bilmeyerek, bu programların gerektirdiği davranışları kazandırır aynı dili konuştukları çocuklara, gençlere. Kimin için? Kimin çıkarına? Yanıtlamak için soruları, söylenenlerin, yazılanların, görünenin ardına bakmak ve görmek gerek. Hem de bir an önce.

Dahası, yücelik, kutsallık atfedilerek, sorgulanmazlık, itiraz edilmezlik zırhına büründürülmüş kavramlarla verilen yanıtlara da kanılmamalı. Çünkü gerçek, esas olarak bu kavramlarla gizlenmekte, yanılsamalı bir bilinç hali yaratılmaktadır. Kim ki, sorulara böylesi yanıtlar veriyor, daha dikkatli bakılmalı ona: O, ya bu sistemin efendilerinin, bilinçlice “kuzu postuna bürünmüş” sadık bir hizmetkarı, ya sistemin bir “ideolojik esir”i ya da gerçek bir “saf”tır. Hangi konumda olursa olsunlar, görevleri ve işlevleri aynıdır onların.

Efendileri adına, etkili ve yetkili kişiler görevlerini ertelemiyorlardı; artık günümüzde, iyi bir işin, ancak ve ancak, iyi bir eğitim ve bilgiyle olanaklı olduğunu söylüyorlardı. “Doğru” diyordu insanlar; oysa o anda, yüzbinlercesi üniversite mezunu, milyonlarca insanın, neden işsiz olduğunu düşünmeden. Ötekiler ekliyorlardı: Bilginin ve eğitimin iyisi, kalitelisi ise, özel kuruluşlarla sağlanır. Dahası, iyi bir sağlık hizmeti de... Kamu kuruluşlarında da aşırı istihdam vardı; bir kişinin yapacağı iş için üç-beş kişi alınıyordu. Halkın parası sokağa atılıyordu. Yine onaylıyordu insanlar. Tabiri caizse, “paranıza sahip çıkın ey ahali” deniliyordu. Çözüm yolu da, çalışan sayısının azaltılmasıydı. Bu etkili ve yetkili erkek ve kadınlar, ne de güzel söyleyip yazıyorlardı, insanların yararına olan şeyleri. Herhalde, babalarının hayrına, fakir fukaranın yüzü suyu hürmetine yapıyor olmalıydılar. Pek hayır severdiler canım: Ne oy istiyordular ne de para.

Oysa işsiz de olsan, yoksul ve evsiz de olsan, içtiğin bir yudum su, yediğin bir lokma ekmek de olsa, nefes aldığın sürece, vergisini vermeden yaşamak mümkün değildi artık, bu düzende. Ama etkili ve yetkili kişiler bunun nedenini söylemiyorlar, yazmıyorlardı. Tıpkı milyonlarca insanın sorunu olan işsizliğin çözümünü söylemedikleri gibi... Ne söyleyeceklerdi ki. Gerçeği mi? Yani, sizin için umut ışığı bitmiştir, yarı aç yarı tok, can çekişerek, sürüne sürüne ölümünüzü bekleyeceksiniz, diyemeyeceklerine göre. Susacaklardı elbet.

Çok geçmedi üzerinden. Onların sustuğu yerden kanadı insan. Önce gün karardı; sonra gelecek. “Kendimizden geçtik; ya çocuklar ne olacak?” Tükenen umudun ardından, vebalaşan gelecek kaygısının sarmalında, çaresizliğinde, arz-ı endam eyleyen, çok yönlü ve koskocaman, yanıtsız bir soru.

Çözüm arayışı temelinde acil ve somut bir talebe dönüştürülmese de, bu sorunlar toplumsaldı. Milyonlarca insanı ilgilendiriyordu, ama bireysel yaşanıyordu. Bir işsizin deyişiyle: Çalışanın işi günde 8 saat sürerdi; işsizin işsizliği ise 24 saat. Dönemin karakteristiğine uygun bir biçimde, çözüm arayışı da bireyseldi. Çünkü, bireysel “in”di, toplumsal “aut”. ‘Mızıkçılık’ yapıp topu “aut”a atmanın, oyunu bozmanın da alemi yoktu. Sonra ‘yüce hakem’ devlet, hükmen mağlup ilan edebilir; ömür boyu, oyun dışı bırakabilirdi. Bunu kavramanın, bilmenin korkusu ve kaygısı egemendi.

“İdeolojik Esir”ler Ya da “Hak”lı Nesneler

“Evrensel bir çözücü” olan bu sistem, yani kapitalizm, bunalımlarını genelleştirerek aşmayı şuana kadar başardığı gibi, toplumsal yaşamın tüm alanlarında, ihtiyaçlarının gerektirdiği her şeyi bozarak, çözerek, değiştirip dönüştürerek, kendisine eklemleme becerisine de sahiptir. Ki, “birey” ya da “bireysel” de bunlardan biridir. Günümüzde sistem, tüm siyasal ve “ideolojik aygıtları”nı kullanarak, hem ideolojik hegemonya altına aldığı, hem de hukuken hak ve özgürlüklerle donatılmış bir nesneye dönüştürdüğü insana, “birey” demektedir. İşte sistem, yarattığı bu “birey”le, hem onu teslim almış, hem de onun istek ve özlemlerinin, toplumsal olanın önüne geçmesini sağlamıştır. Neredeyse her hak, onun için yapılan mücadeleden bağımsızlaşarak, bu mücadelenin içerisinde yer alanların da önemli bir kesimi dahil olmak üzere, toplumun büyük bir çoğunluğunun hem düzene eklemlenmesini, hem de düzenin siyasal ve ideolojik meşruluğunu olanaklı kılmıştır. Neden?

Dün, canından vazgeçemediği için köleleştirilen insanın, boynunda zincir, ayaklarında pranga var mıydı, bilmiyorum. Ama hakları yoktu; ve köle insan için, “efendi”, “şu” diye gösterebildiği, somut bir varlıktı.

Bugün, nesneleştirilen ve adına “birey” denilen insanın ise, boynunda, halkaları hukuki haklardan oluşmuş bir zincir ve onun ortasında da, yine hukuken yaşama hakkıyla bezenmiş bir madalyon asılıdır. Dahası, somut bir varlık olarak, “şu” diye gösterilebilen “efendi”leri de ‘yok’tur. Bugün “birey”, sözüm ona, efendisizliğin bahtiyarlığıyla, “ben özgürüm” diye bağırabilir; “benim haklarım var” diye de... Bunların ikisi de birer gerçekliktir. Ama “birey” için, bir üçüncü gerçeklik daha var:

Yeryüzünde her gün, kendisi gibi,“yaşama hakkı”na sahip olmasına rağmen, açlıktan ölen yüzbinlerce insan; “sağlıklı yaşama hakkı”na rağmen, içecek temiz su bile bulamadığı için, yaklaşık 3 bin çocuğun ölmekte oluşu. “Konut edinme hakkı”na rağmen, yüzmilyonlarca insanın evsiz ve barksızlığı. “Çalışma hakkı”na rağmen, işsizliğin her geçen gün artarak, milyonlarcası üniversite mezunu ve vasıflı olan işsiz sayısının milyarı aşması. Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün; ama gereği de yok.

İşte bu gerçeklik, bireysel ve toplumsal boyutuyla, “birey”in gelecek tasavvurunda, kaygının billurlaşıp öne çıkmasına neden olmaktadır. Kaygının, endişenin kaynağı, yaşanan, yaşanmakta olandır. Ve bu varoluşsal bir sorundur. Ne var ki, yaşanan/yaşanmakta olan, etkisini düşünsel, duygusal ve bedensel düzeyde doğrudan ve öncelikle, “birey”in yaşamında gösterdiğinden dolayı, toplumsal, bir kez daha, bireyselin gerisine düşer. Bu öznel bir nedendir. Kaynağı toplumsal olmasına rağmen, yanılsamalı ve çelişkili bir biçimde, salt bireysel bir varoluş sorununa dönüştürür gelecek kaygısını. Tıpkı çözüm arayışı gibi. Elbette ki, bu durumun sadece öznel değil, aynı zamanda nesnel nedeni de vardır.

Çalışmak, insanın maddi ve manevi anlamda, kendini gerçekleştirebildiği yaratıcı ve üretici bir faaliyetle, içerisinde yaşadığı toplumun kendini yeniden üretimine katılmasıdır. Oysa kapitalist sömürü düzeni, çalışmayı, bu gerçek anlam ve varlığından soyutlamıştır. Bu sistem açısından çalışmak, insanın düşünsel, duygusal ya da bedensel boyutuyla işgücünün -ki aslında, kendisinin-metalaştırılarak, ekonominin dolaşımına sokulabilmesine indirgenmiştir. Bir biçimde metalaştırılarak, alınır satılır kılınmak, sömürülmektir. Ve sömürülmeyi bile bir şansa dönüştürmüştür bu sistem. Dahası, sömürmeyi de sömürülmeyi de meşrulaştırmıştır.

İşte bu sistemde, sömürülme şansı bulduğu için, “Çalışma hakkı”ndan yararlanıyor olanlar ile, sömürülme şansına erişemedikleri için bu hakkı kullanamıyor olanların, gelecek kaygısının girdabında aldıkları tutum ve tavırlar, sorunun çözümüne yönelmekten çok, ondan uzaklaştıran ve yanılsamalı bir bilinç halini pekiştiren, nesnel nedeni oluşturmaktadır. Ki, bunun yanısıra, yaşanan gerçeklik karşısında, tüm diğer haklar gibi, “Çalışma hakkı” da genelliğini yitirip birileri için ayrıcalığa dönüşmüştür. O, sömürülme şansına sahip olanların bir ayrıcalığıdır artık; hak değil. Ve bilinmelidir ki, her ayrıcalık, verenler tarafından geri alınabilecek olan, geçici bir konumdur. Çözüm değil.

Bundan dolayıdır ki, günü kurtarmak adına, bir baykuş gibi, ayrıcalığın alaca karanlığına sığınmakla da, çaresizlik ve umutsuzlukla, bir papağan gibi, kendi kendine söylenip durmakla da, gelecek kaygısı aşılamaz, umut yeşertilemez. Aksine bu, teslim oluştur; varolana, çözülene, çürüyene... Dahası çözümsüzlüğe. Oysa çözüm mümkün.

Çözüm Hep Vardı; Bugün de Var

Gelecek kaygısı, işsizlikle başlayan, iş bulma umudunun her geçen gün tükenişiyle önce birey olarak insanı, sonra toplumu pençesine alan, toplumsal bir “veba”dır. Günümüzde bunun, dünya-evrensel tek kaynağı kapitalist sömürü düzenidir. Çünkü bu düzen, çalışmayı, insanın yaratıcı ve üretken bir biçimde kendisini gerçekleştirerek toplumsal yaşama katılmasından çok, hem koşulları hem de süresi ve temposuyla, aptallaştırıcı düzeyde, salt bir ‘iş’e dönüştürerek, onu da ulaşılmaz kılar.

Bugün, insanların büyük bir çoğunluğunun ulaşmak istediği, salt ‘iş’ olarak çalışmanın aptallaştırıcılığını farkeden bir çok düşünür vardır düşünce tarihinde. Çok fazla geriye gitmeye gerek yok.

19. yy’da işlisi, işsiziyle işçiler, “Çalışarak Yaşamak Veya Dövüşerek Ölmek” nidalarıyla, “Çalışma Hakkı” için eylemler yaparken, yine aynı yüzyılda Paul Lafargue, “Kapitalist toplumda çalışma, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü örgensel bozukluğun nedenidir” der ve şunu önerir: Her insana günde üç saatten fazla çalışmayı yasaklayan çelik gibi bükülmez bir yasa koymak.

Bir başka düşünür: Bertrand Russell, Dora Russell ile birlikte yazdıkları, “Endüstri Toplumunun Geleceği” adlı kitapta, iş saatlerinin 4 saate düşürülmesini önerir. “Bunu belirtirken yalnızca zengin katmanı değil; işsizleri de düşünüyorum” der ve ekler: Ayrıca daha iyi örgütlenmeyi, kısa çalışma süreleri ile endüstrinin kendi kendini yönetmesi koşullarında kimsenin karşı durmayacağı bilimsel yönetim tekniklerinin uygulanabilmesini, bunların sağlayacağı büyük tasarrufları göz önüne alırsak; yeni teknik buluşlara gerek kalmadan dört saatlik bir işgünü ile en az bugün üretilenler kadar tüketim malı sağlanabileceği açıkça ortaya çıkar. Bu düşünceyi ileri sürdüklerinde, yıl 1923’tür. Russell, 1931’de “Aylaklığa Övgü” adlı makalesinde, bir kez daha gündeme getirir bu düşünceyi: Hem kadın erkek her insanın bilim ve sanatla uğraşabilmesi, kendini gerçekleştirebilmesi, hem de işsizliğin önlenmesi açısından.

Russell’ın “Aylaklığa Övgü”sünden 7 yıl sonrası; yıl 1938’dir. Bu kez bir başka düşünür, Troçki, “kapitalizmin yarattığı illetlerden biri” olarak niteler işsizliği. Ve buna karşı, “ Ücretler düşürülmeksizin, mevcut işler çalışabilir nüfusa pay edilsin, iş saatleri kısaltılsın” der; 4 saate, 2 saate, gerekirse 1 saate, bir tek işsiz kalmayıncaya dek.

Bu öneriler, aynı zamanda çözümdü; ama üzerinden onlarca yıl geçti. Çözüm bugün de yerli yerindedir. Sorunlarsa azalmak yerine her geçen gün artmaktadır.

Şimdi 21.yüzyılı adımlıyor insan. Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler üretimde otomasyonu olanaklı kılıyor. Bugünkü gelişmelerin, üretim süreçlerinin yanında, çocuk oyuncağı kalıyor “sanayi devrimi”. Ama ne yazık ki, işsizliğin, açlığın, evsizliğin, yoksulluğun pençesinde, umutsuzluk ve çaresizlik içerisinde boğuluyor yine insan. Neden? Kader mi bu? Çözüm ve umut neden bayraklaşmıyor hala?

Çözümün ve umudun bayraklaşmayışının temel nedenlerinden en önemlisi, insanın “ideolojik esir”liğidir. Sistem, bir yandan tüm kitle iletişim araçlarıyla, toplumun büyük bir çoğunluğu üzerinde, düşünce, söylem ve davranış düzeyindeki ideolojik egemenliğini koruyup sürdürürken; diğer yandan da sistematik eğitim yoluyla, yeni “ideolojik esir”ler yetiştirmektedir. Toplumun geleceği olan gençliğini de, yetişkinleri gibi, sistemin egemenlerinin çıkarları doğrultusunda düşünür ve davranır kılmayı başarmaktadır. Bu başarı ise, dünyanın genelinde, eğitim sistemi ve öğretmenler sayesinde gerçekleştirilmektedir.

İster genel, ister mesleki, isterse dini eğitim - öğretim sürecinde yer alsınlar, öğrencilerin yüzde 98 - 99’u, işsizliğin çözümü konusunda, kendi çıkarlarına aykırı olduğu halde, toplumun bir avuç azınlığının yararına düşünmektedir. Onlara, “Bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin üretimde otomasyonu olanaklı kıldığı günümüzde, işsizliği önlemek, ortadan kaldırabilmek için bundan nasıl yararlanılır? Ya da bu koşullarda işsizliği ortadan kaldırabilmek için ne yapılmalıdır?” sorusunu yöneltecek olursanız, önce susarlar. Sonra değişik yanıtlar gelmeye başlar: Kimi, “teknoloji geliştikçe 10 kişinin yaptığı iş, bir - iki kişiyle yapılacağı için diğerlerini işten çıkarmak gerekir” der. Kimi, “ O halde teknolojinin gelişmesi işsizliği çözmez, arttırır” der. Biraz ipucu verirseniz, en iyi ihtimalle bir ya da ikisi, “ İş saatlerini düşürmek gerek” diye mırıldanır, ürkekçe. Yüreklendirirsiniz: Daha yüksek sesle konuşurlar. “İş saatlerini düşürüp, daha fazla insana iş yaratmak gerek” derler. Bir anda itirazlar yükselir: Olmaz, zarar ederler. “Kim ya da kimler?” dediğinizde ise, yanıtları hazırdır: Fabrika sahipleri. “Kaçınızın babası fabrika sahibi ya da içinizde fabrikatör çocuğu olan var mı?” sorusuna, yanıt gelmez. Kiminin babası, annesi ücretli çalışan, kimininki işsiz, kiminki ise köylü ya da küçük mülk sahibidir. Ama onlar, 6 milyar insan içinde sayıları 100 milyona (ki bu abartılı bir rakamdır) bile ulaşmayan insanların çıkarları, yararları doğrultusunda düşünür hale getirilmişlerdir.

İşte bu, sistemin, okullardaki eğitim ve öğretmenler aracılığıyla elde ettiği bir zaferdir. Bu zaferin elde edilmesinde, adsız neferler olarak yer alan öğretmenler, “Kapitalist sömürü düzenine yüksek hizmetleri geçenler” nişanıyla onurlandırılmayı hak etmişlerdir. Öğretmenlere kimi ayrıcalıkların verilmesinin nedeni de budur.Ancak her ayrıcalık, birgün gelir alınır geri...

Günümüzde, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerle, genelinde tüm insanlığın, özelinde ise milyarlarca insanın iç içe yaşadığı işsizlik, yoksulluk, evsizlik, açlık, sağlık, eğitim, v.b gibi temel sorunların çözümü, hem de çok kısa bir sürede gerçekleşebilecekken; öğretmenler, bir yanında, sistemin efendilerinin ve her soydan ve boydan temsilcilerinin, hizmetkarlarının, diğer yanında ise açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaya çalışan işlisi - işsizi, sigortalısı - sigortasızı, küçük mülk sahibi, köylüsü, v.b. ile milyarlarca insanın yer aldığı bir dünyada, sırtlarını birincilere, yüzlerini ise ikincilerin çocuklarına dönerek,onlara kazandırdıkları davranışlarla yeni “ideolojik esir”ler yetiştirmeye ve çözümün algılanmasını bile olanaksızlaştırmaya devam etmektedirler. Bu, bilinçli ya da bilinçsizce, düzenin bir avuç egemenine hizmet, gelecek kaygısı, endişesi içinde yaşayan milyarlarca insana karşı ise bir suçtur.

Bundan dolayıdır ki, Pink Floyd grubu, “The Wall” adlı albümünde hançeresini yırtarcasına bağırır, “Öğretmen, sen de duvarda bir tuğlasın”. Ya sen?... Ya sen öğretmenim...

Çözüm ve umut, işte bu duvarın yıkılmasındadır. Er ya da geç... Öğretmenli ya da öğretmensiz.... Ama mutlaka.
*************************************************
Konuyla ilgili okuma için öneriler:
Bildiğimiz Dünyanın Sonu - I. Wallerstein - Metis Yayınları
Sistem Karşıtı Hareketler - Arrighi, Hopkins, Wallerstein - Metis Yay.
Endüstri Toplumunun Geleceği - Dora ve Bertrand Russell- Bilgi Yayınevi
Aylaklığa Övgü - Bertrand Russell - Cem Yayınevi
Tembellik Hakkı - Paul Lafargue - Cumhuriyet “Dünya Klasikleri”
Geçiş Programı - Leon Troçki - Kardelen Yayınları

Hiç yorum yok: