10 Ocak 2009

Tarih Dersi ve Felsefe

TARİH DERSİ VE FELSEFE

Atalay GİRGİN*

Tarih, tarihçinin seçtiklerinden hareketle, geçmişin yeniden yapılmasıdır; bir imalattır yani. Okullarda okutulan tarih de seçilenlerle imal edilmiş ya da imal ettirilmiş bir tarihtir. Neyin, nasıl ve ne kadar bilinmesi isteniyorsa, o kadarıyla sınırlanmış ve belirlenmiş bir tarih. Özel olarak öğrenciler için bir yeniden yapımdır.

Tam da bu nedenle, genel olarak tarih ve konumuz açısından ise özel olarak tarih dersi nesnel değildir. Bilimin ve bilimsel bilginin en önemli ilkelerinden birisi olduğu belirtilen, “Nesnellik” kriterinden yoksundur. Tarihçinin olgu dediklerinin, bugünden geriye doğru, onun inancı, ideolojisi, en genel haliyle dünya görüşü temelinde anlamlandırılıp, kronolojik olarak, ortaya konulmasından ibarettir.

Bundan dolayıdır ki, bir değil, birden çok tarih vardır. Bu “tarih”ler, tarihçinin (ister akademisyen, ister öğretmen olsun), siyasal ve ideolojik görüşü doğrultusunda, nereden, nasıl, nereye ve hangi amaçla baktığına bağlı olarak biçimlendirilir. Sonra da öğrencinin önüne “Bu oldu” diye sürülür. “Gerçekten ne oldu?” sorusunun yanıtı verilmez. Bu, bilinçli bir tercihtir. Neden?

Bir düşünür, “bir tarihçinin yazdıklarını okumadan, anlattıklarını dinlemeden önce, onun siyasal, ideolojik düşüncelerine bakın”(Carr) der. Bu rastgele söylenmiş bir söz değildir. Çünkü tarihçi, olayları ve olguları, elde ettiği belgeleri, bugünden geriye doğru anlamlandırıp yorumlar. Olayın, olgunun, belgenin varlığı, akademik bir biçim altında sunulan anlamlandırma ve yorumun “nesnel”liğine ve “bilimsel”liğine kanıt olarak gösterilir. Ve o andan itibaren “bu tarihçi”nin düşünceleri “bilimsel” ve “nesnel” sıfatlarıyla bezenmiş olarak, sunulur insanların önüne. Daha doğrusu öğrencinin önüne. Bir kez daha karşımıza çıkar aynı soru: Neden?

Oysa tarih alanında bir belgenin varlığı, kendi başına fazla bir şey ifade etmez. O belgenin öncelikle, çok yönlü bir biçimde sorgulanması, alana ve döneme ilişkin karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi gerek. Tarih toplumsaldır. Belgeler de şu veya bu biçimde yaşanan toplumsal olay ve olgulara ilişkindir. Bir madalyonun bile en az iki yüzünün olduğu bilinirken, tarihsel ya da güncel ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel v.b. olay ve olguların daha da çok yüzlü, çok boyutlu olduğu hem gerçek, hem de bir hakikattir. Bu durumda genel olarak, bir bilim anlamında tarihin ve özel olarak tarih dersinin buna uygun olması gerek.

Ne var ki varolan bunun tam tersidir; tarih dersi ve tarihçi (istisnaları dışında), öğrencinin düşünmesi, sorması ve sorgulamasını amaçlamaz. Aksine amaç, ona “at gözlükleri” takmak, tek boyutlu düşünmesini sağlamaktır. Bu haliyle tarihçi(yine istisnaları dışında) , bir beyin yıkayıcı olarak çıkar öğrencinin karşısına. Bu onun işidir. Tıpkı ölü yıkayıcılığı gibi... Ölenler olduğu sürece, ölü yıkayıcıları; beyinleri yıkanacaklar ya da beyinlerinin yıkanmasına sessizce boyun eğenler varolduğu sürece de beyin yıkayıcıları hep var olacaktır.

Oysa unutulmamalıdır ki, “Beyin yıkayan kimsenin, kendi beyni de yıkanmıştır”(Carr). Onların, hem kendi konumlarını, durumlarını fark etmelerini sağlamanın, hem de beyin yıkamalarına izin vermemenin yolu ise, öğrencinin bilerek, öğrenerek, geçmişte ve bugün varolana çok yönlü ve eleştirel bakarak, düşünerek, itirazlarını herşeye rağmen dile getirmesinden geçer.

Gerçeği bilme isteğinin ve merakın, not kaygısı dahil, herşeyin önüne geçmesini gerektirir bu. En genel haliyle, felsefeyle bakmayı gerektirir. İster düne olsun, isterse bugüne... Parça bütün ilişkisi temelinde, parçayı bütüne, bütünü parçaya feda etmeden, varolan ya da tarihçinin seçmeci bir tarzda sundukları karşısında akla dayalı, eleştirel, soran, sorgulayan ve hazır basmakalıp yanıtlarla yetinmeyen düşünsel bir tutum alabilmeyi gerektirir. Bu ise, tarih başta olmak üzere, her şeye, ideolojiyle, inançla değil; felsefeyle bakmak, felsefeyle anlamakla olanaklıdır.

Hangi Tarih?

Sorunun kendisi, birden çok tarih olduğunu ifşa ediyor. Tarihçinin nereden, nasıl, nereye baktığına ve neyi gördüğüne, göstermek istediğine bağlı olarak, “tarih”ler çıkıyor karşısına insanın.

O zaman sormak gerekiyor: Anlatılan ve öğretilmek istenen hangi tarihtir? Kimin tarihidir? Tarihte sadece tarih kitaplarının içerisinde yazılanlar mı olmuştur? Anlatılanlar, “Bu oldu” denilenlerin doğru bilgisi midir? Sahi, yeri gelmişken soralım: Doğru bilgi nedir? Okuduklarınızın ya da anlatılanların doğru olduğunu nereden, nasıl biliyorsunuz?

Doğruluk bilgiye ilişkin bir değerdir. Gerçeklik ise bilincimizden bağımsız olarak varolan varlığa ilişkin, belirli bir zamana ve mekana bağlı bir durumdur. Doğru bilgi, nesnesine uygun olan bilgidir. Ki bu uygunluğun da hangi açıdan, hangi koşullarda ve ne kadar olduğu da sorgulamayı gerektirir. İçerisinde yaşadığımız ve bizim de bir parçası olduğumuz varlık, sürekli bir değişim içerisindedir. Değişimin sürekliliği koşulunda, varlığın, mutlak doğru bilgisinden değil; bilgisinin göreli doğruluğundan söz edilebilir.

Tarih, bütünsel anlamıyla bu varlığın, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın anlamlandırdığı, mekanın ve zamanın dünkü, geçmiş boyutunda kalanları kendisine konu edinir. Bu anlamıyla tarihin konusu, olup bitmiş gerçekliklerdir. Bunlar ya vardır ya da yoktur; her iki durumda da “hükmü tarih”tir.

Bu gerçeklikler, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, v.b. boyutuyla, olup bitmiş, insan eylemlerine dayanır. Sadece eylemin kendisi değil, eylemin koşullarıyla birlikte, eylemin özneleri de yoktur artık. Bu koşullarda, tarihe ait gerçekliklerin ne mahkemeye çıkarılabilmesi, ne de yargılanıp mahkum edilebilmesi ya da aklanabilmesi söz konusudur. Yargılamak ve aklamak, insan eylemlerinin yaşanan mekanın şimdiki zaman boyutunda olanları için geçerlidir.

Öte yandan, tarihsel gerçekliklerin seçmeci ve onların bilgisinin de bağlamından koparılmış olarak bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş olan da bir tarih değildir. Tarihte olmuş olanları yargılamaya çalışmak ne kadar yanlış ise, onların doğru bilgisini gizleyip saklamaya çalışmak da o kadar yanlıştır. Bugün yapılmaya çalışılan ne yazık ki, budur.

Her iki yaklaşım da tarihten, günümüzde, ideolojik olarak yanılsamalı bir bilinç halini inşa etmek ve bununla genelde toplumu, özelde ise gençliği biçimlendirmek için malzeme arayışındadır. Bunlar için, “tarih, her türlü refah endişesi dışında, insanlığın entelektüel açlığını giderme hakkının bir parçası”(Bloch) değildir. Aksine, kendi siyasal ve ideolojik tercihlerinin malzeme ambarıdır. Bunlar geçmişe dair belge ve bulgular arasında, tıpkı kilerde ya da ambarda yiyecek arayan fareler gibi dolaşırlar...

Tarihe, bütünselliği temelinde yaklaşmayan tarihçilerin imal ettiği tarih ve bunun ürünü olan her türlü tarih kitabı, işte bundan dolayıdır ki, bilimin nesnellik kriterinden uzaktır. Tarihsel gerçeklikleri bilme merakı ve arzusundan çok, bunlardan bir ideoloji inşa etmeye ve bununla birilerini biçimlendirmeye yönelen her tarihçi, adının önünde prof., doç., dr., öğretmen v.b. hangi sıfatı taşıyor olursa olsun, suçludur: Gerçeğin bilgisini gizlemekten, o bilgiyi çarpıtmaktan, insanların, hem de taammüden, yanlış bilgilendirilmesinden, v.b.

Tarihçinin bu türü, film setindeki ya da bir tiyatro oyunundaki ışıkçı gibidir. Işıkçı, yönetmenin görülmesini istediği ya da özel olarak göstermek istediği nesnenin, olayın üstüne yoğunlaştırır ışığı. İzleyici onu görmelidir; onun dışındakileri değil. İşte böylesi tarihçiler de, karşılarındakini ideolojik olarak biçimlendirme, onların beynini yıkama kaygısı ve amacıyla, eklektik bir biçimde bir araya getirilmiş olay ve olguların, bağlamından koparılmış bilgilerini, yorumlarını verirler, aktarırlar.

Aktarılan, imal edilmiş bu tarih yenenlerin tarihidir. “Yenenler, yenilenlerin ak mintanlarında silmişlerdir kılıçlarının kanını.” Ama onlara, ne kanlı ne de kansız mintanlarıyla yer verilir bu tarihte. Çünkü onlar ve onların da yer aldığı olaylar ve bunların bilgileri aktarılmaya başlanırsa bir kez, beyinler kolay yıkanamaz; düşünmeye, sormaya, yanıtlar üretmeye başlar insanlar. O zaman, bir küp, bir kutu gibi dolduramazsınız öğrenciyi, itiraz etmeye başlarlar. İtiraz, tüm beyin yıkayıcıların kabusudur.

Öğrenci merkezli eğitim ve öğretim etkinliğinin öne çıkarması gereken temel unsurun da şu olması gerek: itiraz edebilen, sürü bilincinden kurtulabilen insan; soran, sorgulayan, çok yönlü bakabilen ve görebilen insan.

Bu ise, öğrencinin eleştirel düşünebilmesi, karşılaştırmalar yaparak sorgulayabilmesi, engellenmeksizin kendini ifade edebilmesi koşullarında ve çok yönlü bilgilendirilmesiyle olanaklıdır. Dahası öğrencinin de, bir insan, bir birey olarak, “gerçeği bilme ve bilgilenme hakkı”nın kabul edilmesini ve bunun hiçbir kişi, mercii ve kurum tarafından engellenmemesini gerektirir.

Biliyorum ki, bu, beyin yıkayıcıların itirazla başlayan kabusunu, karabasana dönüştürmektir. Bir başka yönüyle de hidayete erdiklerini sandıkları bataklıktan kurtulmaları için, aslında bir sopa uzatmaktır onlara... Tutunup çıkabilsinler diye... İpotek altındaki fikirlerini, irfanlarını, vicdanlarını kurtarabilsinler diye... Başka beyin yıkayıcılarının, beyinlerine taktıkları “at gözlükleri”ni çıkarıp atabilsinler diye...

Böyleleri belki o zaman vazgeçebilirler, ikiyüzlülük ve riyakarlıkla, çifte standartlı bir yaklaşımla, geçmişe ait olmuş bitmiş olayların bilgisini çarpıtmaktan, geçmişi bugüne, bugünü geçmişe taşıma yanılsamasından...

İşte O Zaman...

Çok yönlü bilgilendirme başladığında, sorma, sorgulama, eleştirel düşünme ve bu doğrultuda kendini ifade etme temelinde, bugün için lafzi ve kitabi olarak genelgelerde kalan, “öğrenci merkezli” ve öğrencinin de özne olduğu eğitim öğrenim süreci kuvveden fiile dönüşmeye başlar. (Ne yazık ki bu her yeni gelen iktidarca ötelenmektedir.)

İşte o zaman, kayıtsız şartsız, “Osmanlı bir Türk devletidir” önermesini çakamazsınız öğrencinin kafasına. Nedenleri, nasıllarıyla, “Osmanlı devleti, bir Türk devleti değildir; ‘Türk’ onun imparatorluğuna dahil bir alay reayadan bir tanesidir”(Berkes) önermesi de, gerçekliğin bir ifadesi olarak, düşecektir sınıfın orta yerine...

Sadece bu mu? Hayır!.. İşte halen yapılanlardan birkaç örnek: Bugün sorgulamayı değil, ezberletmeyi maharet sananlar, bir hap gibi sundukları, “Osmanlı devleti 1299’da kurulmuştur. Bir kişi hükümdar ya da padişah olarak tahta çıktığında, onun adına hutbe okunur ve sikke bastırılır. İlk Osmanlı sikkesi Orhan Bey zamanında 1327’de bastırılmıştır” önermelerini, bıkmadan usanmadan ve kendilerine hiçbir itiraz gelmeden öğrenciye yuttururlar. Elbette bunları, burada yapıldığı gibi ardarda dizmezler. Çünkü o zaman düşünür ya da fark eder, itiraz eder birileri. Bundan dolayı arada mizansenler vardır ve biraz sulandırılır ki yutulması kolay olsun. İlk öğretimden itibaren aynı ‘hap’lar verilir öğrenciye... Çünkü amaç onların düşünmesi, sorması, sorgulaması değildir; aksine, doğruluğunu ya da yanlışlığını düşünmeden “bilmeleri ve itaat etmeleri”dir. Oysa bu önermeler, birbirini yadsır; çelişiktir.

Osmanlının “Türk birliği” ve İslam için at koşturduğu ve hoşgörüsü anlatılır hala ve buna İspanya’dan sürülen Musevilerin Osmanlı ülkesine kabulü örnek verilir sık sık. Doğru mudur? Öğrenciye sorarsanız bu soruyu, alacağınız iki yanıt vardır: Birincisi, yıllardır aynı bilgi ezberletildiği için, “elbette doğrudur”. İkincisi ise “öğretmenler öyle söylüyor”. Bu durumda, soruyu şu hale dönüştürebiliriz: Öğretmenlerin her söylediği doğru mudur? Hele hele tarihçilerin?.. Yanıtı olan var mı?... Soruyu bir yana bırakıp, dönelim tarih dersinin vecizelerine:

Eğer Osmanlı Türk birliği için kılıç sallıyorduysa, Timur’la yapılan savaşta, neden, sadece Sırplar kalmıştır Yıldırım Beyazıt’ın yanında? Türkler bu savaşta neden terk etmiştir Osmanlı’yı? Yoksa onlar, güzide ve alemi aptal kendilerini akıllı addeden bazı aklı evvel tarihçilerimizin Osmanlıya atfettikleri, Türk birliğini gerçekleştirmek gibi ‘yüce” bir amacı, “Etrak-ı bi idrak” olduklarından dolayı, hiçbir zaman anlayamadıkları ve kavrayamadıkları için mi terk ettiler Osmanlı’yı?

Türkçe’yi, resmi devlet dili olarak kabul eden ve kullanan ilk devlet Karamanoğulları’dır. Ama ideolog tarihçilerimizin, Türk birliğini gerçekleştirme amacı yükledikleri Osmanlının gazabından kurtulamaz Karaman devleti de. “Öç seferini bizzat Sultan Murat, ulemadan aldığı fetvalara istinaden Karaman ülkesine pek fena tahribat yaptırdı. Yapılan tahribat, o zamana kadar görülmemiş bir şekil ve derecedeydi. Türklerin şimdiye değin Hıristiyan ülkelerinde dahi kadınlara tecavüzlerine rastlanmamışken, yağma ve tahripten başka, Karamanoğlu’nun yaptıklarına, bu neviden çirkin şeylerle mukabele edildi”(Mufassal Osmanlı Tarihi, I.Cilt, s.315). O devri yaşamış olan Aşıkpaşazade ise, kaleme aldığı meşhur tarihinde, bu tecavüz senesinde gebe kalan kadınların doğurduğu çocuklardan söz eder(aynı yer).

Bunları ne söz konusu tarihçilerden duyabilirsiniz, ne de tarih dersinde öğrenebilirsiniz.

Ya İslam ve hoşgörü?... Museviler örneği, kimi tarihçilerin ağzında gevelenmekten çürümüş bir sakızdır. Ama bunun yanı başında, onların ısrarla gizledikleri ve görmezlikten gelmeye çalıştıkları taş gibi sert ve soğuk bir gerçek vardır: İspanya’dan sürülen ya da İspanya’yı terk etmek zorunda kalan sadece Museviler değildir; bir de Müslümanlar vardır. Hem Musevilere hem de Müslümanlara, ya Hıristiyanlığa geçin ya da İspanya’yı terk edin denir. Her iki dine mensup olanlardan da bu öneriyi kabul etmeyenler, terk eder İspanya’yı. Museviler genellikle eğitimli ve vasıflı insanlardır. Onların sığınma isteğini, Avrupa’da bazı devletler ve Osmanlı kabul eder. Ya Müslümanlar?... Onlara ne olmuştur? Nereye gitmiştir onlar? İslam için kılıç sallayan Osmanlı Müslümanları da kabul etmiş midir?

Müslümanları kabul etmemiştir Osmanlı. Hoşgörülü Osmanlı’nın, anlatıla anlatıla bitirilemeyen hoşgörüsünden bu Müslümanlara, zerre kadar pay düşmemiştir. Onlar günlerce aç ve susuz, denizde dolaşıp sığınacak yer aramışlardır kendilerine. Ama sonunda çaresizlik içerisinde, geri dönmüşlerdir İspanya’ya. Elbette bir bedeli vardır bunun: Din değiştirmek; Hıristiyan olmak. Ve bedel ödenmiştir.

Tarihten kendi ideolojileri doğrultusunda malzeme çıkarmaya çalışanların karakteristik özelliğidir seçmecilik. Onların önermeleri tarihte olup bitenlere uymasa ve tarihsel gerçeklikler tarafından yalanlansa da, onlar tarihte olup bitenleri önermelerine uygun bir hale getirmekte mahirdirler. Çünkü onlar, kargadan başka kuş, kendi önermelerinden başka doğru bilmezler.

Bunlardan bazıları, dini kisveli, siyasi ve ideolojik bir kurum olan halifelik özlemiyle yanıp tutuşur. Cumhuriyetin siyasi ve ideolojik bir kuruma son verdiğini anlatmazlar. Yapılan dine karşıdır. Bu işlenir. Ellerinde ilk meclisin mebusan fotoğrafları ile derse girip, çadırda Kaddafi’den fırça yiyen, nasihat dinleyen bir başbakanın yaptıklarını meşrulaştırmaya çalışırlar. O başbakan ki, tarikatların sarıklı, cübbeli şıhları, şeyhleri ve ileri gelenleri ile başbakanlık konutunda buluşmuştur. Savunmaya çalıştıkları budur. Kendilerince, birçok mebusanın sarıklı, şalvarlı ve cübbeli fotoğraflarıyla, l997’de olan arasında bağ kurarak propaganda yapmaktadırlar. Keza İstanbul’un fethini temsilen çizilen resimlerde, burçlara üç hilalli bayrak dikmek de vaka-i adiyedendir zaten.

Bunlar, tarihin ve tarih dersinin öğrenciyi ideolojik olarak biçimlendirmek, tek boyutlu düşünmeye yöneltmek için kullanıldığının ilk akla gelen birkaç örneğidir. Bunları daha çoğaltmak ve açmak, ayrıntılandırmak mümkündür. Ama şimdilik gereği yok...

Öğrencinin de özne olduğu, çok yönlü bilgilendirme temelinde, eleştirel düşünme, sorma ve sorgulama alışkanlığını kazandırmaya yönelen bir eğitim öğretim ve öğrenim etkinliği, sürecin diyalektiği gereği, ideolojik cendereyi kıracaktır. İşte o zaman, eğitenlerin de eğitilmesi, bir gereklilik olmaktan çıkıp, bir zorunluluğa dönüşecektir. Çünkü bugünkülerin büyük bir çoğunluğu ve sahip oldukları anlayışla yürütülemez, yaşanamaz o süreç.

Öncelikle felsefeyle tanışmaları gerek bugünkülerin. Tarihe bir ideolojiyle değil, felsefeyle bakmayı öğrenmeleri için. Bunun da yolu tüm tarihçilerin, felsefeye giriş ve tarih felsefesi dersleri başta olmak üzere, en az bir yıl felsefe eğitimine tabi tutulmalarından geçmektedir. Yeni yetişenlere ise bu zorunlu kılınmalıdır zaten.

Bitirirken...

Bugün yaşamakta olan aklı selim hiçbir insan, istese de istemese de tarihe ait olay ve olguların, yaşanmış gerçekliklerin, karşısında ya da yanında yer alamaz ve bunu da bilir. Ki tarihin de buna ihtiyacı yoktur zaten. Bir başka şeyi daha bilir bu insan: Geçmişin bugüne, bugünün de geçmişe taşınamayacağını. Yaşayan insanın aslında nesnellikle yaklaşabileceği, üzerinde düşünüp sorgulayabileceği alanlardan biridir tarih.

Ama ne var ki, ikiyüzlülüğü ve riyakarlığı bir bilinç hali kılan siyasal ve ideolojik anlayışlar, yaklaşımlar ve bunların ‘tarih öğretmeni’ sıfatını taşıyan temsilcileri, tarihi gerçeklikleri bile amaçlarına alet edebilmek için her yolu denemektedirler. Dahası, tarihi olayların ve gerçekliklerin bilgisini gizleyip çarpıtmanın yanı sıra, bu bilgiyi öğrencileri biçimlendirmenin aracı kılarak, onları da kendileri gibi ikiyüzlülüğün ve riyakarlığın bataklığına çekmeye çalışmaktadırlar. Ama onların açmazı da buradadır. Çünkü tarihten beslenmeye çalıştıkları kadar, tarihin, tarihsel olay ve gerçekliklerin bütünsel bilgisinden de “öcü” gibi korkarlar. Bundan dolayıdır ki, sormaya, sorgulamaya, eleştiriye ve farklı yaklaşımlara dayanamaz ve tahammül edemezler.

Felsefeden korkmalarının nedeni de burada gizlidir. Çünkü felsefe, soran, sorgulayan, varolana ya da sunulana eleştirel ve bütünsel yaklaşan bir düşünme etkinliğidir. Felsefi düşünen insan, parça-bütün ilişkileri temelinde bilmeye ve anlamaya çalışır. Varolanın ya da tarihsel olay ve gerçekliklerin sadece kendisine sunulan bilgisiyle yetinmez. Kabulü de reddiyesi de bunun üzerine bina olur. Çünkü, bilmediğiniz ve anlamadığınız bir şeyi ne savunabilir ne de eleştirebilirsiniz.

Felsefi düşünen, soran, sorgulayan, araştıran insanları, sürü gibi güdemezsiniz. İşte bu yüzden, sürüye ihtiyacı olan ve insanları sürüye katmak isteyenler sık sık şöyle der: Sürüden ayrılanı kurt kapar. Felsefi düşünen de bilir ki, sürünün nihai olarak bir tek adresi vardır: Mezbaha!..
Kasım 2002
*Felsefe Öğretmeni; http://www.atalaygirgin.blogspot.com

Konuya ilişkin okuma önerileri:
1- Tarih Nedir? /E. H. Carr / Birikim Yayınları
2- Tarihin Savunusu Ya Da Tarihçilik Mesleği / Marc Bloch / Gece Yayınları
3- Doğunun Devleti Batının Cumhuriyeti /Mehmet Ali Kılıçbay/ Gece Yayınları
4- Benim Polemiklerim / Mehmet Ali Kılıçbay / İmge Yayınları
5- İktidar Ve Tarih / Büşra Ersanlı Behar / Afa Yayınları
6- 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi I-II / Niyazi Berkes / Gerçek Yayınları
7- Yediyüz / Fikret Başkaya / Ütopya Yayınları
8- Fatih ve Fetih / Erdoğan Aydın / Doruk Yayınları
9- Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler / C. Cohen / E Yayınları
10-Nasıl Müslüman Olduk? / Erdoğan Aydın / Doruk yayınları
11-Türkiye’de Devlet ve Sınıflar / Çağlar Keyder / İletişim Yayınları

Hiç yorum yok: