Atalay GİRGİN*
Yine bir soyutlama düzeyinde değerlendirildiğinde, diğer yanıyla da, bir zanaattir, yani bir meslektir öğretmenlik : Ne denli bilgili, birikimli olunursa olunsun, egemenlerin istediği, izin verdiği kadarını öğrenciye aktarmayı gerektiren. Ne denli sabırlı olunursa olsun, cezaya (şiddet de dahil) başvurmayı da… Ne denli duyarlı ve yaratıcı olunursa olunsun, iktidarın belirlediği amaç ve davranışları nesnesine kazandırmayı da… Ne denli sevgiyle yaklaşılırsa yaklaşılsın, çalışanla çalışmayan, şımarıkla sessiz ve uysal olan, kendisine itaat edenle itaat etmeyen, kurallara uyanla uymayan, vb. arasında ayrımlar yapmayı da… Ne denli soran, sorgulayan, düşünen, araştıran, okuyan ve bireysel olarak kendini yenileyen olunursa olunsun, program ve planlar temelinde belirlenmiş olanı, yanlış olduğunu bilse bile aktaran, öğreten olmayı da… Egemen anlayış temelinde ve onun icazet sınırlarını alenen çiğnemeyecek düzeyde kendi siyasal-ideolojik düşünceleri, inançları, kökeni doğrultusunda karşısındakilerin dini, etnik kökeni, derisinin rengi, cinsiyeti, ekonomik durumu, vb. alanlarda ayrımcılık yapabilmeyi de… Bunlara başka unsurlar da eklemek mümkün ama gerek yok şimdilik. Bu sayılanlar bile, bir zanaat olarak öğretmenliğin, egemenlerin, buyuranların ve aynı zamanda parayı ödeyenlerin işgüderliğiyle karakterize oluşunun göstergesidir. Burada etik tutarlılık sırra kadem basmıştır artık; ara ki bulasın.
Elbetteki öğretmenliğin sanat boyutuyla zanaat boyutunun iç içe geçen yanları vardır. Ancak hem konumuz hem de yaptığım ayrım bağlamında kalmak ve yazının sınırlarını daha fazla genişletmemek için buna girmeyeceğim. Buradan hareketle, öğretmenliğin sanat boyutunda yukarıda yazılanların hükmü, ne yazık ki bir idealizasyon ve soyutlama düzleminde geçerlidir. Zanaat boyutunda yazılanlar ise, yine ne yazık ki, dünden bugüne hükmünü sürdüren, çırılçıplak arz-ı endam eyleyen gerçekliğin ifadesidir. Yalınayak Sokrates ve Sofistleri anımsamamak elde değil. Öğretmenlik salt zanaat, öğretmen de salt işgüder kılınmıştır günümüzde. Parayı verene hizmetini sunan bir Sofist’tir artık öğretmen. Ama bunun bilincinde bile olmaksızın. Sofist, neyi, neden, nasıl, niçin ve kimin için yaptığının bilincindedir. Günümüzdeki öğretmen ise bu konuda, yanılsamalı bilinç hallerinin sarmalında tam bir cahili cühelâ… Tam bir “derya içre olup da deryayı bilmeyen balık”…
Bunun temel nedenlerinden biri, yanılsamalı bilinç halleriyle beslenen, yaşadığı paradokstur öğretmenin, hatta öğretmen örgütlenmelerinin, yani sendikaların. Dünyanın neresinde olursa olsun, devlet ve temel kurumları, nasıl bir insan istediğine karar verir. Eğitim politikasını, programlarını ve içeriğini buna göre oluşturur. Bunun ardında ise, ulusal ve uluslar arası düzeyde ekonomik, sosyal, siyasal, vb boyutlarda kapitalist sömürü düzeninin ve efendilerinin ihtiyaçları vardır. Derslerin içerisine yerleştirilen yerel, “milli”, “dini”, edebi, tarihi, vb. örnekler, işin süsüdür, örtüsüdür. Asıl olanın farkına varmadan hazmedilmesine hizmet eden ideolojik motiflerdir. Öğretmen, bu motiflerin kendi siyasal ve ideolojik seçimleriyle örtüştüğünü gördükçe, sözüm ona “ulvi” bir görevi ve amacı gerçekleştirmekte olduğu sanısına kapılır. Öğrenciyi, plan ve programlar doğrultusunda, hatta kendisinden de bir şeyler katarak, istendik yönde daha bir şevkle biçimlendirmeye yeltenir. Öğrenciden önce kendisinin yuttuğu zokayı, öğrenciye de yutturma derdine düşer. Zanaatın tüm gereklerini cezadan ödüle dek sergiler. Kime ve hangi efendiye hizmet ettiğini düşünmeden… Kimin ve hangi efendilerin yarınki ekonomik, sosyal, siyasal, vb. ihtiyaçları doğrultusunda öğrencileri yetiştirmekte olduğunu fark etmeden…
“İdeolojik esir”liğin böylesine doruğa çıktığı bir başka meslek yoktur. Düzene en muhalifinden, “vatan, millet, ecdad, bayrak”, “Allah, peygamber, din, iman, vb.” diyerek, siyasal iktidara yakınlığına göre gönüllü ya da gönülsüzce ona biat edenine dek herkes şu ya da bu ölçüde kapitalist sömürü düzeninin, “ideolojik esir”likle taçlanmış işgüderidir. Ve her biri, bir yanında düzenin efendilerinin, diğer yanında ise esas olarak toplumun ezilen sömürülen kesimlerinin çocuklarının yer aldığı duvarda birer tuğladır. Onlar arkalarını, sırtlarını, her şeyi alınır satılır bir mala dönüştürmekte mahir olan düzenin efendilerine emanet etmişlerdir. Yüzlerini ise düzenin efendilerinin ihtiyaçları doğrultusunda yetiştirip biçimlendirebilmek için, tabi olanların, toplumun alt kesimlerinin çocuklarına… Bundan dolayıdır ki, boşuna değildir, Pink Folyd’un “The Wall” adlı albümünde, “Teacher (öğretmen), sen de duvarda bir tuğlasın” deyişi…
Evet; sözün özü, hangi kesimden, hangi branştan, hangi dinden ve mezhepten, hangi etnik kökenden, hangi siyasal-ideolojik düşünceden olursa olsun, günümüzde öğretmen, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist düzenin duvarında bir tuğladır. Bir yanında açlığın, işsizliğin, yoksulluğun, savaşların hüküm sürdüğü, her krizin bedelinin ödetildiği, diğer yanında ise efendilerin, insan dahil, dünyanın yer altı ve yerüstü zenginliklerini tüketerek varlığını sürdürdüğü bu duvarın miadını belirleyecek olan öğretmenin tutumudur.
Öğretmen, şu ya da bu ölçüde “ideolojik esir”liğiyle temellenen yanılsamaları ve “günün küçük kazancı” peşinde “duvarda bir tuğla” olarak kalmayı sürdürdüğü sürece, ne yazık ki, duvarın hükmü, tüm krizlere rağmen uzun yıllar meri olacaktır. Ama öğretmen, o duvardan atlayıp inmeye başladığında yere ve sosyal ve sınıfsal olarak kendisi gibi olanların yanına, duvarın hükmü de miadı da bitmiş demektir. İşte o zaman, şairin dediği gibi, “o duvarınız vız gelir bize vızzzz…”.
Ama, ne var ki ve ne yazık ki, öğretmen o duvarın “en gönülsüz ve fedaî ‘meçhul asker’”idir hala…
· Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.bogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder