10 Ocak 2009

Tarih Dersi ve Felsefe

TARİH DERSİ VE FELSEFE

Atalay GİRGİN*

Tarih, tarihçinin seçtiklerinden hareketle, geçmişin yeniden yapılmasıdır; bir imalattır yani. Okullarda okutulan tarih de seçilenlerle imal edilmiş ya da imal ettirilmiş bir tarihtir. Neyin, nasıl ve ne kadar bilinmesi isteniyorsa, o kadarıyla sınırlanmış ve belirlenmiş bir tarih. Özel olarak öğrenciler için bir yeniden yapımdır.

Tam da bu nedenle, genel olarak tarih ve konumuz açısından ise özel olarak tarih dersi nesnel değildir. Bilimin ve bilimsel bilginin en önemli ilkelerinden birisi olduğu belirtilen, “Nesnellik” kriterinden yoksundur. Tarihçinin olgu dediklerinin, bugünden geriye doğru, onun inancı, ideolojisi, en genel haliyle dünya görüşü temelinde anlamlandırılıp, kronolojik olarak, ortaya konulmasından ibarettir.

Bundan dolayıdır ki, bir değil, birden çok tarih vardır. Bu “tarih”ler, tarihçinin (ister akademisyen, ister öğretmen olsun), siyasal ve ideolojik görüşü doğrultusunda, nereden, nasıl, nereye ve hangi amaçla baktığına bağlı olarak biçimlendirilir. Sonra da öğrencinin önüne “Bu oldu” diye sürülür. “Gerçekten ne oldu?” sorusunun yanıtı verilmez. Bu, bilinçli bir tercihtir. Neden?

Bir düşünür, “bir tarihçinin yazdıklarını okumadan, anlattıklarını dinlemeden önce, onun siyasal, ideolojik düşüncelerine bakın”(Carr) der. Bu rastgele söylenmiş bir söz değildir. Çünkü tarihçi, olayları ve olguları, elde ettiği belgeleri, bugünden geriye doğru anlamlandırıp yorumlar. Olayın, olgunun, belgenin varlığı, akademik bir biçim altında sunulan anlamlandırma ve yorumun “nesnel”liğine ve “bilimsel”liğine kanıt olarak gösterilir. Ve o andan itibaren “bu tarihçi”nin düşünceleri “bilimsel” ve “nesnel” sıfatlarıyla bezenmiş olarak, sunulur insanların önüne. Daha doğrusu öğrencinin önüne. Bir kez daha karşımıza çıkar aynı soru: Neden?

Oysa tarih alanında bir belgenin varlığı, kendi başına fazla bir şey ifade etmez. O belgenin öncelikle, çok yönlü bir biçimde sorgulanması, alana ve döneme ilişkin karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi gerek. Tarih toplumsaldır. Belgeler de şu veya bu biçimde yaşanan toplumsal olay ve olgulara ilişkindir. Bir madalyonun bile en az iki yüzünün olduğu bilinirken, tarihsel ya da güncel ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel v.b. olay ve olguların daha da çok yüzlü, çok boyutlu olduğu hem gerçek, hem de bir hakikattir. Bu durumda genel olarak, bir bilim anlamında tarihin ve özel olarak tarih dersinin buna uygun olması gerek.

Ne var ki varolan bunun tam tersidir; tarih dersi ve tarihçi (istisnaları dışında), öğrencinin düşünmesi, sorması ve sorgulamasını amaçlamaz. Aksine amaç, ona “at gözlükleri” takmak, tek boyutlu düşünmesini sağlamaktır. Bu haliyle tarihçi(yine istisnaları dışında) , bir beyin yıkayıcı olarak çıkar öğrencinin karşısına. Bu onun işidir. Tıpkı ölü yıkayıcılığı gibi... Ölenler olduğu sürece, ölü yıkayıcıları; beyinleri yıkanacaklar ya da beyinlerinin yıkanmasına sessizce boyun eğenler varolduğu sürece de beyin yıkayıcıları hep var olacaktır.

Oysa unutulmamalıdır ki, “Beyin yıkayan kimsenin, kendi beyni de yıkanmıştır”(Carr). Onların, hem kendi konumlarını, durumlarını fark etmelerini sağlamanın, hem de beyin yıkamalarına izin vermemenin yolu ise, öğrencinin bilerek, öğrenerek, geçmişte ve bugün varolana çok yönlü ve eleştirel bakarak, düşünerek, itirazlarını herşeye rağmen dile getirmesinden geçer.

Gerçeği bilme isteğinin ve merakın, not kaygısı dahil, herşeyin önüne geçmesini gerektirir bu. En genel haliyle, felsefeyle bakmayı gerektirir. İster düne olsun, isterse bugüne... Parça bütün ilişkisi temelinde, parçayı bütüne, bütünü parçaya feda etmeden, varolan ya da tarihçinin seçmeci bir tarzda sundukları karşısında akla dayalı, eleştirel, soran, sorgulayan ve hazır basmakalıp yanıtlarla yetinmeyen düşünsel bir tutum alabilmeyi gerektirir. Bu ise, tarih başta olmak üzere, her şeye, ideolojiyle, inançla değil; felsefeyle bakmak, felsefeyle anlamakla olanaklıdır.

Hangi Tarih?

Sorunun kendisi, birden çok tarih olduğunu ifşa ediyor. Tarihçinin nereden, nasıl, nereye baktığına ve neyi gördüğüne, göstermek istediğine bağlı olarak, “tarih”ler çıkıyor karşısına insanın.

O zaman sormak gerekiyor: Anlatılan ve öğretilmek istenen hangi tarihtir? Kimin tarihidir? Tarihte sadece tarih kitaplarının içerisinde yazılanlar mı olmuştur? Anlatılanlar, “Bu oldu” denilenlerin doğru bilgisi midir? Sahi, yeri gelmişken soralım: Doğru bilgi nedir? Okuduklarınızın ya da anlatılanların doğru olduğunu nereden, nasıl biliyorsunuz?

Doğruluk bilgiye ilişkin bir değerdir. Gerçeklik ise bilincimizden bağımsız olarak varolan varlığa ilişkin, belirli bir zamana ve mekana bağlı bir durumdur. Doğru bilgi, nesnesine uygun olan bilgidir. Ki bu uygunluğun da hangi açıdan, hangi koşullarda ve ne kadar olduğu da sorgulamayı gerektirir. İçerisinde yaşadığımız ve bizim de bir parçası olduğumuz varlık, sürekli bir değişim içerisindedir. Değişimin sürekliliği koşulunda, varlığın, mutlak doğru bilgisinden değil; bilgisinin göreli doğruluğundan söz edilebilir.

Tarih, bütünsel anlamıyla bu varlığın, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın anlamlandırdığı, mekanın ve zamanın dünkü, geçmiş boyutunda kalanları kendisine konu edinir. Bu anlamıyla tarihin konusu, olup bitmiş gerçekliklerdir. Bunlar ya vardır ya da yoktur; her iki durumda da “hükmü tarih”tir.

Bu gerçeklikler, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, v.b. boyutuyla, olup bitmiş, insan eylemlerine dayanır. Sadece eylemin kendisi değil, eylemin koşullarıyla birlikte, eylemin özneleri de yoktur artık. Bu koşullarda, tarihe ait gerçekliklerin ne mahkemeye çıkarılabilmesi, ne de yargılanıp mahkum edilebilmesi ya da aklanabilmesi söz konusudur. Yargılamak ve aklamak, insan eylemlerinin yaşanan mekanın şimdiki zaman boyutunda olanları için geçerlidir.

Öte yandan, tarihsel gerçekliklerin seçmeci ve onların bilgisinin de bağlamından koparılmış olarak bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş olan da bir tarih değildir. Tarihte olmuş olanları yargılamaya çalışmak ne kadar yanlış ise, onların doğru bilgisini gizleyip saklamaya çalışmak da o kadar yanlıştır. Bugün yapılmaya çalışılan ne yazık ki, budur.

Her iki yaklaşım da tarihten, günümüzde, ideolojik olarak yanılsamalı bir bilinç halini inşa etmek ve bununla genelde toplumu, özelde ise gençliği biçimlendirmek için malzeme arayışındadır. Bunlar için, “tarih, her türlü refah endişesi dışında, insanlığın entelektüel açlığını giderme hakkının bir parçası”(Bloch) değildir. Aksine, kendi siyasal ve ideolojik tercihlerinin malzeme ambarıdır. Bunlar geçmişe dair belge ve bulgular arasında, tıpkı kilerde ya da ambarda yiyecek arayan fareler gibi dolaşırlar...

Tarihe, bütünselliği temelinde yaklaşmayan tarihçilerin imal ettiği tarih ve bunun ürünü olan her türlü tarih kitabı, işte bundan dolayıdır ki, bilimin nesnellik kriterinden uzaktır. Tarihsel gerçeklikleri bilme merakı ve arzusundan çok, bunlardan bir ideoloji inşa etmeye ve bununla birilerini biçimlendirmeye yönelen her tarihçi, adının önünde prof., doç., dr., öğretmen v.b. hangi sıfatı taşıyor olursa olsun, suçludur: Gerçeğin bilgisini gizlemekten, o bilgiyi çarpıtmaktan, insanların, hem de taammüden, yanlış bilgilendirilmesinden, v.b.

Tarihçinin bu türü, film setindeki ya da bir tiyatro oyunundaki ışıkçı gibidir. Işıkçı, yönetmenin görülmesini istediği ya da özel olarak göstermek istediği nesnenin, olayın üstüne yoğunlaştırır ışığı. İzleyici onu görmelidir; onun dışındakileri değil. İşte böylesi tarihçiler de, karşılarındakini ideolojik olarak biçimlendirme, onların beynini yıkama kaygısı ve amacıyla, eklektik bir biçimde bir araya getirilmiş olay ve olguların, bağlamından koparılmış bilgilerini, yorumlarını verirler, aktarırlar.

Aktarılan, imal edilmiş bu tarih yenenlerin tarihidir. “Yenenler, yenilenlerin ak mintanlarında silmişlerdir kılıçlarının kanını.” Ama onlara, ne kanlı ne de kansız mintanlarıyla yer verilir bu tarihte. Çünkü onlar ve onların da yer aldığı olaylar ve bunların bilgileri aktarılmaya başlanırsa bir kez, beyinler kolay yıkanamaz; düşünmeye, sormaya, yanıtlar üretmeye başlar insanlar. O zaman, bir küp, bir kutu gibi dolduramazsınız öğrenciyi, itiraz etmeye başlarlar. İtiraz, tüm beyin yıkayıcıların kabusudur.

Öğrenci merkezli eğitim ve öğretim etkinliğinin öne çıkarması gereken temel unsurun da şu olması gerek: itiraz edebilen, sürü bilincinden kurtulabilen insan; soran, sorgulayan, çok yönlü bakabilen ve görebilen insan.

Bu ise, öğrencinin eleştirel düşünebilmesi, karşılaştırmalar yaparak sorgulayabilmesi, engellenmeksizin kendini ifade edebilmesi koşullarında ve çok yönlü bilgilendirilmesiyle olanaklıdır. Dahası öğrencinin de, bir insan, bir birey olarak, “gerçeği bilme ve bilgilenme hakkı”nın kabul edilmesini ve bunun hiçbir kişi, mercii ve kurum tarafından engellenmemesini gerektirir.

Biliyorum ki, bu, beyin yıkayıcıların itirazla başlayan kabusunu, karabasana dönüştürmektir. Bir başka yönüyle de hidayete erdiklerini sandıkları bataklıktan kurtulmaları için, aslında bir sopa uzatmaktır onlara... Tutunup çıkabilsinler diye... İpotek altındaki fikirlerini, irfanlarını, vicdanlarını kurtarabilsinler diye... Başka beyin yıkayıcılarının, beyinlerine taktıkları “at gözlükleri”ni çıkarıp atabilsinler diye...

Böyleleri belki o zaman vazgeçebilirler, ikiyüzlülük ve riyakarlıkla, çifte standartlı bir yaklaşımla, geçmişe ait olmuş bitmiş olayların bilgisini çarpıtmaktan, geçmişi bugüne, bugünü geçmişe taşıma yanılsamasından...

İşte O Zaman...

Çok yönlü bilgilendirme başladığında, sorma, sorgulama, eleştirel düşünme ve bu doğrultuda kendini ifade etme temelinde, bugün için lafzi ve kitabi olarak genelgelerde kalan, “öğrenci merkezli” ve öğrencinin de özne olduğu eğitim öğrenim süreci kuvveden fiile dönüşmeye başlar. (Ne yazık ki bu her yeni gelen iktidarca ötelenmektedir.)

İşte o zaman, kayıtsız şartsız, “Osmanlı bir Türk devletidir” önermesini çakamazsınız öğrencinin kafasına. Nedenleri, nasıllarıyla, “Osmanlı devleti, bir Türk devleti değildir; ‘Türk’ onun imparatorluğuna dahil bir alay reayadan bir tanesidir”(Berkes) önermesi de, gerçekliğin bir ifadesi olarak, düşecektir sınıfın orta yerine...

Sadece bu mu? Hayır!.. İşte halen yapılanlardan birkaç örnek: Bugün sorgulamayı değil, ezberletmeyi maharet sananlar, bir hap gibi sundukları, “Osmanlı devleti 1299’da kurulmuştur. Bir kişi hükümdar ya da padişah olarak tahta çıktığında, onun adına hutbe okunur ve sikke bastırılır. İlk Osmanlı sikkesi Orhan Bey zamanında 1327’de bastırılmıştır” önermelerini, bıkmadan usanmadan ve kendilerine hiçbir itiraz gelmeden öğrenciye yuttururlar. Elbette bunları, burada yapıldığı gibi ardarda dizmezler. Çünkü o zaman düşünür ya da fark eder, itiraz eder birileri. Bundan dolayı arada mizansenler vardır ve biraz sulandırılır ki yutulması kolay olsun. İlk öğretimden itibaren aynı ‘hap’lar verilir öğrenciye... Çünkü amaç onların düşünmesi, sorması, sorgulaması değildir; aksine, doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünmeden “bilmeleri ve itaat etmeleri”dir. Oysa bu önermeler, birbirini yadsır; çelişiktir.

Osmanlının “Türk birliği” ve İslam için at koşturduğu ve hoşgörüsü anlatılır hala ve buna İspanya’dan sürülen Musevilerin Osmanlı ülkesine kabulü örnek verilir sık sık. Doğru mudur? Öğrenciye sorarsanız bu soruyu, alacağınız iki yanıt vardır: Birincisi, yıllardır aynı bilgi ezberletildiği için, “elbette doğrudur”. İkincisi ise “öğretmenler öyle söylüyor”. Bu durumda, soruyu şu hale dönüştürebiliriz: Öğretmenlerin her söylediği doğru mudur? Hele hele tarihçilerin?.. Yanıtı olan var mı?... Soruyu bir yana bırakıp, dönelim tarih dersinin vecizelerine:

Eğer Osmanlı Türk birliği için kılıç sallıyorduysa, Timur’la yapılan savaşta, neden, sadece Sırplar kalmıştır Yıldırım Beyazıt’ın yanında? Türkler bu savaşta neden terk etmiştir Osmanlı’yı? Yoksa onlar, güzide ve alemi aptal kendilerini akıllı addeden bazı aklı evvel tarihçilerimizin Osmanlıya atfettikleri, Türk birliğini gerçekleştirmek gibi ‘yüce” bir amacı, “Etrak-ı bi idrak” olduklarından dolayı, hiçbir zaman anlayamadıkları ve kavrayamadıkları için mi terk ettiler Osmanlı’yı?

Türkçe’yi, resmi devlet dili olarak kabul eden ve kullanan ilk devlet Karamanoğulları’dır. Ama ideolog tarihçilerimizin, Türk birliğini gerçekleştirme amacı yükledikleri Osmanlının gazabından kurtulamaz Karaman devleti de. “Öç seferini bizzat Sultan Murat, ulemadan aldığı fetvalara istinaden Karaman ülkesine pek fena tahribat yaptırdı. Yapılan tahribat, o zamana kadar görülmemiş bir şekil ve derecedeydi. Türklerin şimdiye değin Hıristiyan ülkelerinde dahi kadınlara tecavüzlerine rastlanmamışken, yağma ve tahripten başka, Karamanoğlu’nun yaptıklarına, bu neviden çirkin şeylerle mukabele edildi”(Mufassal Osmanlı Tarihi, I.Cilt, s.315). O devri yaşamış olan Aşıkpaşazade ise, kaleme aldığı meşhur tarihinde, bu tecavüz senesinde gebe kalan kadınların doğurduğu çocuklardan söz eder(aynı yer).

Bunları ne söz konusu tarihçilerden duyabilirsiniz, ne de tarih dersinde öğrenebilirsiniz.

Ya İslam ve hoşgörü?... Museviler örneği, kimi tarihçilerin ağzında gevelenmekten çürümüş bir sakızdır. Ama bunun yanı başında, onların ısrarla gizledikleri ve görmezlikten gelmeye çalıştıkları taş gibi sert ve soğuk bir gerçek vardır: İspanya’dan sürülen ya da İspanya’yı terk etmek zorunda kalan sadece Museviler değildir; bir de Müslümanlar vardır. Hem Musevilere hem de Müslümanlara, ya Hıristiyanlığa geçin ya da İspanya’yı terk edin denir. Her iki dine mensup olanlardan da bu öneriyi kabul etmeyenler, terk eder İspanya’yı. Museviler genellikle eğitimli ve vasıflı insanlardır. Onların sığınma isteğini, Avrupa’da bazı devletler ve Osmanlı kabul eder. Ya Müslümanlar?... Onlara ne olmuştur? Nereye gitmiştir onlar? İslam için kılıç sallayan Osmanlı Müslümanları da kabul etmiş midir?

Müslümanları kabul etmemiştir Osmanlı. Hoşgörülü Osmanlı’nın, anlatıla anlatıla bitirilemeyen hoşgörüsünden bu Müslümanlara, zerre kadar pay düşmemiştir. Onlar günlerce aç ve susuz, denizde dolaşıp sığınacak yer aramışlardır kendilerine. Ama sonunda çaresizlik içerisinde, geri dönmüşlerdir İspanya’ya. Elbette bir bedeli vardır bunun: Din değiştirmek; Hıristiyan olmak. Ve bedel ödenmiştir.

Tarihten kendi ideolojileri doğrultusunda malzeme çıkarmaya çalışanların karakteristik özelliğidir seçmecilik. Onların önermeleri tarihte olup bitenlere uymasa ve tarihsel gerçeklikler tarafından yalanlansa da, onlar tarihte olup bitenleri önermelerine uygun bir hale getirmekte mahirdirler. Çünkü onlar, kargadan başka kuş, kendi önermelerinden başka doğru bilmezler.

Bunlardan bazıları, dini kisveli, siyasi ve ideolojik bir kurum olan halifelik özlemiyle yanıp tutuşur. Cumhuriyetin siyasi ve ideolojik bir kuruma son verdiğini anlatmazlar. Yapılan dine karşıdır. Bu işlenir. Ellerinde ilk meclisin mebusan fotoğrafları ile derse girip, çadırda Kaddafi’den fırça yiyen, nasihat dinleyen bir başbakanın yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. O başbakan ki, tarikatların sarıklı, cübbeli şıhları, şeyhleri ve ileri gelenleri ile başbakanlık konutunda buluşmuştur. Savunmaya çalıştıkları budur. Kendilerince, birçok mebusanın sarıklı, şalvarlı ve cübbeli fotoğraflarıyla, l997’de olan arasında bağ kurarak propaganda yapmaktadırlar. Keza İstanbul’un fethini temsilen çizilen resimlerde, burçlara üç hilalli bayrak dikmek de vaka-i adiyedendir zaten.

Bunlar, tarihin ve tarih dersinin öğrenciyi ideolojik olarak biçimlendirmek, tek boyutlu düşünmeye yöneltmek için kullanıldığının ilk akla gelen birkaç örneğidir. Bunları daha çoğaltmak ve açmak, ayrıntılandırmak mümkündür. Ama şimdilik gereği yok...

Öğrencinin de özne olduğu, çok yönlü bilgilendirme temelinde, eleştirel düşünme, sorma ve sorgulama alışkanlığını kazandırmaya yönelen bir eğitim öğretim ve öğrenim etkinliği, sürecin diyalektiği gereği, ideolojik cendereyi kıracaktır. İşte o zaman, eğitenlerin de eğitilmesi, bir gereklilik olmaktan çıkıp, bir zorunluluğa dönüşecektir. Çünkü bugünkülerin büyük bir çoğunluğu ve sahip oldukları anlayışla yürütülemez, yaşanamaz o süreç.

Öncelikle felsefeyle tanışmaları gerek bugünkülerin. Tarihe bir ideolojiyle değil, felsefeyle bakmayı öğrenmeleri için. Bunun da yolu tüm tarihçilerin, felsefeye giriş ve tarih felsefesi dersleri başta olmak üzere, en az bir yıl felsefe eğitimine tabi tutulmalarından geçmektedir. Yeni yetişenlere ise bu zorunlu kılınmalıdır zaten.

Bitirirken...

Bugün yaşamakta olan aklı selim hiçbir insan, istese de istemese de tarihe ait olay ve olguların, yaşanmış gerçekliklerin, karşısında ya da yanında yer alamaz ve bunu da bilir. Ki tarihin de buna ihtiyacı yoktur zaten. Bir başka şeyi daha bilir bu insan: Geçmişin bugüne, bugünün de geçmişe taşınamayacağını. Yaşayan insanın aslında nesnellikle yaklaşabileceği, üzerinde düşünüp sorgulayabileceği alanlardan biridir tarih.

Ama ne var ki, ikiyüzlülüğü ve riyakarlığı bir bilinç hali kılan siyasal ve ideolojik anlayışlar, yaklaşımlar ve bunların ‘tarih öğretmeni’ sıfatını taşıyan temsilcileri, tarihi gerçeklikleri bile amaçlarına alet edebilmek için her yolu denemektedirler. Dahası, tarihi olayların ve gerçekliklerin bilgisini gizleyip çarpıtmanın yanı sıra, bu bilgiyi öğrencileri biçimlendirmenin aracı kılarak, onları da kendileri gibi ikiyüzlülüğün ve riyakarlığın bataklığına çekmeye çalışmaktadırlar. Ama onların açmazı da buradadır. Çünkü tarihten beslenmeye çalıştıkları kadar, tarihin, tarihsel olay ve gerçekliklerin bütünsel bilgisinden de “öcü” gibi korkarlar. Bundan dolayıdır ki, sormaya, sorgulamaya, eleştiriye ve farklı yaklaşımlara dayanamaz ve tahammül edemezler.

Felsefeden korkmalarının nedeni de burada gizlidir. Çünkü felsefe, soran, sorgulayan, varolana ya da sunulana eleştirel ve bütünsel yaklaşan bir düşünme etkinliğidir. Felsefi düşünen insan, parça-bütün ilişkileri temelinde bilmeye ve anlamaya çalışır. Varolanın ya da tarihsel olay ve gerçekliklerin sadece kendisine sunulan bilgisiyle yetinmez. Kabulü de reddiyesi de bunun üzerine bina olur. Çünkü, bilmediğiniz ve anlamadığınız bir şeyi ne savunabilir ne de eleştirebilirsiniz.

Felsefi düşünen, soran, sorgulayan, araştıran insanları, sürü gibi güdemezsiniz. İşte bu yüzden, sürüye ihtiyacı olan ve insanları sürüye katmak isteyenler sık sık şöyle der: Sürüden ayrılanı kurt kapar. Felsefi düşünen de bilir ki, sürünün nihai olarak bir tek adresi vardır: Mezbaha!..
Kasım 2002
*Felsefe Öğretmeni; http://www.atalaygirgin.blogspot.com

Konuya ilişkin okuma önerileri:
1- Tarih Nedir? /E. H. Carr / Birikim Yayınları
2- Tarihin Savunusu Ya Da Tarihçilik Mesleği / Marc Bloch / Gece Yayınları
3- Doğunun Devleti Batının Cumhuriyeti /Mehmet Ali Kılıçbay/ Gece Yayınları
4- Benim Polemiklerim / Mehmet Ali Kılıçbay / İmge Yayınları
5- İktidar Ve Tarih / Büşra Ersanlı Behar / Afa Yayınları
6- 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi I-II / Niyazi Berkes / Gerçek Yayınları
7- Yediyüz / Fikret Başkaya / Ütopya Yayınları
8- Fatih ve Fetih / Erdoğan Aydın / Doruk Yayınları
9- Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler / C. Cohen / E Yayınları
10-Nasıl Müslüman Olduk? / Erdoğan Aydın / Doruk yayınları
11-Türkiye’de Devlet ve Sınıflar / Çağlar Keyder / İletişim Yayınları

03 Ocak 2009

Radikal Eleştiri Zamanı

Radikal Eleştiri Zamanı

Fikret Başkaya






1. Yaklaşık son otuz yılda kendinden menkul, ‘kendi kendini düzenleyen piyasa ekonomisi’, sadece en rasyonel değil, aynı zamanda alternatifsiz, insan doğasına en uygun sistem, velhasıl insanlığın yegâne ufku olarak sunulmak istendi. O kadar ki, hızlarını alamayıp ‘tarihin sonunu’ ilân edecek kadar ölçüyü kaçırdılar... Bu amaçla ısmarlama üzerine oluşturulan neoliberal ideolojik tezler devreye sokuldu. Oysa, insanlık tarihi hiçbir dönemde, piyasaya dayalı kapitalist sistem kadar irrasyonel, akıl dışı, akla, mantığa, sağduyuya ve iz’âna aykırı bir toplum düzenine şahit olmadı. Rasyonel [aklî] olmak şurada dursun, piyasaya dayalı kapitalizm, kendi kendini yok edecek virüsü bünyesinde barındırıyor.

Zira, kapitalist sistemde tam bir araç/amaç tersliği söz konusu veya öküz arabanın arkasına koşulmuş durumdadır. Şu basit nedenden ötürü ki, kapitalist sistemde üretimin birincil [öncelikli] amacı insan ihtiyaçlarını tatmin etmek değil, kâr etmektir. Kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir. Her kapitalist kâr etmek, pazarda satmak üzere mal ve hizmet [meta] üretiyor, dolayısıyla kapitalist sistemde kullanım değeri, değişim değerine tâbi veya onun bir tür türevi durumundadır.

Birincisi, üretimin asıl amacı kâr etmektir; ikincisi, elde edilen kârın en büyük bölümü de vahşi rekabetten ötürü yeniden yatırılmak, sermayeye dönüştürülmek durumundadır. Bu da, kâr amacıyla üretimin, üretim için üretim biçimini alması demektir. İşte, araç/amaç tersliği veya öküzün arabanın arkasına koşulmuşluğu durumu dediğimiz bununla ilgilidir. Netice itibariyle her seferinde daha çok üretmek zorunluluğu var ama üretilenin de tüketilmesi şartıyla... Genişletilmiş ölçekte yeniden üretim veya aynı anlama gelmek üzere, her seferinde daha çok üretim ve tüketim sarmalına hapsolmuş bir sistemin bir geleceği olması mümkün değildir.

Kapitalizm durmayı, kendi kendini sınırlamayı beceremediği için, insanlığı ve uygarlığı yıkıma sürüklüyor. Böylesi bir sistemin insanı insanlıktan çıkarmadan, doğa tahribatı yaratmadan, insanlığı ve uygarlığı tehlikeye atmadan yol alması mümkün değildir? Bu tehlikeli gidiş pek kaygı konusu yapılmıyor zira yıkım, sistemin yükseklerinde yer alan ve yıkımın sorumlusu olan küresel oligarşi tarafından şimdilik pek hissedilmiyor...

Fatura yeryüzünün lânetlilerine kesiliyor. Lâkin belirli bir eşik aşıldığında, faturayı herkesin ödemesi gerektiğinde, yıkım sistemin yükseklerinde de hissedilir duruma geldiğinde, artık çok geç olabilir ve geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir...

2. Şimdilerde reel ekonomide deprem yaratan finansal kriz tartışılıyor ama insanlar krizin ne olduğunu şirketlerin baş ekonomistleriyle, egemen medyanın köşe yazarlarından ve kapitalizm hakkında fikir sahibi olmayan iktisat profesörlerinden öğreniyor. Kapitalizmin ne menem bir şey olduğundan habersiz olanların kapitalizmin krizine dair söyleyecek sözü olabilir mi? Aslında söz konusu olan ne sadece finansal krizdir, ne de bir resesyondan [durgunluktan] ibarettir, söz konusu olan kavramın gerçek anlamında depresyondur.

Otuz yıldır kendinden menkûl, kendi kendini düzenlediği tevatür edilen piyasanın her türlü sorunu çözeceğini ileri sürenler, şimdilerde tam bir pişkinlikle tam tersini söylüyorlar... Söyleyene değil söyletene bak denmiştir... Egemen çevrelerde dillendirilen özetle şöyle: sermaye piyasalarının kendi kendini düzenlemede yetersiz kaldığı; finansal akışkanlığın ölçüyü kaçırdığı, işadamları cenahının gözü doymazlığı ve ahlâk zaafı... Gelir dağılımı bu ölçüde bozulur, emekçi halk çoğunluğunun satın alma gücü bastırılırsa, insanların kapitalizmin ürettiği mal ve hizmetleri satın alamaz duruma gelmelerinde şaşılacak ne var?

Aslında başlangıçta söz konusu olan [subprime, morgage veya ipotek krizi] bir borç krizidir ve satın alamaz durumda olanları borçlandırmakla ilgiliydi. Kapitalistlerin yoksullaştırdıkları insanlara söyledikleri şu idi: satın alamıyorsan kredi al, borçlan... Ellerinde o kadar büyük finansal sermaye birikmişti ki, mutlaka satmaları, değerlendirmeleri gerekiyordu, zira değerlendiremezlerse sermaye değersizleşecekti... Bu yüzden ödeme gücü olmayanlar borçlandırıldı.

O halde sanal ekonomi [économie virtuelle] denilenin gerçek dünyadaki [reel ekonomi] karşılığı, tüm dünyadaki satın alma gücünden başka bir şey değildir. Aradaki fark şimdilerde olduğu gibi devasa boyutlara ulaştığında, bir düzeltme operasyonu kaçınılmazdı ve şu anda yaşanan odur ama düzeltmenin faturasını işçiler, daha geniş anlamda emekçiler, velhasıl yeryüzünün lânetlileri ödemek koşuluyla.

Elbette emekçi halk sınıflarının, ortaya çıkmasında hiçbir sorumlulukları olmayanların, krizin faturasını ödemeleri bir zorunluluk değil... Faturayı sahibine iade etmek de mümkün. Bunun için kapitalist sınıfın üretim araçları üzerindeki mülkiyet tekeline son vermek üzere sahaya çıkmak gerekiyor. Bir kutupta zenginlik yaratabilmesi, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet yaratmaya bağlı olan kapitalizmin dışına çıkmaya cüret ve cesaret edildiğinde, velhasıl paradigma değiştiğinde, artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Bunun için asıl tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışabilmek yeterli bir başlangıç olabilir...

3. Bu vesileyle şu soru akla gelir: neden hiç kimsenin istemediği, arzu etmediği ama bedelini emekçi sınıfların ödemek zorunda kaldığı krizler ortaya çıkıyor?

Bu sorunun cevabı, kapitalist üretim tarzının mantığında, temel hareket yasalarında, Marx’ın kapitalist birikimin temel yasası dediğinde saklıdır. Zira orada yine Marx’ın tam bir açıklıkla ifade ettiği gibi, sosyal üretim koşullarının kapitalist sınıfın özel mülkiyetinde olduğu durumda, üretimi artırmayı amaçlayan tüm araçlar, üretici [sınıf] üzerinde birer sömürü ve baskı aracına dönüşüyor.

Dolayısıyla, şimdilerde dillendirildiği gibi kapitalistleri insafa ve sorumlu davranmaya davet ederek, sorunun üstesinden gelinebileceğini düşünmek, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır. Zira, kapitalizm ahlâk, merhamet gibi kavramlara yabancıdır, bu tür kavramlar ve kaygılarla ilgili değildir. Daha da ötede, her bir tekil kapitalistin süreci etkilemesinin mümkün olmadığı bir durum söz konusudur. Tekil olarak her bir kapitalistin bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Yıkıcı, vahşi bir rekabet ortamında faaliyet gösteren her kapitalist, her türlü yola başvurarak toplam artı-değerden daha büyük pay almak, sermayesini büyütmek üzere, hiç durmadan ileriye doğru kaçmak zorundadır. O, kör gidişin bir unsurundan başka bir şey değildir. Başka türlü ifade edersek, yok olmamak için büyümek zorunda olan biridir...

Marx, Kapital’in Almanca birinci baskısı için yazdığı önsözde bu duruma açıklık getiriyor: “Olası bir yanlış anlamayı önlemek için bir noktayı belirtmek isterim. Kapitalisti ve toprak sahibi soyluyu, hiç bir şekilde pembeye boyamadım. Ama burada kişiler, ekonomik kategorilerin temsilcileri oldukları, belirli sınıf ilişkilerini ve sınıf çıkarlarını kişiliklerinde topladıkları ölçüde ele alınıp incelenirler. Toplumun iktisadî biçimlenişinin evrimini doğal tarihin bir süreci sayan bana göre, bireyi, o kendini öznel olarak bu ilişkilerin üzerine ne denli çok çıkarırsa çıkarsın, toplumsal olarak yaratığı kaldığı bu ilişkilerden... sorumlu tutulamaz.”[1] Bu yüzden kapitalistlerden ahlâkî bir davranış beklemek, olsa olsa kara mizah alanını ilgilendirebilir... Gayet açık bir nedenden ötürü ki, orada değeri, ‘zenginliği’ yaratan insan faaliyeti meta kategorisine indirgenmiş durumdadır... Bir amaç değil araçtır... Eğer bir gayri ahlâkilik söz konusuysa, o zaman yapılacak şey, soruyu gerektiği gibi sormaktır: Onu ahlakî olmaktan çıkaran nedir? Üretim ilişkilerini, üretici sınıfın [işçi sınıfının] üretim araçlarına yabancılaşmışlığı durumunu atlayarak, yok sayarak, sorunların çözülebileceğini ileri sürmek, en iyi koşullarda ahmakları aldatmaya yarayan ideolojik bir manipülasyondur. Zira işçi, başkası için mal üretirken insanlığından oluyor, hayatını kazanırken kaybediyor...

Kapitalistleri, son otuz yıldır lânetlenen devlet müdahaleleri, devlet düzenlemeleri mi insafa getirecek? Kapitalizm hakkında asgarî bilgi sahibi olan biri için bu sorunun cevabı asla olabilir. Zira, söz konusu olan bir üretim tarzıdır ve kapitalist üretim tarzı ekonomik, politik, ideolojik... kertelerin veya belirleyiciliklerin diyalektik bir bütünüdür. Dolayısıyla ne devletten ayrı, devletten bağımsız bir ekonomi [ekonomik sistem] söz konusudur, ne de ekonomi dışında bir devlet mümkündür. Başka türlü ifade edersek, devlet kapitalizmdir, kapitalizm de devlettir... Eğer öyleyse devleti kim düzenleyecek?

Devletin niteliği burjuva olarak kalmaya devam ettikçe, yapılan tüm düzenlemeler, sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, kapitalist sınıfın çıkarını gözetmek durumundadır. Bu yüzden son dönemde peş peşe açılan ekonomi paketleri, sadece sermayenin imdadına yetişmeyi, sıkışan sermayeye nefes aldırmayı, emekçi sınıflar aleyhine olmak üzere sermayeye yeni değerlenme alanları açmayı amaçlıyor. Gerçek durum öyledir ama söylem farklıdır. Sık sık, herkes elini taşın altına koysun, koymalı... deniyor. Taşın altındaki el her zaman aynı el değil mi? Başka türlü olabilir mi? İşte işsizliği önlemek, istihdamı artırmak için programlar, paketler gündemde...

Aslında bütün bu paketlerin, programların birincil amacı, sermayenin kârını güvence altına almaktır. Sermayenin ürettiği mal ve hizmetlere talep yaratmaktır... Söz konusu paketlerin hazırlanmasında krizin yükünü taşımak durumunda olan emekçi halk çoğunluğunun bir dahli var mı? Kapitalizm reforme edilebilir değildir. Hep ekonomik büyümeden, ekonomik büyüme oranlarını yükseltmekten söz ediliyor. O kadar zamanda ‘yüksek büyüme oranları’ insanlığın hangi temel sorununu çözdü? Toplumsal ve ekolojik kötülüklerin gerisinde kârı azamileştirmek dışında hiçbir amaç taşımayan ekonomik büyüme yok mu? Hastalığı müzminleştiren ilaç hâlâ neden derdin şifası gibi sunulabiliyor? Kapitalizmin insanlığın ihtiyacı olmayan şeyleri yanlış yöntemlerle ürettiği artık ortada değil mi?

4. Fakat ‘büyük insanlığın’ yüzleşmek durumunda olduğu kötülük sadece ekonomik krizden kaynaklanan sosyal nitelikteki kötülükler değil. İnsan ve toplum yaşamının tüm veçhelerinde görüntü giderek kararmakta, ekonomik krize ekolojik kriz, enerji krizi, gıda maddeleri krizi, iklim krizi, atmosfer krizi, vb. de eşlik ediyor ve tüm bu krizler karşılıklı olarak birbirini derinleştiriyor. Elbette yeryüzünün doğal ve beşeri zenginliğinin %85’nin dünyanın ayrıcalıklı %15 tarafından sahiplenildiği bir dünyada, neoliberal efendilerin vaat ettiği demokrasi, barış ve insan hakları sadece bir retorik olarak kalmaya mahkûm.

Böyle bir dünyada barıştan ve demokrasiden söz etmek abestir ama savaş istisna değil kuraldır. Zira % 15’in ayrıcalıklı konumunu ve statüsünü devam ettirebilmesi, % 85’i sofradan uzak tutmakla mümkündür. Bunun da yolu savaştan geçiyor. Dünya nüfusunun %85’ini oluşturdukları halde kaynakların ancak %15’ine sahip olanlar, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanma iradesini ortaya koyduklarında, emperyalizmle çatışmayı da göze almak durumundalar. Nitekim dünyanın birçok bölgesindeki savaşlar ve çatışmalar doğrudan bu durumla ilgili. İşte Afganistan, Irak, Afrika’daki çok sayıda savaş ve çatışma yeryüzünün lânetlilerini sofradan uzak tutmak için çıkarılan savaşlar ve o amaç için peydahlanan çatışmalar.

Demokrasiye gelince, ekonomik planda özerk olmayan birinin politik planda özerk olması mümkün değildir. Nüfusun %1’nin zenginliğin %25’ine, nüfusun %20’sinin gelirin %85’ine el koyduğu bir ülkede ve bir kişinin 58 milyar dolarlık servete sahip olduğu bir dünyada demokrasi, barış ve insan hakları ancak bir retorik olarak mümkündür...

5. Artık XXI’inci yüzyılın başında insanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiği aşmakta olduğunu söylemek, karamsarlık tohumları ekmek, felâket tellâllığı yapmak değildir. Söz konusu olan kritik bir kavşaktır ve kavşaklar durulan değil, istikâmet değiştirilen yerlerdir. Zaten fazla seçenek de yok, seçenekler ikiye inmiş durumda: ya mevcut yıkıcı, akıl dışı eğilimler ve süreçler, velhasıl kör gidiş kaldığı yerden pupa yelken yol almaya devam edecek bu sağa viraj almak demektir ki, kâbusun büyümesi, yıkımın derinleşmesi ve hızlanması anlamına gelecektir: açlık, sefalet, boğazlaşmalar, devlet terörü, savaşlar, ekolojik yıkımın derinleşmesi... ; ya da aracın direksiyonunu sola çevirmek...

Ufukta bu ikisi dışında bir ara yol, üçüncü bir seçenek yok. Fakat kör gidişi durdurup aracın direksiyonunu sola çevirmek de yeterli olmayacak. Dolayısıyla üç düzeyde radikal dönüşüm gerekiyor:

1. Araç değişmek durumunda; 2. Aracın istikâmeti değişmek durumunda; 3. Direksiyondakiler değişmek zorunda. Velhasıl insanlığın sosyalizm dışında bir seçeneği yok. Bu aşamada sosyalist deneylerin iflasından hareketle bu seçeneğin de gündem dışı olduğu söylenebilir, söyleniyor ve söylenecektir.

Oysa ortada tam bir yanlış değerlendirme ve yanlış anlama var: iflas eden XX. yüzyıl ‘sosyalizmleri’, sosyalizmin karikatürü bile değildi. Dolayısıyla biz geleceğin sosyalizminden, XXI. yüzyıl sosyalizminden söz ediyoruz. Geleceğin sosyalizmi XX. yüzyıldakiler gibi olmayacak, reel sosyalizm denilene benzemeyecek, benzememesi gerekiyor... Söz konusu deneyler iflas etti zira, kapitalizmin mantığından radikal bir kopuş söz konusu değildi. Kapitalizmin üretim ve tüketim modelini taklit ederek, onu yeni bir söylemle [sosyalist] yeniden üreterek, yeni, farklı, orijinal bir toplum düzeni kurulamazdı... Kapitalizmin mantığından radikal bir kopuşun söz konusu olmadığı koşularda, çelişik olarak kapitalist anlamda bile ekonomik etkinliği gerçekleştiremediler, demokrasiyi ihmal ettiler. Politik planda da anti-demokratik ve totaliter rejimler olmaktan kurtulamadılar. Velhasıl hiçbir zaman paradigmatik bir kopuş söz konusu olmadı. Sadece temel üretim araçlarını devletleştirmek ve merkezi plan, sosyalizm yolunda ilerlemek için yeterli değildi. Zira, devletleştirmek sosyalleştirmek değildir.

Elbette üretim araçlarının mülkiyetinin kapitalist [burjuva] sınıfının elinden alınması sosyalizm için olmazsa olmaz koşuldur ama kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesi zorunlu ve otomatik olarak mülkiyet sorununun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Bu vesileyle mülkiyet kavramıyla ilgili bir hatırlatma yapmak uygun düşüyor, zira mülkiyet kavramıyla ilgili tam bir yanlış anlama veya kafa karışıklığı geçerli. O kadar ki, mülkiyet nerdeyse tabu mertebesine çıkarılmış durumda... Mülkiyet demek, başkasının emeğini sömürmeye imkân veren üretim araçlarına sahip olmak demektir. Yoksa şahsi veya ailevî kullanım için sahip olunan şeyler mülkiyet kavramının dışındadır. Bir insanın özel kullanımı için gerekli araçlar: bir çiftçinin iki öküzü, traktörü, kendine yetecek kadar toprağı, kap/kacak, halı/kilim, buzdolabı, çamaşır makinası, ev, araba, vb. mülkiyet değildir. Mülkiyet sahibi olmak bulaşık makinasına sahip olmak değil, bulaşık makinası fabrikasına sahip olmaktır. Sınır, başkasının emeğinin sömürüldüğü yerde başlıyor...

Reel sosyalizmler denilen sosyal formasyonlarda geçerli olan, nihai amacı emperyalist Batı’nın üretim ve tüketim düzeyini yakalamayı amaçlayan bir tür kalkınmacılıktı. Oysa, Batılı sömürgeci/emperyalist devletlerin daha önce yaptığını yapmak, onları aynı temel üzerinde taklit etmek hem mümkün değildi, hem de arzulanır bir şey değildir. Böylesi bir yönelimle yeni, farklı, orijinal, daha güzel bir dünya [un monde meilleur] kurulabilir miydi? Böylesi bir projeden hareketle her türlü yabancılaşmadan arınmış, kadınların ve erkeklerin emansipe [özgürleştiği] olduğu, her türlü ayrımcılığın, hiyerarşinin ve sosyal eşitsizliğin ortadan kalktığı, sömürü ve baskıdan arınmış bir insan toplumuna giden yol aralanabilir miydi?

Elbette bununla bu işin kolay olduğu söylenmek istenmiyor, zira orada söz konusu olan, kökleri binlerce yıl gerilere giden bir sınıflı toplumun yerine yenisini sınıfsız toplumu kurma teşebbüsüyle ilgilidir, dolayısıyla söylenmek istenen rotayı şaşırmamak gerektiğidir... Kaldı ki, kapitalizm koşullarında zaten kalkınma diye bir şey yok ve mümkün de değildir. Orada söz konusu olan sermayenin büyümesi, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Bu yüzden mevcut haliyle ekonomik büyüme denilen bırakın arzulanır bir şey olmayı, tüm kötülüklerin kaynağıdır...

6. Sosyalizm, klasik liberalizmin vaatlerinin bir yanılsama olduğunun anlaşılması üzerine, liberalizme radikal bir eleştiri olarak sahneye çıktı. Zira, bir politik felsefe ve bir ekonomik doktrin olan liberalizm, insan özgürlüğü [emansipasyon] sorununu veya bireyin özgürleşmesini bir amaç [finalité] olarak değil, bir araç olarak görüyordu. Adalet ve genel toplum çıkarını gerçekleşmeyi vaat ediyordu ama ona ulaşmak için, Eski Rejim döneminde gelenek, despot ve Kilise [din] tarafından bastırılmış, boğulmuş kişisel [bireysel] aklı özgürleştirmeyi ve bireysel girişimin önünü açmayı yeterli koşul sayıyordu... Dolayısıyla geleneksel [eski] bağımlılıklardan kurtulduğu söylenen bireyin neyin içine düştüğü gerçeğini, bireyin nasıl yalnızlaştığı/çaresizleştiği, ne tür bir can pazarına düştüğü gerçeğini, kapitalist sistemin dayattığı vahşi sömürüyü, baskıyı ve yabancılaşmayı yok sayıyordu.

İşte sosyalizm kapitalizmin yeni dönemin ‘modern barbarlığını’ aşmayı amaçlayan, son tahlilde bir ücretli kölelik düzeni olan kapitalizmin ötesine geçme perspektifine sahip bir özgürleşme [emansipasyon] felsefesi olarak ortaya çıktı. Fakat sosyalist örgütler ve reel sosyalizmler tuhaf bir şekilde çocuğu leğendeki kirli su ile atmak gibi bir yanlışa düştüler. Demokrasiyi ve özgürlüğü hafife aldılar veya savsaklamakta bir sakınca görmediler. Oysa, bireysel özgürlüğü ve gerçek demokrasiyi hafife alan, önemsemeyen bir sosyalizm mümkün değildir.

Büyük Fransız Devrimi’nin sloganları olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik insanlığın önünde hâlâ gerçekleşmesi gereken başlıca amaç olarak duruyor. Velhasıl insanın yabancılaşmadan kurtuluşu sorunu, insanlığın çözmek durumunda olduğu temel sorun olmaya devam ediyor. Lâkin, kapitalizmin neden olduğu kötülükler sadece sosyal ve insânî mahiyette değil. Şimdilerde ekolojik yıkım, insanlığı ve uygarlığı yok oluşun eşiğine taşımış durumda. İşte böylesi bir dönemde radikal eleştiri hayati önem arz ediyor. Teorik radikal eleştiriye eşlik eden pratik radikal eleştiri vakitlice gerçekleşmezse, insanlığın geleceği ilelebet kararabilir... Bu derecede teknik gelişmişlik düzeyine ulaşmış bir insanlığın kendi kendini yok etmekte olduğunu iddia etmek saçma görünebilir. Kapitalizm koşullarında bilimin ve teknolojinin kâr etmenin, yok etmenin hizmetinde olduğu hatırlanırsa, telaşın ve kaygının haklılığı anlaşılacaktır.

Demek ki, önümüzdeki dönemde politik mücadele iki amacın gerçekleşmesi perspektifine sahip olmak durumunda: 1. İnsanı yabancılaşmadan kurtarmak, özgürleştirmek; 2. Tam bir varoluş [existencielle], yok oluş sorunu haline gelen insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak.

Böyle bir hayati misyonu omuzlayacak muhtemel aktörler ne yazık ki, henüz ortada görünmüyor. Burjuva partileri iddia edildiği gibi ‘kamu çıkarını gerçekleştirmeyi amaçlayan politik formasyonlardan çok parti başkanlarının şirketi durumunda. Burjuva politikacıları da politikacıdan çok profesyonel futbolculara benziyor. Türkiye’deki durumu anlamak için bir adım ileri gitmek gerekiyor zira bizde siyasi partiler sadece şirkete benzemiyor, aynı zamanda asıl devlet partisinin taşeronu olmaktan kaynaklanan bir zaafla da mâlûller... Bizde siyasi partiler profesyonel politikacıları ve yakın çevrelerini zenginleştirmek, bu amaçla bütçeyi ve hazineyi yağmalamak için var...

Sosyalist muhalefet, sosyalist ve komünist partiler başlangıçtaki radikal perspektife ihanet ettiler, ücretli kölelik rejimi olan kapitalizmi yıkıp, komünist toplumun yolunu aralama perspektifini bir yana bırakıp, burjuva düzeninin birer unsuru, bileşeni haline geldiler. Söylemleri farklı olsa da kapitalist sömürüyü, bir bütün olarak kapitalizmi ve emperyalizmi meşrulaştırmanın araçları haline geldiler. Bu örgütlerin teşhir ve mahkûm edilmeleri gerekiyor. Zira, ideolojik bulanıklık yaratarak, muhtemel radikal oluşumların önünü kesiyorlar, değilse zorlaştırıyorlar.

7. Mevcut gidişin, geçerli süreçlerin ve eğilimlerin sürdürülemez, kabul edilemez, katlanılamaz, abes, vb. olduğunu söylediğinizde tuhaf bir ‘tepkiyle’ karşılaşıyorsunuz... Bu durum değişmelidir, hem de bu vakitlice gerçekleşmelidir dediğinizde, cevap hazır: insan bencildir, insanı değiştiremezsin, vb. Bu tavır, kökleri çok gerilere giden egemen ideolojinin neden olduğu ideolojik köleliğin bir sonucu.

Her şeyin değiştiği, değişmek durumunda olduğu bir dünyada, insan bundan neden muaf olsun? Kaldı ki, kapitalist çağın ‘modern’ insanı kadar değişmiş başka bir canlı türü var mıdır? Şu anın insanı onun değişmiş hâli değil mi? Neden başka türlü de değişmesin? Farklı bir toplumsal düzen, farklı bir yaşam tarzı düşüncesi, kavramın olumsuz, [pejoratif] anlamında ütopik sayılıyor. Doğal kaynaklar ve üretim araçları toplumun ortak malıdır, dolayısıyla ortak kullanımına sunulmalıdır dediğinizde bir elin beş parmağı aynı mı? deniyor... Bunu diyenle dedirten arasındaki ayrımı gözden uzak tutmamak gerekir...

Oysa sadece kendi çıkarını düşünen, kendi çıkarının peşine koşan insan [homo economicus] burjuva filozoflarının bir uydurmasıydı. Bu gün bu görüş yaşanan süreç tarafından tam bir kesinlikle yalanlanmış durumda. Üstelik genetik alanındaki gelişmeler tarafından da yalanlanmış durumda.

Bir yalanlama da Marx tarafından Feuerbach Üzerine Tezler’in altıncısında mevcut: “... Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.”[2] . Velhasıl başka bir dünya, başka bir toplum, başka bir insan hem mümkün hem de arzulanır bir şey. O zaman geriye potansiyeli gerçekleştirmek için sahneye çıkmak kalıyor... İnsanın rüştünü ispatlamasının başkaca bir yolu da yok...

[1] Le Capital, livre I, p. 6.
[2] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Sol yayınları 5. baskı, Ankara, 2004, s. 23.

06 Aralık 2008

Melih Cevdet Anday'ın "Defne Ormanı" eşliğinde "felsefi şiir" ve felsefenin işlevi üzerine

M. C. Anday’ın “Defne Ormanı” eşliğinde
“felsefi şiir” ve felsefenin işlevi üzerine

Atalay GİRGİN
*

Defne Ormanı


Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri
İçin felsefe yapıyorlardı, çünkü
Ekmeklerini köleler veriyordu onlara;
Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için
Felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini
Köle sahipleri veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.


Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.
Ve yıkıldı gitti Likya.


Felsefenin ekmeği yoktu, ekmeğin
Felsefesi. Ve sahipsiz felsefenin
Ekmeğini, sahipsiz ekmeğin felsefesi yedi.
Ekmeğin sahipsiz felsefesini
Felsefenin sahipsiz ekmeği.
Ve yıkıldı gitti Likya.
Hâlâ yeşil bir defne ormanı altında.(Sözcükler, sy. 220, Everest yay.)

Melih Cevdet ANDAY

28 Kasım 2002 tarihinde aramızdan ayrılan Melih Cevdet Anday, bir söyleşisinde, “Şiir” der, “felsefeye bitişir”1. “Defne Ormanı” da bu şiirlerden biridir. Her “şiir (…) felsefeye bitiş”mese de, bu “şiir (…) felsefeye bitiş”iktir.

Son yıllarda Yücel Kayıran’ın dillendirip yazıya döktüğü “Felsefi Şiir” yaklaşımı ve söylemi açısından da değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğüm Melih Cevdet Anday’ın 1970 yılında yayımlanan “Göçebe Denizin Üstünde” adlı yapıtında yer alan “Defne Ormanı”nı, ilk kez, Yıldız Silier’in “Özgürlük Yanılsaması”2nda okumuştum. Okuduğum an da bende yarattığı ilk çağrışımı, Althusser’i anımsatmak oldu. Althusser ki, felsefenin, “teorideki sınıf savaşı” olduğunu belirten düşünürdür. Belirli bir yer ve zaman koşullarında ortaya konan ve “şu” diye gösterebildiğimiz her felsefi düşünce ve felsefi sistem, açık ya da örtük bir biçimde bu niteliğe sahiptir.

İşte Anday, “Defne Ormanı” şiiriyle, günümüzde bile bunu kavramayan ya da unutan ve bundan dolayı kendinde bir şey olarak felsefeden veyahut da belli bir felsefe dalından kıymet-i harbiyesi kendinden menkul beklentiler içerisine giren felsefecilerin aksine, bu hakikatin altını çizer. Ki “Defne Ormanı” şiiri, edebi değerinin ne olup olmadığı bir yana, salt bu açıdan bile değerli ve önemlidir.

Bundan dolayı bu şiir, yalnızca “felsefi şiir” tartışmaları açısından değil, aynı zamanda felsefenin işlevini düşünmek ve sorgulamak açısından da değerlendirilmeyi gerektiriyor.

Felsefenin amacı yoktur

Amacım, bu yazı bağlamında hem kısaca felsefenin işlevine hem de “felsefi şiir” açısından birkaç noktaya değinmekle sınırlı. Özel olarak Silier ve Kayıran’la (ki Kayıran’a ilişkin daha geniş bir eleştirel değerlendirme yapmış olsam da) polemik ya da tartışma değil elbette (Böylesi bir polemik, en azından benim için, salt o konuya ve soruna hasredilmiş bir yazıyı gerektirir çünkü. Bunu yazıyor olmam da, ileri sürdüğüm düşünceleri savunmayacağım, bunların ardında durmayacağım anlamına gelmiyor yine de.).

Buradan hareketle; öncelikle, “ideolojinin örtüsünü kaldırıp toplumsal gerçekliği anlamamızı sağlayacak kavramsal araçları geliştirmek, çağımız sosyal ve politik felsefesinin en temel görevlerinden biri.”3 dedikten sonra, “Son sözü Melih Cevdet Anday’a bırakıyorum.” diyerek, sanki söylediklerine bir dayanakmışçasına, hemen ardı sıra “Defne Ormanı” şiirini aktaran Silier’in, bu şiiri yanlış anladığını düşündüğümü de belirtmeden geçmemem gerek. Çünkü yukarıdaki alıntıda Silier’in “sosyal ve politik felsefe”ye biçtiği ne görev ne de “görevlerden biri” ile Anday’ın şiirine içselleştirdiği, belli bir yer ve zamanda felsefi düşünenin düşünce ve söyleminin ürünü olan felsefenin işlevi, görevi ve amacı arasında uzaktan yakından bir ilişki vardır. Dahası, felsefenin kendinde bir şey olarak herhangi bir amacı, işlevi ve görevi de yoktur.

O, yani felsefe, belli kabuller temelinde yapılan düşünme, söyleme ve hatta bunlara bağlı bir biçimde eyleme etkinliklerinin genel adıdır. Bu kabullerin başında da, akla dayalı olmak gelir. Ardı sıra sormaya, sorgulamaya dayalı, eleştirel ve tutarlı bir biçimde genel ve öznel olma, vb. kabuller yer alır. Bu kabuller toplamının, kendinde bir şey olarak bir ya da birden fazla amacı, işlevi ve görevi olduğunu düşünmek, nelik ve gerçeklik ilişkisini unutup yanılsamalı bir kavrayışla hareket etmekten öte bir anlam taşımaz. Çünkü böylesi bir kavrayış, belli bir yer ve zamanda, içerisinde yaşadığı toplumsal ve tarihsel koşullarda, bireysel ve toplumsal/sınıfsal/dinsel/siyasal tercihlerini, olanakları ve olanaksızlıklarını, özlemleri ve isteklerini, kaygıları ve korkularını içeren yaşanmışlıkları eşliğinde felsefi düşünen, söyleyen ve eyleyen insanın, bu etkinliklerinde açık ya da örtük bir biçimde varolan amaç ve işlevi genellikle görmezlikten gelmeye neden olduğu gibi, bazen de yanılsamalı bir biçimde onu felsefenin amacı, işlevi ve görevi olarak algılamaya ve algılatmaya neden olur.

Ne var ki, bu yanılsamalı durum ya da yanılsamalı bilinç hali, yalnızca felsefe ve felsefeciler arasında değil, bir çok etkinlik alanında da hükmünü sürdürmektedir. Edebiyat üzerine düşünen, yazan ya da edebiyatçı sıfatını taşıyan bir çok insan, kendinde bir şey olarak, genel olarak edebiyatın amacı ve işlevi olduğunu düşünür. Tıpkı bunun gibi, bir çok din adamı ya da dindar, dinin amacı olduğunu, siyasetçi siyasetin; bilim adamı bilimin; felsefeci felsefenin amacı olduğunu düşünür, söyler ve yazar. Oysa bu doğru değildir. Çünkü amaç ve işlev, hatta görev ne denli genellik hükmüne büründürülürse büründürülsün, belli bir yerde ve zamanda yaşayan, eyleyen ve söyleyen “şu” diye gösterebildiğimiz insan ya da benzer etkinlikleri benzer düşünce ve kaygılarla gerçekleştiren insan toplulukları ve onların ortaya koydukları ürünler için geçerlidir. Ki bu da çağdan çağa, toplumdan topluma, hatta aynı toplum içerisinde bile, aynı genel etkinliğin şemsiyesi altında sayılan, konumlandırılan/konumlanan kişiden kişiye değişir. Daha ötesi değil… Bundan dolayı, bir genelleme düzeyinde, kendinde bir şey olarak ne edebiyatın ne felsefenin, ne de aşkın ve değişmez kutsallık atfedilmiş, düşsel/düşünsel bir varlıkla temellendirilmiş olan dinin, ne de bilimin, vb. genel etkinlik alanlarının ve adlandırmalarının, aşkın ve değişmez bir amacı, işlevi ve görevi vardır.

Kendini dinamitleyen bir "peotik tasarım" : “Felsefi şiir”

“Felsefi şiir” olur mu olmaz mı tartışmasının, bu tartışma sırasında üretilen, ileri sürülen düşüncelerin değeri ve önemi ne olursa olsun, abesle iştigâl bir tartışma olmaktan öte bir değerinin olmadığını daha baştan belirtmek gerek. Çünkü siyasi, dini ya da ideolojik, vb. şiir ne denli olanaklıysa felsefi şiir de o denli olanaklıdır. Felsefeyi, şiiri, dahası felsefe şiir ilişkisini, hatta edebiyata içselleşen/içselleştirilen felsefeyi ve bunun yanı sıra dışlayıp ötelediklerinizi ne olarak gördüğünüze, nasıl anlamlandırıp nitelediğinize ve tanımladığınıza bağlı bir biçimde olanaklı ya da olanaksız olduğunu, öznel/bireysel düzeyde söyleyebilirsiniz, “felsefi şiir”in. “Olabilirlik ya da olamazlık” tartışmasını gerektirmeyecek kadar basittir bu.

Ne var ki, Kayıran’ın “Felsefi şiir” söylemi için, sorun bu denli basit değildir. Bunun temel nedeni, Kayıran’ın, salt bir “felsefi şiir”, “Olabilir. Olur. Dahası böyle bir şiir var. Hem de, dünya görüşü ve ideolojik şiirin karşıtı olması anlamında…”4 iddiasının ve “felsefi şiir” nitelemesinin ötesine geçip; bu niteleme ekseninde, bir yandan “kendi şiirime ilişkin” diyerek kendine, tabir-i caizse bir savunma hattı kurması, öte yandan da birbiri ardına eklenen genellik hükmündeki önermeler dizisiyle genel bir “felsefi şiir” retoriği oluşturmasıdır.

Elbetteki her şair, kendi şiirini dilediği gibi niteleyebilir. Buna ilişkin, dilinin döndüğü, düşünsel ufkunun ve birikiminin yettiğince bir poetik tasarım yapabilir. Nitelemesi bağlamında bir retorik oluşturabilir. Kendim çalıyorum kendim söylüyorum, kime ne diyebilir. Kayıran’ın da “Alıngan türe (Horatius) sebep olmak istemem; felsefi şiir, kendi şiirime ilişkin poetik tasarımın ve bu şiirin öznesine ilişkin varlık durumunun teorik tarifinden başka bir şey değildir.”5 derken yaptığı da budur. Dışarıdan birinin, bu retoriğe ilişkin “doğru” ya da “yanlış”, “olur” ya da “olmaz” demesinin ne hükmü ne de anlamı ve gereği vardır. İlginizi çekerse, merak ederseniz ya da bir bağlamına denk düşerse okur geçersiniz yazılanları. Okuduklarınızın doğruluğu yanlışlığından çok, öncelikle tutarlılığı/tutarsızlığıdır önemli olan.

Okuyanı asıl itiraz etmeye yönelten, düşünsel itirazını, eleştirisini yazılı ya da sözlü olarak dışsallaştırmaya iten de budur. Böylesi bir itiraz, eleştiri, hatta yerli ya da yersiz, doğru ya da yanlış bir reddiye, kalem tutan, ak kağıdın üstüne sözcük düşürüp düşünce beyan eden herkesi bekler. Her kalem kuşanan da buna hazır olmalıdır. Çünkü kalem kuşanmak, kaleminden dökülen her sözcüğün, her önermenin hesabını vermeye hazır olmayı gerektirir. Ki bu, aslında bir gereklilikten öte, etik tutarlılığın gerektirdiği bir sorumluluktan kaynaklanan zorunluluktur. Tabii kişi, “Aleme verir talkını kendisi yutar salkımı” misali, “Etik Etik” deyip de iş tutarlılığa gelince “sırra kadem” basmıyorsa… Benim için de geçerlidir bu.

Eğer Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri üzerine düşünüp yazmaya girişmeseydim, muhtemeldir ki, ben de hiçbir şey yazmayacaktım, Kayıran’ın “Felsefi şiir” nitelemesi ve söylemine ilişkin. Ancak söz konusu şiir bağlamında okuyup araştırırken karşılaştığım, Anday’ın “Şiir de ister istemez felsefeye bitişir” sözü ve bunun yanı sıra Afşar Timuçin’in, edebiyattaki felsefeye ilişkin söylediği “edebiyatlaşmış felsefe” nitelemesi , “felsefi şiir” söylemini anımsamama neden olan bir çağrışım yarattı. Bunun üzerine Kayıran’ın, Hürriyet Gösteri’de yayınlanan “felsefi şiir” bağlamındaki yazılarını yeniden okudum.

Bir kez daha gördüm ve fark ettim ki, Kayıran, “felsefi şiir” söylemine ilişkin, genel olarak, teorik yaklaşım gereği, genellik hükmüne bürünen niteleyen önermelerle derdini anlatmaya çalışıyor. Yer yer de bunlara hem nitelemeye hem de içeriğe dönük belirleme ve tanımlama çabasını gösteren önermeler eşlik ediyor. Ve peşi sıra önermelerini temellendirme ve bunlara ilişkin örnekler sunma çabası. Bu önermelerin hepsini bu yazıya aktarıp sorup sorgulayarak tartışacak değilim. İki önermeyi aktaracağım, esas olarak. Bu önermeleri aktarmadan önce belirtmeliyim ki, Kayıran’ın kendi şiiri temelinde bir peotik tasarım için bile olsa, “felsefi şiir” retoriğini sürdürme doğrultusunda ortaya koyduğu düşünsel çabayı ve yazınsal üretimi takdir etmek gerek. Gelelim önermelere :

Bu önermelerden birincisi, Kayıran’ın “Felsefi şiir nedir, ne değildir” başlığını taşıyan yazısının, “Epistemik değil ontik ıra” ara başlıklı bölümünden. “Felsefi şiir, ontik durumu içermekle ıralanan şiirdir”6 önermesi ve “Epistemik değil ontik ıra” sözü, Kayıran’ın tüm temellendirme çabasına rağmen, spekülatif ve “ben söyledim oldu” yaklaşım ve anlayışından öte geçmiyor. Çünkü örnekleme ve açıklama girişimleri ne olursa olsun, hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, her şiir epistemik karaktere sahiptir. Ontik olanın, epistemik olanın dolayımından ve anlamlandırılmasından geçmeksizin dilsel, sözel olarak ifade edilmesi mümkün değildir. Aslında Kayıran da farkındadır bunun. Bu farkındalığını, onun, “felsefi şiir bilgi ortaya koyan bir şiirdir, ama bu bilgi (episteme) ontik temelli bir bilgidir, buna içsel episteme de denilebilir” sözünde de fark etmek mümkündür. Kayıran ısrarla “bu bilginin epistemik şiirin içerdiği bilgiden fark”lı olduğu iddiasını sürdürürken, temel dayanağı, epistemik şiirin “epistemesi”nin “ideoloji ve dünyagörüşü gibi enfermasyondan” kaynaklandığıdır. Oysa, aşağıda aktaracağım ikinci önermede değineceğim üzere, bu ayrım, “felsefi şiir” söylemi ve poetikası açısından geçerli, hatta doğru bir dayanak değildir.

Elbetteki bilgi türlerinin, yani Kayıran’ın deyişiyle “episteme” türlerinin, elde edilişlerinden ortaya konuşlarına, öznenin nesneyle kurduğu bağdan biliş ve anlamlandırışına, vb. dek birbirlerinden farklılıkları vardır. Ancak Kayıran’ın unuttuğu ya da kendi “nev’i şahsına münhasır” “felsefi şiir” sözünün büyüsü altında görmezlikten geldiği temel nokta şudur : Her epistemik olanın, ister düşsel düşünsel, isterse gerçek bir varlığa dayansın, hatta isterse ekstrem bir boyutta, yanılsamalı ya da şizofrenik bir bilinç halinin ürettiği varlığın algılanıp anlamlandırılmasına dayansın, isterse ideoloji ve dünya görüşü kaynaklı bir enformasyona dayansın, her daim ontik temelli olduğudur. Bu noktada, şiirin de, edebiyatın neliği gereği, yazılı ya da sözlü olarak, dilden ve sözden başka ifade biçimi yoktur. Dile ve söze dökülen her şey, hangi mantıksal yaklaşımın ve anlayışın içinden gerekçeler getirirseniz getirin, ister genel isterse öznel olsun her daim epistemiktir. Bundan dolayı (epistemik ve ontik olanın ne olup olmadığı, nasıl ayrıştırıldığı ya da ayrıştırılabileceği tartışması bir yana ki bu ayrıştırma bile epistemik olarak yapılır), yalnızca şiir değil, tüm edebiyat epistemik olanla ıralanır. Ancak,”her epistemik olan, aynı zamanda hem ontiktir, hem de ontik temellidir” gibi genel bir önerme kurarsanız ve bunu temellendirirseniz iş değişir ama Kayıran’da da böyle bir şey yok.

Dolayısıyla, başlığından itibaren bu bölüm ve söz konusu önerme, Kayıran’ın “felsefi şiir” söyleminin en zayıf yerlerinden birini oluşturuyor. Çünkü Kayıran, kendi önermesini temellendirmeye, kendi şiirinin poetikasını kurmaya çalışırken, bu önermenin genelliği ekseninde, farkında olmadan, kim bilir ki belki de bile isteye, paradoksal bir biçimde, tüm şiirin, hatta tüm edebiyatın felsefi olduğu anlayışına kapı aralıyor. Tüm paradoksallığına rağmen bu tartışılabilir elbette. Ancak bunun, Kayıran açısından kendini nakzedişten öte değeri yoktur. Çünkü tüm şiirin, dahası tüm edebiyatın felsefi olduğu gibi bir anlayış, “felsefi şiir” nitelemesi, ayrımı ve söylemini, en hafifinden gereksizleştiriverir. Ve o zaman birileri anımsatıverir : Anday söylememiş miydi zaten, “Şiir de ister istemez felsefeye bitişir” diye…

Kayıran’ın söyleminde zayıf olmaktan daha vahim bir başka nokta var. Ki bu da, aktaracağım ikinci önermede kendini göstermektedir. Burada Kayıran, “felsefi şiir Marksist olmakla ıralanır”7 hükmünü veriyor. Bu önermenin taşıdığı hüküm, “felsefi şiir” retoriğini dinamitlemektedir. Çünkü, “Felsefi şiir”in, “dünyagörüşü ve ideolojik şiirin karşıtı” olduğunu söyledikten sonra, dönüp bir de onun “Marksist olmakla ıralan”dığını ileri sürmek “kendi bindiği dalı kesmek”tir. Eğer Kayıran, “ıralan”ma halini “Marksist olmak”la değil de, göndergesi ve göstergesiyle, tüm öznelliği ve içselliği temelinde kendi şiiri içerisinde ve salt o şiirin öznesine ilişkin bir şey olarak belirleseydi, kendi retoriğini dinamitlemesinden söz etmek mümkün olmazdı. Çünkü bunu tartışmak, hatta üzerine düşünmek bile, birkaç biyografi, monografi yazarının ya da edebiyat tarihçisinin dışında abesle iştigâl olurdu.

Ne var ki, Kayıran, “felsefi şiir”i ıralayan gösterge olarak, kendisinin ve şiirinin dışında da bir neliğe ve gerçekliğe sahip olan bir şeyi seçmiştir. Bu şey, aslında Marksizm de değil, daha özel haliyle “Marksist”lik ya da daha doğru bir biçimde “Marksist olmak”. Ancak Marksizm’siz Marksist olunamayacağına göre, “felsefi şiir”i “ırala”yanın Marksizm olduğunu da veri almak gerek değerlendirmede.

Hal böyle olunca, öncelikle Marksizm’in ne olduğundan kısaca (yazıyı uzatmamak için elbette) söz etmek gerek : Marksizm, adı üzerinde Karl Marx’ın yaptığı ve ileri sürdüğü, güncel ve tarihsel anlamıyla ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal, felsefi çözümlemeler ve görüşler temelinde ortaya çıkmış olan ve bu düşünceler doğrultusunda düşünen, söyleyen ve eylemeye çalışanlarca savunulan siyasal, ideolojik ve felsefi bir öğretidir. Bu bütünselliği temelinde, onun karakteristik özelliği bir sınıflar savaşımı ve devlet öğretisi olmasıdır. Savunucularına, yani her Marksist’e (bireysel ve örgütsel düzeyde), kendinden başlayarak, insanı, toplumu, dünyayı anlama, anlamlandırma, açıklama ve buradan hareketle değiştirme dönüştürme eylemliliğinde, başta sınıflar savaşımı olmak üzere, siyasal ve ideolojik anlamda temel ve total kabuller sunar. Bu haliyle o, aynı zamanda bir dünyagörüşüdür. Bundan dolayı, Marksizm’in siyasal ve ideolojik boyutunu felsefi boyutundan, felsefi boyutunu da diğerlerinden ayırmak mümkün değildir. Ancak bir tane Marksizm yoktur. Aralarındaki tüm farklılıklara rağmen, bunların hepsi de kendisini, şu ya da bu biçimde/oranda Marx’ın düşünceleriyle temellendiren / temellendirmeye çalışan felsefi, ideolojik, siyasal birer türev öğretidir.

Dolayısıyla, Kayıran’ın öznel anlamlandırışı ne olursa olsun, hangi Marksizm’i referans alırsa alsın, bu noktada, “Marksist olmakla ıralan”an, ideolojinin ve dünyagörüşünün karşıtı olarak sunulan“felsefi şiir”, kaçınılmaz olarak ideolojik ve siyasal bir şiir olmakla karşı karşıya demektir. Sözün özü : Kayıran, “felsefi şiir”i Marksizm’e, “Marksist olmakla” karakterize olan bir şiire endekslemek ya da indirgemekle, kendi poetik tasarımını ve söylemini hançerlemiştir. Her ne kadar Kayıran, “Marksist ıra derken, vurgulamak istediğim, şairin siyasal bağlanışı veya ideolojik kimliği değil. (…) Felsefi şiir için önemli olan, şiirde konuşan öznenin edimlerini eşitlik ve adalet talebi gibi Marksist değerlere göre gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir.” diyerek, önermesine kendince açıklama getirmeye ve vaziyeti idare etmeye çalışsa da, bu yukarıdaki hükmü değiştirmez. Yalnızca bu değil, aynı zamanda, Kayıran’ın şiirlerinin tek tek çözümlenmesi, incelenmesi de bunu değiştirmez. Çünkü, O, “yapılan içeriksel bir tanımlama da değil, daha çok forma ilişkin bir çerçeve, bir poetika.”dır demekle, bilinçli ya da bilinçsizce, şiirinin içeriğinden hareketle ortaya konulabilecek anlamlandırmalara, çözümlemelere dayalı olası dayanağın da önüne geçmektedir. Zaten bu noktadan sonra da “Şiirde konuşan öznenin edimlerini Marksist değerlere göre gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir” önermesinin hükmü nedir ki…?

“Kölelerini Felsefe veriyordu onlara”

Anday, 22 tekil sözcük ve bir bağlaç kullanarak yazdığı 21 dizeden ve toplam 89 (başlıkla birlikte 91) sözcükten oluşan “Defne Ormanı”nda, bir yandan felsefeyi kimlerin yaptığına, diğer yandan da bunun işlevine işaret etmektedir. Likya’da felsefe yapanlar “köle sahipleri”dir. Çünkü “köle sahipleri ekmek kaygusu çekmiyordu.”der Anday.

Ekmek kaygısı çekenin, ekmek kaygısı peşinde koşan ve çalışanın felsefi düşünmeye ne zamanı ne de olanağı vardır. Felsefi düşünmek, özellikle Anday’ın şiirinde yer alan Likya koşullarında, hatta günümüz de dahil bütün çağlar boyunca, yaşamak için akşam yiyeceği ekmeği bulup bulamama derdiyle dertlenen, günlük maişet derdi içinde koşuşturan insanın yapacağı bir şey değildir.

Köleleri sayesinde, felsefe yapmak için boş zamana sahip olan köle sahiplerine köle kazandıranın felsefe olması kimilerine manidar ve paradoksal gelebilir elbette. Hele hele felsefeyi ve felsefi düşünmeyi yüceltip yere göğe koyamayan, ondan neredeyse ulvi beklentiler içerisinde olanlar için bu manidarlık ve paradoksallık tartışılmaz bile. Ne var ki, bu algılamanın temel nedeni, felsefenin neliği ve gerçekliğini yanılsamalı bir biçimde kavramaktan kaynaklanır. Çünkü nelik ve gerçeklik ilişkisi doğru bir biçimde kurulup kavranmadığı sürece, kendinde bir şey olarak felsefe, sanki her derde çare harc-ı alem bir etkinlikmiş gibi algılanıp anlamlandırılır, dahası başkalarına da böyle sunulur.

Oysa bu yanlıştır. Bunun yanlışlığına, 21 dizelik “Defne Ormanı”nda işaret eder Anday. Felsefeye ilişkin nelik ve gerçeklik düzeyindeki algılama ve anlamlandırma yanılsaması ve yanlışlığına dikkati çekmek gibi bir kaygıyı taşıyıp taşımadığını bilemesem de, Anday’ın bu şiirinde, onun genel olarak ve değişmez bir amacı ve işlevi olmadığı yaklaşımı içselleşmiştir. Örneğin :
“Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara”. Dizelerinde açığa vurulan, felsefenin, felsefi düşünen ve söyleyene ya da onu kullanana bağlı bir biçimde, kitleleri tahakküm altına alma ve onları egemen olana tabii kılmada nasıl ve ne denli etkili ideolojik bir işleve sahip olduğudur. Buradaki amaç ve işlev ne değişmezdir ne de felsefeye giydirilebilirdir. Çünkü, yanılsamalarla malul bir algılama ve anlamlandırma içerisinde olmayan hiç kimse için bu sonuç, felsefeye ne içsel ne de dışsal bir amaç, işlev ve görev olarak belirlenebilir.

Bir kabuller varlığı olan insan için, felsefenin de neliği temelinde, kabullerinden hareketle genel bir ideoloji olduğunu unutmamak gerek. Gerçekliği söz konusu olduğunda ise, yaygınlık düzeyi ne olursa olsun, “şu” diye gösterebildiğimiz her felsefe, onu ortaya koyanın bireysel, toplumsal, sınıfsal, siyasal ve ideolojik seçişleri ve seçmeyişleri temelinde, felsefi düşünmenin ve bilginin öznelliği gereği, dünyagörüşünü de içeren özel birer ideolojidir. İşte, özel anlamda şu ya da bu ideolojiye, siyasal yaklaşıma, eğitim anlayışına, vb.ne temel teşkil edebilen, bu türden felsefedir. Bundan dolayı her tekil ideolojinin, eğitim ve sanat anlayışının açık ya da örtük bir biçimde üzerinde yükseldiği bir felsefe vardır. Her hangi bir felsefenin ileri sürdüğü düşünceler ve ortaya koyduğu bilgiler yaygınlaşıp ya da yaygınlaştırılıp insanların düşünce, söylem ve davranışlarını biçimlendirir kılındığı ölçüde, hem bir dünyagörüşü hem de siyasal ve ideolojik olarak bireysel ve toplumsal düzeyde maddi bir güce dönüşür. Böylesi bir felsefi düşünce ve bilgi –ki her bilgi, potansiyel olarak, davranışa dönüşmesi gereken bir değer üretir- varolan düzene başkaldırının da, kitleleri tahakküm altına almanın ve varolanı meşru göstermenin de aracı olabilir.

Anday’ın “Defne Ormanı” şiirinde işaret ettiği felsefe, kitleleri tahakküm altına almanın ve onlara varolanı meşru göstermenin aracı kılınan felsefedir. Amacı, işlevi ve görevi olan, özel olarak bu felsefedir. Keza düzene başkaldırının aracı kılınan felsefe ya da felsefeler için de geçerlidir bunlar. Bu tür felsefe de, tekrar etmek pahasına söylemeliyim ki, tarihsel ve toplumsal koşullar temelinde, her daim zamanın şimdisinde, filozofun ya da felsefi düşünenin kendi çıkarları, sınıfsal/toplumsal/siyasal seçimleri, bireysel istek ve özlemleri doğrultusunda ortaya çıkan, biçimlenen, yaygınlaştırılıp maddi güç kılınarak toplumsallaştırılan bir niteliğe haizdir. Böylesi bir felsefe için, bu aşamadan itibaren, salt felsefe olmaktan söz edilemez. Çünkü o artık, bu aşamayla birlikte “şu” ya da “bu” filozofun öznelliğiyle kaim ‘salt’ bir felsefe olmaktan çıkıp, hem bir dünyagörüşüne hem de bir ideolojiye dönüşür.

Sonuç olarak

Buradan hareketle, sonuç olarak şunları belirtmek gerekir :
Öncelikle Silier’in beklentisinin aksine, kendinde bir şey olarak “çağımız sosyal ve politik felsefesinin”, “ideolojinin örtüsünü kaldırıp toplumsal gerçekliği anlamamızı sağlayacak kavramsal araçları geliştirmek” gibi herhangi bir “temel görevi” yoktur. Böylesi bir görev, felsefenin “teorideki sınıf savaşı” olmasına istinaden, ancak ve ancak, toplumsal/sınıfsal/siyasal tercihini, toplumun ezilen sömürülen sınıflarından yana ve varolan düzene de karşı olan felsefeciler için geçerlidir. Bu anlamda Anday’ın “Defne Ormanı” şiiri Silier’in yaklaşımı için bir dayanak değildir. Çünkü Anday, şiirinde, felsefenin kitleleri tahakküm altına alma ve varolanı meşrulaştırma doğrultusunda işlevsel kılınışının altını çiziyor.

Öte yandan, “Defne Ormanı” Kayıran için “felsefi şiir” midir, bilmiyorum. Çünkü örnek olarak belirttiği “felsefi şiir”ler arasında rastlayamadım. Bu anlamda, Kayıran için “felsefi şiir” sayılmasa bile, Anday’ın bu şiiri, onun kendi deyişiyle hem “felsefeye bitiş”en hem de bir çok felsefecinin aksine felsefenin işlevini gerçekliğine uygun ve doğru bir biçimde belirten bir şiirdir. Bu işlevin taşıdığı, ideoloji ve dünyagörüşü boyutu, “felsefi şiir”i, dünyagörüşünün ve ideolojinin karşıtı olmakla belirleyen Kayıran’ı hem yadsımakta hem de onun felsefeyi neliği ve gerçekliğini gözden kaçırarak yanılsamalı bir biçimde kavradığını göstermektedir. Ki Anday’ın,

“Köleler felsefe kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapıyorlardı, çünkü
Felsefelerini köle sahipleri veriyordu onlara;
Felsefe sahipleri köle kaygusu çekmedikleri
İçin ekmek yapmıyorlardı, çünkü kölelerini
Felsefe veriyordu onlara.” dizeleri apaçık göstergesidir bunun. Boşuna denmemiştir, “düşünürün iyisi sanatçı, sanatçının iyisi düşünürdür” (Afşar Timuçin) diye… Anday da bunlardan birisidir işte, her zaman anımsanması, unutulmaması gereken…
· Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

1 Enver Ercan’ın Melih Cevdet Anday’la söyleşisi Düşün Dergisi, Şubat 1986. İlgilenenler için aktarıyorum ki bu alıntının yer aldığı söyleşide, Anday’ın sözünün tamamı ve bağlamı şudur : Felsefeyi doğuran dildir. Ya da felsefi düşüncenin sınırı, dilin sınırı demektir. Şiir de ister istemez felsefeye bitişir.
2 Özgürlük Yanılsaması, Yıldız Silier, Yordam yayınları, 2006.
3 a. g. e., sy. 33.
4 Yücel Kayıran, Hürriyet Gösteri Dergisi, “Felsefi şiir olabilir mi?” dosyası, sy, 56.
5 Yücel Kayıran, Hürriyet Gösteri Dergisi, Aralık 2005, sy. 87.
6 a. g. y. Sy. 85
7 a. g. y. Sy., 84.



23 Kasım 2008

Düzenin Duvarındaki Tuğla : Öğretmen

                          Öğretmen : Düzenin Duvarındaki Tuğla

                                                    Atalay GİRGİN*


Öğretmenlik ve öğretmen… Bir soyutlama düzeyinde değerlendirildiğinde, bir yanıyla, insan yetiştirme sanatıdır öğretmenlik : Bilgi ister, birikim ister. Sabır ister. Yetmez. Duyarlılık ve yaratıcılık ister. Yetmez. Tıpkı bir sanatçı gibi duyarlılığını ve yaratıcılığını bir işi yapabilme becerisiyle birleştirebilmeyi ister. Yetmez. Tüm bunları sevgiyle yoğurabilmeyi de ister. Dahası öfkesine yenilmemeyi, yılmamayı da... Sürekli soran, sorgulayan; düşünen, araştıran, okuyan, kendini geliştiren ve yenileyebilen olmayı da… Egemenlerin kayıtsız şartsız işgüderi olmamayı da ister. Karşısındakilerin yaşı, dini, etnik kökeni, derisinin rengi, cinsiyeti, ekonomik durumu, vb. ne olursa olsun, ayrım yapmaksızın, her daim düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle etik bir tutarlılıkla davranabilmeyi de… Hem de bunların hepsini, “ektiğini en geç biçen” olmak, hatta ektiklerinin sonuçlarını belki de hiç görememek pahasına ister.


Bundan dolayı olsa gerek ki, John Dewey, “Ektiğini en geç biçen çiftçi öğretmendir. Hekim hastasının iyi olup olmadığını görür.” der. “Eğitim Felsefesi” adlı çalışmasında ise Dewey’in noktayı koyduğu yerden devam eder Hilmi Ziya Ülken : Kumandan ya zafer ya yenilişle neticeye ulaşır. Yalnız öğretmendir ki, zaferini görmek için birkaç nesil bekleme zorundadır. Ama bu bekleyiş hakikî bir değişme içindir. Bütün sanatlar, vakaların yüzünde işlediği halde, o insanın değişmesi denen büyük eser üzerinde işler. Bütün sanatlar işlerinin ödülünü yüzlerce misli aldıkları halde, o eserinin yüce gölgesinde unutulmuş kahraman olarak kalır. İnkılâpları o yetiştirir, devrimleri o hazırlar. İlerinin tam kazancı için günün küçük kazançlarından vazgeçmesini yalnız o bilir. İnsanlığın zaferi tarih boyunca yarattığı kültürse, bu zaferin en gönülsüz ve fedaî “meçhul asker”i öğretmendir.

14 Kasım 2008

Gelecek kaygısını aşmak ya da umudu yeşertmek

Gelecek kaygısını aşmak ya da umudu yeşertmek

Atalay GİRGİN

Zamanı hem bireysel, hem de toplumsal olarak, üç boyutlu yaşayan bir varlıktır insan: Dün, bugün ve yarın.

Dün, yaşanmış ve geçmiştir, tüm dünden öncekilerle birlikte.

Bugün ise, dünden kalanlarla beraber, yaşanmakta olan ‘şimdi’dir, ‘şu an’dır; insana dair, çalışmaktan ağlamaya, gülmeye, okumaya, savaşmaktan sevişmeye, düşünmeye,ölmeye kadar aklınıza gelen her tür eylemin, yegane zaman boyutudur. Oysa yarın, yaşanmamış olan, yaşanacağı kesin olmayan, geleceğin adı; tasavvur edilen, olası zaman boyutu.

Yarın, olası zaman boyutu olarak, ontolojik anlamda, varlığını yaşanmakta olan bugüne borçludur. Tasavvur edilen olarak ise, epistemolojik anlamda yarın, hem, bazen gizil, bazen ikincil olmak üzere, dünün bilgisiyle, hem de belirleyen ve başat unsur olarak bugünün bilgisiyle düşünülür, belirlenir. Ki bu durumda, ‘Gelecek Kaygısı’, hem ontolojik, hem de epistemolojik anlamda, varlığı, kısmen dünden izler taşısa da, aslen, bugüne bağlı bir sorundur. O halde bir soru: Bugüne bağlı bir sorunun çözümü, zamanın hangi boyutunda gerçekleştirilir ya da gerçekleştirilmelidir? Elbette ki, yanıtı belli bu sorunun: Bugündür; şimdidir; sorunu çözme eyleminin zamanı. Ne yarındır, ne de dün.

Umut, korku, kaygı. Bu üç kavram, bireysel ve toplumsal anlamda, insanın gelecek tasavvurlarında dönem dönem öne çıkar. Aynı toplum içerisinde yaşayan insanların, nereden, nasıl, nereye baktıklarına ve ne yaptıklarına bağlı olarak,beklentileri doğrultusunda,bu kavramlardan birinin yada ikisinin belirleyici önem taşıdığı farklı gelecek tasavvurları vardır. Ki, filozoflar da azade değildir bundan. Bazen umut, bazen korku, bazen kaygı ve bazen de hem korku hem de kaygı, tek tek kişileri aşıp, toplumun geniş kesimlerinin halet-i ruhiyesi haline geldiğinde, dönemi niteleyen karakteristik bir unsura dönüşür ve işte o zaman döneme damgasını vurur.

13 Kasım 2008

Siyaset ontolojisi açısından Türkiye Cumhuriyeti ...

Siyaset ontolojisi açısından Türkiye Cumhuriyeti, kriz, “Demokratik Cumhuriyet”, vb. üzerine düşünceler (1)

Atalay GİRGİN

Siyaset Ontolojisi Açısından Türkiye Cumhuriyeti

l
Her tekil varlığın bir başlangıcı olduğu gibi bir sonu da vardır. Her yeni devlet, varolanlara katılan yeni bir siyasal varolandır. Dahası her devlet, hatta her siyasal örgüt açık ya da örtük paradigmalarıyla birlikte arz-ı endam eder. Onları bir diğerinden ya da bir öncekinden ayıran paradigmalarıdır. Bu paradigmaları temelinde, temel siyasal metinlerini, söylemlerini, kurumlarını oluşturup devraldıkları kurumları da reorganize edip yeniden biçimlendirmeleridir. Türkiye Cumhuriyeti de, Osmanlı’nın bakiyesi olan topraklar üzerinde kurulmuş olan ve varolanlara katılan yeni bir siyasal varolan, yeni bir siyasal varlıktır.

Siyaset ontolojisi1 açısından, bu yeni varolanın da bir sonu vardır. Hiçbir devlet kurucusu ve sonraki yıllarda devlet yöneticisi olanlar, dahası bu devletin kurucu ideolojisiyle kaim insanlar, söz konusu devletin bir sonunun olduğunu ne kabul etmek ne de bunu düşünmek isterler; bunu kadir-i mutlak sayarlar. Ancak bu durum, tarihsel ve güncel anlamda gerçekliği de gerçekliğin hakikatini de yok etmeye yetmez. İnsanlar gibi, varolanlara katılan yeni varolanlar olarak devletler de içerisinde doğdukları toplumsal, tarihsel, kültürel koşulların damgasını taşırlar. Ekonomik, sosyal, siyasal, askeri ve sınıfsal anlamda dünya, bölge ve ülke dinamiklerinin güçler dengesi temelinde bazen karşılıklı etkileşim bazen de zorlayıcı, biçimlendirici ve tek taraflı ilişkiler ağı içerisinde vücut bulurlar. Dolayısıyla paradigmaları da bu koşullar içerisinde şekillenir ve uygulama alanı bulur. Ne var ki, devletlerin de paradigmalarının da bir sonu vardır.

İçerisinde yaşadığı dünya, bölge ve ülke gerçekliğini ve bunun değişimini kavrayabilen devletler ve asıl olarak da onun egemen sınıfı/sınıfları ve onların siyasal ve ideolojik temsilcileri, söz konusu değişime ve değişimin dinamiklerine uygun paradigma değişikliklerini kendiliğinden yapabilme iradesine ve becerisine sahiptir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti bu devletlerden biri değildir. Bunun tarihsel, toplumsal, siyasal nedenleri vardır elbette.

1789 Fransız İhtilali’yle bayraklaşan ve ardı sıra gelen dönemde yaygınlaşan ulusçuluk/milliyetçilik dalgası koşullarında ortaya çıkan ulus-devlet sürecine en son katılan devletlerden biridir Türkiye Cumhuriyeti. Osmanlı’nın egemenliği altında bulunan ve onun tebaası, reayası olan bazı toplumlardan bile yaklaşık 50 yıllık bir gecikmeyle, geride kalan topraklar üzerinde kurularak bu sürece katılmıştır. Sürekli toprak kaybeden, neredeyse her cephede yenilen bir devletin, kimi asker ve sivil bürokrat unsurlarının önderliğinde tarih sahnesine çıkmıştır. Osmanlı’nın yaşadığı sürecin travmatik etkisi, yeni toprak kayıpları, bölünme, vb. gibi kaygı ve korkuları tetikleyen bir siyasal-ideolojik paranoyaya dönüşmüştür. Eğitim sistemi aracılığıyla, yeni yetişen genç kuşakları da sarmalına alan bu paranoya, özellikle devletin politika belirleyen ve uygulayan sivil-asker kurumları ve yönetici kadrolarına içselleşmiştir.

Dünya, bölge ve ülke gerçekliğini kavramanın ve gereklerini yapmanın önünde bir set oluşturan bu paranoyada, siyasal şizofreninin tüm belirtilerini görmek de mümkündür. Siyasal şizofrenik bilinç haliyle, bir yandan Adriyatik’ten Çin Seti’ne uzanıverme düşlerine kapılanların, Musul Kerkük’ü alıverme ihtimaline kendini kaptıranların, diğer yandan ise bölünme ve parçalanma kaygısıyla “bir tek çakıltaşı bile vermeyiz”, “Irak’ın toprak bütünlüğü korunmalıdır” diye yırtınanların aynı ya da benzer kişiler ve anlayışlar olması rastlantı değildir. Türkiye Cumhuriyeti, iflas etmiş paradigmasının ve kendisini siyasal şizofrenik bilinç hallerine savuran paranoyasının kilitleyen ve hantallaştıran etkisi altında, dünyada, bölgede ve ülkede eski statünün hükmü tarih olmuşken onun peşinde koşturan, gerçekliği kavrayamadığı ve dahası değiştirmeye kadir bir oyuncu olamadığı için hem papağan misali aynı şeyleri tekrarlayan hem de ABD ile AB arasında, tıpkı “iki cami arasında binamaz” misali gidip gelmektedir. Ne var ki süreç, yani dünyanın, bölgenin ve ülkenin değişen gerçekliği, bununla karşılıklı etkileşim içinde oluşan içsel dinemikleri ve uluslararası güçlerin etkisi Türkiye Cumhuriyeti’ne ve geleneksel ulus devlet siyaseti ve anlayışında ayak direyen yönetici eliti ve kurumlarına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’ni hem bölge hem de ülke bazında bu anlayışı aşan paradigmal değişime zorlamaktadır. Günümüzde yaşanan gerilim ve çatışmaların altında yatan en önemli nedenlerden biri, hatta temel olanı budur. Ancak unutulmamalıdır ki, toplumdaki irili ufaklı bir çok kesim bu değişim ihtimaline bile alkış tutsa da, bu değişimin esası, dünya kapitalizminin ve onun egemen sınıflarının ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, bu doğrultuda yapılacak her şey, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzeninin ve onun egemen sınıflarının bekası ve geleceği içindir. Zaten dünyanın neresinde olursa olsun, toplumsal ve siyasal anlamda öznesi işçi sınıfı olmayan her değişim ve yeniden yapılanış için de geçerlidir bu son.
ll

Türkiye Cumhuriyeti, tarih sahnesine yeni bir siyasal yapı olarak çıktığı günden bugüne, hem bölge devletleri ve farklı güç odakları, hem de ekonomik, siyasal ve askeri olarak bölgeye yönelik faaliyetler ve hesaplar yapan dünya kapitalizminin asli aktörleri ve kurumları açısından, dönem dönem tartışılır olsa da, önemli, dahası üzerinden atlanıp geçilmesine kolayca karar verilemeyen başat kapitalist devletlerden biridir. Bu devlet, kuruluş dönemi ve sonrasındaki yaklaşık çeyrek yüzyılda, içerisinden çıktığı Osmanlı’ya ilişkin reddiyesini, siyasal ve ideolojik anlamda söylemsel olarak uç boyutlara taşımış olsa da, bir çok alanda onunla sürekliliğini korur. Bu anlamda, Osmanlı’dan devraldığı mirasın içinde, yalnızca Duyun-i Umumi borçları, kimi kurumları, vb. değil, aynı zamanda yenilgiler ve kayıplarla oluşmuş travma da vardır. Bu travmanın etkisiyle şekillenen paranoyasından bir türlü kurtulamadığı için, hamaset nutuklarıyla sınırlı olmanın dışında, bölge nezdinde kendi gerçekliğini ve gücünü kavrayamamış ve ABD başta olmak üzere uluslar arası güçlerin bölgeye dönük politikalarının dönem dönem “gönülsüz” ama “güvenilir müttefik”i olarak kalmaktan öteye geçememiştir. Yaşadığı bu açmazdan kurtulamadığı ve toplumsal gerçeklik tarafından iflas ettirilen -ki aslında baştan kadük bir paradigmadır- paradigmasını, bir deli gömleği misali topluma giydirmekte ısrar ettiği için de, değişen ülke, bölge ve dünya gerçekliğine uygun davranamamıştır. (Elbetteki, dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması içerisinde ve uluslar arası iş bölümünde kendisine verilen / biçilen rolleri oynamakla malül bir Türkiye’nin bu açmazdan nasıl kurtulup kurtulamayacağı da ayrı bir sorundur.) Sonuçta, Türkiye toplumunun yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle birlikte, hem fiili hem de potansiyel gücü kapitalizmin egemen sınıfları ve iflas etmiş paradigmayı geleneksel ulus-devlet siyaseti temelinde sürmeye çalışan asker-sivil kurumları ve yöneticileri için heba edilmiştir. Dahası hala heba edilmektedir. Ama ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, vb. boyutlarda değişen ve şekillenip büyüyen, gelişen toplumsal dinamikler ekseninde ülke ve bölge gerçekliğine uygun bir paradigma belirlemesi, kapitalizmin sınırları içinde bile olsa, önemli ölçüde bu hebanın önüne geçilmesine olanak sağlayabilirdi.

“Terör” paranoyası ya da "terörist" olmayan kim?

Bir silahlı eylemin “terör” olarak nitelenip nitelenmemesi, insanların nerede durup, nereden nereye baktıklarına, siyasal, toplumsal, sınıfsal, dinsel, vb. seçimlerine göre değişmektedir.

Dün kendi eylemleri “terör” olarak nitelenen birileri, gelişen ve değişen süreçte kendileri bir düzen kurduklarında, kendilerine ve “şu” ya da “bu” oranda kurulu düzenlerine yönelen neredeyse her silahlı eylemi ve onaylamadıkları her muhalefet gösterisini “terör, terör eylemi” olarak niteleyebilmektedirler. Ya da silahlı mücadele yürüten bir siyasal örgüt, kendisine veyahut da fiili ve potansiyel milis güçlerine ve onların içerisinde yaşadıkları toplumsal kesimlere yönelen, kurulu düzenin en küçük bir saldırısını, “provokasyon” veya “terör, devlet terörü” olarak nitelemekte sakınca görmemektedir.

“Terör” kavramının, esas olarak da “devlet terörü” kavramının, siyasal literatüre, devletlerin ( özellikle de Robespier dönemindeki Fransız devletinin) yaptıklarıyla girdiğini unutmadan söylemeliyim ki her iki durumda da “terör” nitelemesi ve bunun kitlelere yaygınlaştırılması oranında da “terör paranoyası” ile esas olarak yaratılan/yaratılmak istenen ve meşruluk kazandırılan/kazandırılmak istenen şudur :

Birincisi, toplumun kendi egemenlik ya da etki alanlarında kalan fiili ve potansiyel kitle üzerinde, ötekinden, yani “terör”den ve “terörist”ten kaynaklandığı varsayılan bir korkuyu genelleştirerek varolana, dolayısıyla kendine, sormadan sorgulamadan, çaresizce bir teslimiyet sağlamak. İkincisi ise kendinin ve yaptıklarının hem seçeneksiz hem de meşru olduğu izlenimini ve bilincini yaratmak.

Bu iki nokta da yanılsamalı bir bilinç halini toplumsallaştırmaya yönelik olsa da, yıllardır şu ya da bu ölçüde etkili olan “iç” veya “dış” “düşman” söylemiyle yönlendirilmiş geniş toplum kesimleri nezdinde, ne yazık ki kabul görmektedir. Bu kabulde, yazılı ve görsel medyanın gücü ve etkisi tartışılmaz bir öneme sahiptir.

Krizin neliği, sürekli kriz yanılsaması ve kriz ihracı…

Yaşanan ya da yaşandığı söylenen ve “kriz” kavramıyla nitelenen sürece temkinli yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum.

Bunun nedenlerinden birisi, sürekli olarak krizden söz eden düzen içi ve özellikle de düzen dışı muhalefet kesimlerinin, mevcut durumla birlikte Marx adının da medyada yer almaya başlamasına istinaden, kof ve yersiz, gereksiz bir böbürlenme ve haklılık yanılsamasına kendilerini kaptırmış olmalarıdır. İkincisi ise krizin neliği ve gerçekliği ile ilgilidir. Kriz, neliği anlamında, ister ekonomik, isterse sosyal ve siyasal, isterse top yekun tüm alanlarda olsun, yaşanan sürecin olağan yol ve yöntemlerle, araçlarla yönetilememesine istinaden, gerekli tedbirlerin de alınamaması, alınsa bile bunların uygulanamaması durumudur. Ki sistemin entegrasyon düzeyi gereği, herhangi bir alandaki tekil kriz hali, kaçınılmaz olarak diğer alanları şu ya da bu oranda etkileyecektir.

Mevcut durumda yaşanan / yaşandığı söylenen ise mali alandaki bir krizdir. Dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması gereği, yapılanmanın üst basamaklarında yaşanan bir kriz, hem toplumsal hem de uluslar arası ölçekte alt basamaklarda yer alanları etkiler; yani kriz bir biçimde ihraç edilir. Alt basamaklarda yer alan ülkelerde yaşanan krizleri ise sistemin egemenleri, uluslar arası kurumları aracılığıyla denetim altına almanın araçlarını devreye sokarak, kendi alanında masseder ki bugüne dek de böyle yapmıştır.

Bugün söz konusu edilende ise, olağan yol ve yöntemlerin tıkanması, araçların işlevsizleşmesi akabinde, ABD başta olmak üzere İngiltere, Almanya, Fransa, vb. devletler kendilerince sitemi işletecek tedbirleri yalnızca almakla kalmamış, aynı zamanda bunları, şimdilik, herhangi bir engellemeye maruz kalmaksızın, belli bir meşruluk temelinde uygulamaya başlamıştır.

Bunları engellemeye, meşruluğu sorgulamaya yönelmesi beklenen kesimler, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun ezilen sömürülen kesimleri ve onların siyasal ve örgütsel önderliğine aday olanlardır. Çünkü hiyerarşinin tepesinde yer alanlar, aldıkları tedbirler ve uygulamalarıyla, mali piyasada yaşanan söz konusu krizin bedelini, faturasını hızlı ya da tedrici bir biçimde, hem egemenlikleri altındaki toplumun ezilen sömürülenlerine hem de hiyerarşinin alt basamaklarında yer alan devletlere ve onların tahakkümü altında bulunan toplumsal sınıflara ödeteceklerdir. Krizin gerçeklik boyutunu da asıl olarak bunlar yaşayacaktır. Bu bilinmeyen, beklenmeyen bir şey de değildir. Ancak şu ana kadar her şey yolunda gitmektedir. Alınan tedbirlerin uygulanabiliyor olması, şimdilik, kriz halini bertaraf etmiştir.

Bu anlamda dünya kapitalizminin egemen kesimlerinin kriz halinin devam ettiğinden ve sürekliliğinden söz edilemez. Eğer bir krizden ve bunun sürekliliğinden söz edeceksek, bu yalnızca dünya-evrensel bir boyutta toplumların ezilen sömürülen kesimleri için geçerlidir ve bu yeni bir şey de değildir zaten. Ancak söz konusu mevcut duruma binaen üzerine düşünülmesi gereken sorun şudur :

Birincisi, bu durumu, dünya kapitalizminin hiyerarşik yapılanması ve dünyanın siyasal olarak yeniden şekillendirilmesi, hatta yeniden bölüşümü noktasında hangi adımların izleyeceği; ikincisi, sürekli kriz söylemiyle malul olmaktan, asli krizleri ıskalayan düzenin siyasal bilinç sınırları dışında yer alan ya da yer aldığı iddiasını taşıyan devrimci, sosyalist, komünist, vb. kesimlerin, dünyanın her yerinde, işçi sınıfı başta olmak üzere, toplumun ezilen sömürülen kesimleriyle birlikte, bu sömürü düzenine karşı ne yapıp yapamayacaklarıdır. Çünkü ikincisi kuvveden fiile dönüşmediği sürece, sürekli kriz edebiyatıyla yatıp kalkanlar, bozuk bir saatin bile günde iki kez doğru zamanı göstermesi gibi, egemenlerin arada sırada galebe çalan gerçek kriz anlarında, “Bildik! Bildik!” diye boş boş böbürlenmekten öteye geçemeden ömürlerini tüketeceklerdir. Oysa yapılması gereken, dünyanın, kapitalizmin egemenliği altında, nesnel olarak sosyalizm için, sosyalist / proleter bir devrim için olgunlaşmışlığını öznellikle taçlandırıp devrimin sürekliliği temelinde, kapitalist sömürü düzenini egemen sınıfları ve kurumlarıyla birlikte “asar-ı atika” müzesine göndermenin koşullarını yaratacak yapılanışı yaratmaktır.

Emperyalizm ve kapitalizmle “barış içinde bir arada yaşama” yanılsaması aşılmalıdır!

Kapitalizme, emperyalizme karşı olduğunu söyleyip, onunla “barış içinde bir arada yaşama”, hatta onun kurumlarından medet uman, adalet bekleyen her tür anlayışı yadsımayı gerektiren bir proje. Ki bu hem yapısal hem de siyasal ve ideolojik anlamda, kapitalizme karşı mücadelenin önderliğine apriori olarak adaylığını ilan eden tüm kesimlerin, daha bugünden hem burjuvaziden ve onun kurumlarından her düzeyde bağımsızlığını, hem de etik bir tutarlılığa sahip olmalarını gerektirir.

Bir yandan emperyalizme, kapitalizme ve onun egemen sınıflarına karşı mücadeleden söz edip, diğer yandan A devletine karşı B devletiyle ve onun değişik düzeylerdeki kesimleri ve kurumlarıyla işbirliği içinde olmanın ne etik ne de siyasal ve örgütsel anlamda iler tutar bir yanı vardır. Dahası bu kendini nakzetmenin dışında, siyasal ve örgütsel olarak sözcüsü olunduğu iddia olunan kesimler arasında güvensizlik tohumlarını yeşertip güçlendirmekten öte bir değere de sahip değildir. Böylesi davranışlara, eğilimlere ilişkin zevahiri kurtaran açıklamalar yapılsa da bunlar yalnızca günü kurtarmakla sınırlıdır. Gün de zevahir de kurtulur belki, ama ya yarın…?

Bundan dolayı, insanın insanı sömürüsünün tarihsel ve toplumsal koşulları ortadan kaldırılmadığı sürece, hem kapitalizme ve emperyalizme karşı olup hem de onunla “barış içinde bir arada yaşama”k kabul edilemez. Çünkü bu koşullarda barış yalnızca bir yanılsamadır. Dolayısıyla kapitalizmi yadsıyan yeni bir toplum projesi, bu sitemle her düzeyde top yekun bir savaş ve devrimin sürekliliği temelinde olanaklıdır.

Kürt sorununa kapitalizm altında bir çözüm projesi : Demokratik Cumhuriyet

Öncelikle belirtmeliyim ki, “Demokratik Cumhuriyet projesi” kapitalizmin sınırları içerisinde yer alan bir yaklaşımdır. Özellikle Kürt sorununu çözme ve Türkiye toplumu nezdinde göreli bir toplumsal mutabakat sağlamada, sistem açısından işlevsel bir niteliğe sahiptir.

Ne var ki, hem devletin etkili ve yetkili bazı kurumları ve kimi yöneticileri, dahası siyasal körlükle malul bazı siyasal partileri ve bu partilerin asli aktörleri, hem “bölünme, parçalanma” paranoyasından ve hamasetten kurtulamadıkları hem de kendi hamasetlerine başkalarından önce inanmaya amade oldukları için bu öneriyi her geçen gün heba edip tüketmektedirler. Öte yandan “Demokratik Cumhuriyet projesi”ne bilinçli ya da bilinçsizce alkış tutanlar da, buna ilişkin abartılı ve gereksiz bir beklenti yaratmaktadırlar. Evet! “Demokratik Cumhuriyet” önerisi, Kürt sorununun çözümü ve Türkiye toplumu nezdinde önemli ve etkili bir toplumsal mutabakat yaratılmasının, doğmasının kapısını, hem de ardına kadar açabilecek bir niteliğe sahiptir. Ama hiç kimse aklından çıkarmasın ve unutmasın ki, kapitalizmin altında ve burjuvazinin egemenliğinde. Dolayısıyla, bu projenin kuvveden fiile dönüşmesi, en iyi ihtimalle, Kürdüyle Türküyle ‘barışık’ kapitalist bir Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve onun egemen sınıflarının yöneticileri arasına birilerinin adlarını, açık kimlikleriyle ve herhangi bir kaygıya kapılmadan yazdırmanın yolunu açacaktır. Bu da bir şeydir, hatta oldukça önemli bir şey… Ama daha ötesi değil.

* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com/
1 Bu kavramlaştırma birilerine yabancı gelebilir ya da literatürde bunun yerinin olmadığını düşünenler olabilir. Ancak, Siyaset ontolojisi, İsmail Tunalı’nın “Sanat Ontolojisi”nden ve Hartman’ın “yeni ontoloji”sinden de etkilenerek ileri sürdüğüm bir felsefi yaklaşımdır. Siyaset ontolojisi, siyaset felsefesinin de temelini teşkil eden / etmesi gereken bir alandır. Konusu siyasal yapılardır. Siyaset ontolojisi açısından her siyasal yapı, fiili ya da potansiyel anlamda varolanlara katılan yeni varolanlardır. Ne denli başat bir niteliğe bürünürlerse bürünsünler, her daim tekil birer varolan olarak bir başlangıca ve sona sahiptirler. Bu başlangıç ve son arasında, aynı adla varlıkta kalış süreçleri kendilerini değişen gerçekliğe bağlı olarak değiştirme dönüştürme yetenek ve becerilerine bağlıdır. Bunu da asıl olarak koşullara uygun paradigmal değişikliklerle gerçekleştirebilirler. Çünkü her siyasal yapı, asıl olarak da bir siyasal varolan niteliğine haiz her devlet paradigmalarıyla birlikte vardır. Bu dipnotta, bu konuyu uzatmak istemiyorum. Çünkü üzerine bağımsız ve kapsamlı bir çalışmayı gerektirecek denli öneme sahiptir.