05 Mayıs 2011

MISIR DEVRİMİ ve SONRASI

MISIR DEVRİMİ VE SONRASI

Samir Amin
                                                                                         Nisan 2011

1. Mısır Devrimi'nin Özellikleri ve Değişimin Gereksinimleri

Devrimin kitleselleşmesinde ortak öğeler

Ocak ayının sonlarında Mısır toplumunda baş gösteren hareketlerin devrim gerçeğine dayandığını düşünüyorum, fazlası değil. Olanlar toplumu tekrar eskiye kavuşturmak için başlatılan bir ayaklanma ya da bir patlamaydı. Sadece bir protesto gösterisi olmamakla birlikte tam olarak bir devrim de değildi. Öyle ki, hareketin Mübarek'i devirmek gibi açık bir hedefi yoktu. Hareketin içinde bulunanların bazı açık ve kapalı talepleri ve hedefleri vardı.  Bu hareketin üç temel öğesi bulunuyor, dördüncüye de daha sonra değineceğim.

Birincisi, hareketin temelini politize olmuş ve birbirleri ile sürekli irtibat halinde olan ve sayıları milyonları bulan gençler oluşturdu. Bu gençleri yeni nesil olarak görebiliriz. Gençlerin, kökleri halk komitelerine uzanan ve yakın dönemde orta sınıf diye nitelendirdiğimiz kitleye ait. Ancak bu hareketin gerçek anlamında halk kanadı yok. Yani yoksul işçilerin ya da çiftçilerin çocukları değiller.

Bu gençler kendilerini diğer grupların [partilerin] dışında ve senelerdir yok edilmiş  olan siyasi hayat düzeninin içinde yetiştirdiler. Bu, tek başına övgüyü hak edecek bir durum. Gençler homojen bir toplumun parçası değillerdi ancak çoğunluğunun basit demokratik talepleri aşan istekleri vardı. Talepleri sadece şeffaf seçim ve çeşitli partilerin yasaklanmadan var olması ile sınırlı değildi; ayrıca ifade özgürlüğü ve toplumsal faaliyetlerde özgürlük istiyorlardı. O zaman bu isteklerin hepsi tam olarak gerçekten demokratiktir.

Gençler modernler ve çağın getirdiği yeniliklere vâkıflar. Dünyada neler olup bittiğini ve diğer ülke halklarının yaşam standartlarını biliyorlar. Bundan dolayı dini havanın da etkilediği geçmişi taklit çerçevesinin dışına çıktılar. Demokratik taleplerinin gereği olarak da sömürgeciliğe karşılar.  Öyle ki, bu gençler Mısır'ın şerefini yeniden kazanmak için yola çıkan ulusalcı gençler.  Gençler kesinlikle Mısır'ın bağımsız bir devlet olması gerektiğine inanıyor. Onlara göre Mısır özellikle İsrail'in genişleme politikasını destekleyen Amerika'nın siyasetine tabi olmamalı. Onlar bu şekilde vatan topraklarının istismarına karşılar. Bunu Arap milliyetçiliğinin bir gereği olarak ortaya koymuyorlar. Aralarında milliyetçilik anlayışına sahip çeşitli görüşlerde gençler var.  Bazen Mısır'ın çıkarı için milliyetçi anlayıştan vazgeçilebiliyor. Şüphesiz bu gençler Arap devletleri ile yardımlaşmadan yanalar. Ancak, Afrika, Asya ve Güney ülkeleri için de aynı şeyleri düşünüyorlar. Sanırım internet yolu ile uluslararası bilgilere ulaşabilme ve son 10 yılda Latin Amerika'da yaşanan olayları, çok derinlemesine olmamakla birlikte takip edebilme fırsatına sahip oldular. Oradaki değişimi görmezden gelmeleri ve etkilenmemeleri, Morales, Chavez gibi liderlerden habersiz oldukları düşünülemez; zira o bölgeler de sömürüye karşı demokratik taleplerin çatıştığı bir arenadır.

Öte yandan bu gençler piyasacı  politikalara ve kapitalizme bilinçli bir şekilde karşı çıkmıyor olabilirler ve değişim için gerekli şartların bilincinde olmayabilirler, ancak, toplumsal olarak sola meyilliler. Nitekim bir tarafta milyoner ve milyarderlerin varlığı artarken fakirleşenlerin de çoğalmasını ve aradaki eşitsizlik uçurumunu  toplumsal olarak gözlemleyebiliyorlar.  Bilinçli bir toplumsal adalete hasredemesek de açık bir şekilde bu tarafa yönelmiş oldukları anlaşılıyor.  İşte bu gençler 25 ocak 2011’de insanları sokağa çıkmaya davet ederek hareketi başlatanlardır.  Tunus'ta haftalar önce başlayan olaylar, gençleri cesaretlendirerek baskı organlarına ve eziyetlere karşı teslim olmamayı öğretti.

Radikal Mısır solu gençlerin bu çağrısına hemen cevap verdi.  Zaten buna hazırdılar.  Abdulnasır döneminden beri, Mübarek gibi liderlerin iktidarı altında da uzun süre siyasi hayattan dışlanmışlardı. Bunların arasında belli ölçüde aydınlar, orta tabakalar ve işçiler var. Durumu tersine çeviren ise bunların ufak çaplı da olsa örgütlenmeleri oldu. Belki kendi hassasiyetim dolayısıyla böyle düşünüyorum ancak sonuçta gençlerle bu sosyalist gruplar arasında bir gönül bağı vardı. Sosyalist olmasalar da bu gençler sömürü ve kapitalizm karşısında yer aldılar. Dolayısıyla, Mısır devriminin geleceğinin altyapısının çoğunluğu oluşturan gençler ve radikal sol tarafından belirleneceğini düşünüyorum.

Mısır devriminin üçüncü önemli ayağını ise, edebi dildeki haliyle söyleyecek olursak, liberal burjuvazi denilen tabaka oluşturuyor. Ben bu kesimin “liberal demokrat gruba dahil öğeler” olarak isimlendirilmesini daha doğru buluyorum. Çünkü Mısır’da burjuvazi gerici bir tutum sergilemekte ve dış güçlere tâbi, parazit bir topluluğu simgelemektedir.

Burjuvaziyi para, ticaret, hizmet ve fabrika sahibi kesim olarak doğru manası ile kullandığımızda Mısır gerçeğinde parazit olan ile olmayanı ayırmak olanaksız. Evet halktan da fabrika sahibi olan küçük bir kitle var, her ne kadar bunlara burjuva desek de bunlar asıl burjuvaziye dahil edilemez. Örnek; inşaat sektöründeki küçük şirketler, büyük şirketlerin baskısı altındadır kendilerinden gizlice büyük şirketlere destek olunması istenir. Mısırdaki burjuva ABD gibi küreselleşmeden ciddi faydalar sağlamıştır. Ancak devlette profesyonel meslek sahibi doktor, avukat, mühendis ve muhasebecilerin durumu farklıdır.  Bunların zengin, orta halli ve fakir olanları da vardır. Bunlara burjuva diyemeyiz. Bu grup siyasi olmasından çok ideolojik ve kültürel olarak iki ana kola ayrılır. Selefi olarak tabir edebileceğimiz Müslümanlar [burada sorun inananlarla inanmayanları ayırmak değil. Mısır halkının geneli ister Müslüman ister Kıpti olsun inançlıdırlar. Dolayısıyla sorun imanla, inançlı olmakla ilgili değil.] ki, bunlar zaten siyasetten uzak dururlar. Bunlar orta kesimin çoğunluğunu oluşturur.  Devletten ve Körfez ülkelerinden de destek alırlar.

Diğer orta kesim ise aydınlanmış diyebileceğimiz grubu oluşturur. Bunlar açık fikirlidirler ve imkanları dahilinde demokratik diyebileceğimiz çabaların içerisinde bulunurlar. Hicap gibi konulara takılmazlar dini taassupları yoktur. Aydınlanmış olmalarından kasıt onlar Batıyı ve Avrupa'yı dışlamazlar tam tersine Avrupa ülkelerine giderler ve söz konusu ülkelerin sömürgeci  tabiatını sorun etmeden ve bilinçsiz olarak Batı toplumunu severler. Son yıllarda 'kifaye' hareketi gibi demokrasi ve toplumsal demokrasi yanlısı eğilimler ortaya çıkmakta.

Her ne kadar fakirlik gibi toplumsal sorunlarla ilgilenmeseler de, solun en büyük destekçisi olarak bu grubu görüyorum. Bunlar arasında kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisini benimsemelerine rağmen, siyasi ve iktisadi hayatın değişmesi gerekliliğini vurgulayanlar vardır. İsrail ve ABD politikasının etkisine maruz  kalmanın yanı sıra, şunu da söyleyebiliriz: İnsanların İsrail'den nefret ettiğini biliyoruz ve bunda şüphe yok ancak bir hakikat olarak İsrail'i kabul edenler tabi Mısırlıların Filistinli olmadığı gerçeğini da göz önüne alıyorlar.

İşte bu saydığımız ilk üç öğe olayların ilk gününde Kahire, İskenderiyye, Süveyş gibi ülkenin her yerinde 1-2 milyon insanı sokağa döktü. Yirmidört saatin ardından 15 milyon insan protesto gösterileri için sokaklara çıktı. Ayaklananlar sadece büyük şehirlerdeki halk değildi. İlçe ve muhafazalar, kasabalar hatta köylerde de halk gösterilere katıldı. Zaten bu belirtilen rakam Mısır halkının hepsinin gösterilere katıldığını gösterir. Aralarında politize olmuş belki de en fazla 2-3 milyon kişi vardı. Geri kalanlar kesinlikle politika ile hiçbir ilgisi olmayan halktır. Zaten Cemal Abdulnasır döneminde başlayan, Mübarek ve ekibinin daha da ileri götürdüğü siyasi hayatın yok edilmesi ve siyaset adına ne varsa yukarıdan devlet tarafından yönlendirilmesi bu durumu daha net açıklar. Ayrıca Mısırda islami akımın neden kazandığı sorusuna verilecek cevap da orada mevcuttur. Zira, halka cami mimberlerinden seslenebiliyorlardı. Hutbe veriyorlardı ancak siyasi ve toplumsal konulardan bahsetmelerine izin verilmiyordu.

Böylece 25 ocak 2011 Mısır toplumunda gerçekleşen devrime katkısı olan 4 gruptan da bahsetmiş olduk. Tabi bunları tüm Mısır halkını kapsayan bir temsile ek olarak, gençler, radikal sol, ve orta sınıf liberal demokrat kesim olarak üç kısma ayırdık.

Hiç şüphesiz, bu büyük ayaklanmanın gerisinde halkın son dönemde yüz yüze geldiği giderek kötüleşen yaşam koşulları var. İşçilerin 2007'deki grevleri, mücadelenin başlangıcı sayılabilir. Nitekim 2007 grev dalgasıyla bağımsız sendikalar kurma fikri ortaya çıkıp hayata geçirilmişti. Bunun yanında küçük çiftçiler hareketlerin hükümetin tarım ekonomisini gözden çıkarmasına rağmen büyük bir kararlılıkla haklarını savunmaları önemlidir. Orta kesimde ise ''kifaye'' hareketinin yükselmesi gösterilebilir. Gençler arasında bir benzeri ise 6 nisan olarak ortaya çıkmıştır. Yani tüm bunlar bir şekilde yakın bir zamanda  patlamanın yaşanacağını gösteriyordu ki, olan da bu zaten.

Şimdi Değişimin gerektirdiklerine geçebiliriz. Ocak-şubat 2011’de başlayan hareketin halkın arasında büyüyerek gelişmesi, kök salması ve ilerleyebilmesi için zamana ihtiyaç var ve bu çok açık. Uzunca bir geçiş sürecine ihtiyaç var.. Devrimin hükümeti devirerek düzeni ve anayasayı değiştirme talebi bir gerçek olsa da, bunlar henüz fiili olarak gerçekleşmiş değil. Düzeni değiştirmeye yönelik bir talep ve eğilim bir vakıa olmakla birlikte bundan fazlası yok. Anayasanın feshedilmesiyle de yürürlükteki yasal mevzuat ve yürürlükteki kanunlar fiili olarak ortadan kaldırılmış değil. Bu da demokrasiye ancak uzun bir geçiş dönemi sonunda geçilebileceği demeye geliyor.

Bir süreçten söz ederken ve demokrasi değişimin gereksinimlerinin başında gelir derken, gerçek anlamdaki demokrasiden söz ediyorum elbette. Zira, gerçek bir demokrasi her türlü partileşmenin ve örgütlenmenin yolunu açar ve o alanı özgürleştirir. Böyle bir demokrasiye geçiş süreci de 2 yıl ya da daha fazlasını gerektirir. Böyle bir zaman dilimi, medeni, laik, demokratik bir siyaset kültürünün oluşabilmesi için gereklidir. Burada demokrasi kültürü diyorum, sosyalizm kültürü demiyorum. Çünkü bu laik siyasi kültür, aynı zamanda demokratik burjuva örgütlenmelerini, sosyalizm taleplerini ve toplumsal istekleri de içine alır ki, ancak böylesi bir ortamda yapılacak seçimlerin halk için bir anlamı olabilir... Çünkü böylece toplum çoğunluğu politik alana dahil olabilir. (2). Bu süreçte yeni yönetimin alacağı şekle dair tartışmalar, politika alanında liderlikler arası  siyasi çekişmeler politik mücadelenin muhtevasını değiştirecektir. Aynı şekilde yeni dönemde ordunun da  değişim sürecine tâbi olması, eski yönetimde görev almış üst düzey unsurların sürece dahil olmaması, sürecin dışında bırakılması gerekir. Bu şahısların yönetime dahil olmaları durumunda  şimdi olduğu gibi özgürlük karşıtı karar ve uygulamalar dayatılmaya devam edecektir. Nitekim, partilerle ilgili çıkardıkları yeni yasalar, eski yönetiminkilerin bir kopyası ki,  işçilerin greve gitmelerinin nedeni de odur. Bu yüzden bu tür kararlara imza atan bir hükümetin “geçici hükümet” olarak görülmemesi gerektiğini kavramalıyız. Ve bizden önce bu işe soyunmuş Tunus’lulardan tedrici de olsa değişimin fiili olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini öğrenmeliyiz. Öyle ki, “geçici hükümetin” sokağa dökülen halk hareketlerini temsil edenler tarafından kurulması gerekir... Bu durum Tunus ve Mısır'ın şartlarının birbirinden farklı olması olarak açıklanabilir. Zira siyasetten uzak olan Tunus ordusu hem küçük ve zayıf, hem de kendi ülkesinde bir ağırlığı da yok. Özetle, Mısır ordusu gibi önemli bir role sahip değil. Bir de Tunus'ta birbiriyle mücadele eden iki güç söz konusu. Bunlardan biri eski yönetim ve hükümet  partisi ile bağlantılı olan parazit diyebileceğimiz  burjuva sınıfı, diğeri de devrimci güç olan  orta sınıf ve halk tabakasından müteşekkildir. Velhasıl, Mısır da olduğu gibi ordunun üçüncü bir güç odağı olmadığı durum söz konusu....

Ayrıca, Tunus hükümeti [yönetimi] Mısır hükümetinden çok daha iyidir. Şimdiki Tunus hükümeti hiçbir partinin ya da sendikanın kurulmasına karışmıyor, insanlara seçme özgürlüğü tanıyor. Yani orada Mısırda olmayan bir demokrasi söz konusu. Sonuç olarak asıl solun gerçek talebi halk hareketi ve demokrasi yanlısı orta kesimle koalisyon kurmaktır. Tabi aynı şekilde işçi sendikaları ile de. (3)

2. Gerici Bloğun ittifakı

Karşı devriminin stratejisi ya da  gerici ittifak bloğu iki ya da üçe ayrılır. Birincisi, burjuvazide somutlaşmış hakim tabakadır. Düzen ne kendilerinin ne de Mübareğin düzeniydi. Buların bir çoğu yolsuzluklardan beslenerek zenginleştiler. Mısır burjuvazisine dahil zengin çiftçiler de  bunlara dahildi..

Ve bu noktaya iyi dikkat edilmesi gerek zira, genel olarak çiftçilerden söz ediyorum. Köylerde yaşayan çiftçiler farklı tabakalara ait. Mısır köylerindeki çiftçilerin yüzde 40’ı hiç bir şeye sahip değillerdir. Yüzde otuzu ise küçük çiftçilerdir ve diğer yüzde 30’luk kısımı ise zengin çiftçiler oluşturur.

Tabi bu paralı çiftçilerin zengin burjuvalar gibi milyonlara sahip olması gerekmez. Mısır toplumuna göre görece zengin, dolayısıyla da gericidirler. Ayrıca devlet yetkilileri ve köyün ileri gelenleri ile araları  iyidir. Mühendis, doktor ve bazı din adamları ile de iyi anlaşırlar. Zengin çiftçiler siyasal islamın köydeki en güçlü öğesini oluştururlar. Nasır'ın tarım alanında yaptığı düzenlemeler Mısır köy toplumundaki dengeleri ciddi ölçüde değiştirmişti. Ve bu düzenlemelerden en çok faydalananlar zengin  çiftçiler oldu.  Zengin ve küçük çiftçilere çeşitli destekler verildi. Tabi bu durum doğal olarak güçlü çiftçilerin zayıflar üzerindeki gücünü artırdı. Nasır döneminde küçük çiftçileri koruyucu bazı önlemler alındı. Ancak mübarek dönemine gelindiğinde tarım ile ilgili yapılan planlamalar iptal edildi. Bu durum zengin çiftçilere zayıf olanların sırtından daha da zenginleşebilecekleri fırsatlar yarattı.

Etki tepki sonucu olarak küçük çiftçiler gerici hakim cepheye mensup zengin çiftçilere yani devrim karşıtı bu gerici unsurlara karşı tavır aldılar. Çoğunluğu oluşturan fakir köylülere gelince, bunlar tarım reformundan ve yapılan düzenlemelerden faydalanmak bir yana, tamamen dışlandılar. Ancak “dışa açılım” döneminde durumları değişti.  Körfeze, Libya ve Irak'a göç eden Mısırlıların büyük bölümünü bu yoksul çiftçiler oluşturuyor. Bunlardan bazıları geri döndüler ancak üreten çiftçi sınıfından farklı olarak, eğreti işlerle yaparak geçimlerini sağlamaya çalışan köylülere dönüştüler. Kanımca en önemli, en can alıcı sorun,  zengin çiftçiler ile siyasi islam arasındaki ilişkidir. Zira, eskiden olduğu gibi zengin çiftçiler muhafazakar ve donuk selefi islamın en güçlü dayanakları oldu.


*Müslüman Kardeşler ve İslami Akımlar

Müslüman Kardeşler cemaatinin [topluluğunun] demokratik bir yapıya sahip olabileceği şüphelidir. Sistemleri mürşide itaate dayalıdır, demokrasi ve tartışma fırsatından yoksundurlar. Sadece mürşide değil de cemaatin diğer liderlerine bakacak olursak, hepsinin çok zengin kişiler olduğunu görürüz. Ezher de tanınmış kişilerin de aralarında bulunduğu bu insanlar, Körfez ülkelerinden ciddi bir maddi destek alır. Liderler demokrasiye karşı, siyasi ve toplumsal olarak gerici olduklarının farkındadırlar [bilincindedirler]. 1973 harbinden sonra Körfez paraları ile güçlenen Vahabileri Mısır'a sokanlar da onlardır. Müslüman Kardeşler, bir Vahabi olan Muhammet Reşid Rıza’nın düşüncelerinden etkilenerek vahhabilikten ilham aldılar. Körfez ülkeleri Mısır'daki vahhabi oluşumu desteklemeden çok önce bu adam vahhabiliği ülkeye tanıttı. [soktu]. Bu çerçevede İngiltere elçiliğinin arşivinde bulunan belgelere göre, 1927 yılında
bizzat elçilik, Müslüman Kardeşlere halk komitelerinin siyasetten uzak tutulması karşılığında destek kararı almıştır. Birinci dünya savaşının ardından, 40’lı yıllara kadar ilerleme ve gelişmeyi burjuvalarla ile aydınlanmış orta kesim yürütmüştür.

Öyle ki, burjuva dediğimiz bu kesim mezhepsel ve dinsel tartışmaların üzerine çıkarak bir şeyler yapmaya çalıştı. Sonradan olduğu gibi bunlar Hristiyan gibi bir taassuba girerek karar vermedi. Siyaset alanında vatanı için çalışan Hristiyanların ön plana çıktığını gördük.

Mısır siyaset kültürünün ikinci unsuru da özellikle 2.  Dünya savaşı sonrasında gelişen komünizm olmuştur.

Mısır siyaset kültürünün üçüncü ögesiyse  büyük toprak sahibi gericiler.

Müslüman Kardeşler Mısır'da 20'lerden beri daima devrim karşıtı bir rol üstlendiler. Diktatör Sıdkı paşa'ytı desteklediler. İkinci Dünya Savaşının ardından İngilizlere karşı Alman faşizmine meylettiler. 21 Şubat 1946'da işçi hareketinin talebelerini dillendirdiği gösterilerde [eylemlerde]  Sıdkı'nin yanında yer aldılar. Bu sonuncu  devrimde de aynı şeyi yaptılar, devrim hareketine geç katıldılar ve katılmalarının ardından da bir düzen partisi olan demokrat parti ile koalisyon oluşturdular. [Müslüman Kardeşlerin] tarihi rolleri Mısır'da halk sınıflarına ihanetin tarihidir ve halen de öyledir. Velhasıl değişen bir şey yok...

Şahsi görüşüm, Cemal Abdulnasır'ın halk komitelerini siyasi hayattan men ederek, onları siyasal sürecin dışına atarak, Siyasal İslamın ülkede kök salmasını sağladığı ve sorumlunun Nasır olduğudur. Mısır toplumunda iki önemli odak olan komünizmi ve liberal burjuvaziyi yıktı. Delegasyon ve parti kurmalarına izin vermedi. Komünizmle mücadele adı altında komünistlere çok sert davrandı. İşte siyasi alanda yaratılan bu boşluğu zaten toplumda var olan İslam değerlendirdi. Müslüman Kardeşlerin yayılması için hazırlanan zemine bakmadan söylüyorum bunları. Abdulnasır’ın yönetim düşüncesi liberal burjuvazi ve komünizmi yok ederek yönetebileceği islami bir sosyalizmin mümkün olduğu düşüncesiydi. Tabi tarih, Siyasal İslamın kısa süre içerisinde sadece komünizme değil sosyalizme ve demokrasiye de karşı olduğunu gösterdi.

Şimdi Müslüman Kardeşler tarım düzenlemelerini islamın mülkiyet hakkına sahip çıktığını vurgulayarak reddettiği düşüncesini yaymaktalar. Bu durumun sadece ulusal olarak değil uluslararası düzende de ne kadar gerici bir düşünce olduğu açıktır. Örnek olarak, Avrupa'da hiç kimse böyle bir karar çıkaramaz... Onlara göre Dünya Bankası bile solun elindedir!

Şartlar Müslüman Kardeşleri sanki yönetim karşıtıymış gibi gösterdi, öyle bir algıya neden oldu. Bu kesinlikle doğru değildir. Mübarek ve yandaşları, Müslüman Kardeşleri ön plana çıkardı.  Müslümanların [özellikle İhvan’ın] hukuk, eğitim ve medya alanına tahakküm etmelerinin ve devlet yönetimde önemli pozisyonlar edinmelerinin önünü açtı. Velhasıl Müslüman Kardeşler kesinlikle yönetimin bir parçasıdır.

İhvanı Müslimin’in içinde Selefiler olarak bilinen aşırı dinciler var. Acaba bunlar gerçekten Müslüman Kardeşlere karşı düşmanlık sergileyebilir mi? Yoksa burada bir görev paylaşımı mı söz konusu? Öyle ki, Müslüman Kardeşler Washington'a mutediliz [ılımlıyız] izlenimi vererek,  çizmiş oldukları yol haritasına demokrasi belgesi almaktalar... İşte bu Obama'nın gerçekleştirdiği çirkin oyunun ta kendisidir...

Düşman -yani sömürgeciler [siyonist yandaşları da dahil]- siyasetin islamîleştirilmesinin toplumun ciddi sorunlarına ve asrın taleplerine karşılık veremeyeceğini çok iyi biliyor. ABD'nin ve Körfez ülkelerinin  ve tabi ki, İsrail'inde nihai olarak hedefi böylece devrimi yok etmektir.

Başka bir husus da şu: Mısırda Sufiler de diğer bir islami akımı oluşturur. [Sufi tarikatlara mensup yaklaşık 15 milyon Mısırlının olduğu söyleniyor]. Bunlar Vahhabileri kendilerine bir tehdit olarak görüyorlar ve din ve siyasetin ayrı olduğunu düşüncesinden hareketle de  Laikliğe yakın bir tablo çiziyorlar.

*Askeri Kurum ve Soru İşareti?

Washington hükümeti, Mısır'da kısa süreli bir “geçiş“ planlayarak, devrimin başarısını köstekledi ve bu süreçte iktidar hakim tabakanın [egemen blokun] elinde kaldı. Gereksiz veya önemsiz bir kaç değişikliğin dışında anayasa da olduğu gibi kaldı  ve Müslüman Kardeşlerin parlamentoda yer alacağı ve eski düzenin sürdürülebileceği bir sistem kuruldu. Son dönem yayınlanan ABD belgelerinde söylediğimizi doğrulayan kanıtlar var. 

Planın birinci aşaması referandumla gerçekleştirildi. Şimdi de planın ikinci aşamasına yani eylül-ekim seçimlerine hazırlık yapılıyor. ABD'nin Mısır için uygun gördüğü, orada uygulanmak istenen sistem, Pakistan'dan esinlenerek hazırlanmış. Kesinlikle Türkiye'den değil. Zira ikisi arasında  çok büyük fark var. Türkiye'de ordu laikliği korumak için perdenin arkasında duruyor. Bu hiç bir şekilde Mısır'daki durumla aynı değil. ABD'nin Mısır için tasarladığı “demokrasi” Pakistan'dakinin bir benzeri. Avrupa'da ve diğer Arap memleketlerinde bahsedilen Türkiye örneği kesinlikle kafa karıştırmak ve Pakistan örneğini devreye sokmak için bir şaşırtmacadan başka bir şey değil. Pakistan'da yönetim kendini islami olarak tanımlar ve Ülkede asıl komprador burjuvazinin hükmü sürer. Perde Arkasında ise askeri kurum vardır. Gerek duyulduğunda dengeleri gözetmek için bu güç devreye girer ve tasfiyeler başlar.

Mısır'a sunulan [lâyık görülen] model Pakistan modelidir. Perdenin arkasında İslami bir ordu, parlamentoda seçilmiş islami parti. İşte ABD'nin biz Mısırlılara uygun gördükleri demokrasi modeli.

O zaman bu planın gericileri destekler mahiyette olduğunu anlayabiliriz. Velhasıl, değişime ve demokrasiye açık olmayan grupların yönetime hakim olması.

Mısır'dan beklenen, emperyalizme tabiiyetinin, bağımlılığının sürdürülmesi ve İsrail'le aralarındaki barış şartlarına riayet etmesi. Yani, işgalci İsrail'in yayılma politikasına direnen Filistin halkına  destek verilmemesine özen gösterilmesi. Diğer yandan da ekonomik olarak büyük tekellere bağımlılığın sürmesi.

Müslüman Kardeşler ve Ordu yönetimi bu şartları tamamen kabul etmiş durumdalar. Ve ABD ordu yönetimine tam destek veriyor.

Mısır ordusunun üst kademelerinin çoğu ABD'de eğitim almış ve aynı zamanda daha önce de bölgedeki Amerikan askerleriyle birlikte tatbikatlar düzenlemişlerdi. Ayrıca ABD’nin Mısır ordusuna her yıl 1. 5 milyar dolarlık bir desteği söz konusu.

Bu, ABD'nin başarısıdır ki, ordunun adını kötü bir şekilde duyurmadan devrimin önderliğini onlara sundu.

*Fesatla [yolsuzlukla] İlgili bazı mülâhazalar

Yolsuzluk [corruption] toplumun yapısına bakılmadan yapılan tehlikeli bir adlandırma. Yolsuzluğun rezil bir durum olması itibariyle ahlak diline girdiği söylenir. Bana göre yolsuzluk kapitalizmin bir parçasıdır, yani onda mündemiçtir. Modern çağda da kapitalizm ancak yolsuzlukla belli hedeflerine ulaşabilmektedir. Velhasıl, burjuvazi yolsuzluk üzerine bina edilmiştir. Öyle ki, 1970’de burjuvazinin var olabilmesinin başka yolu yoktu. Yolsuzluğun tarih boyunca tüm devirlerde olduğunun söylenmesi ise yanlıştır. Yolsuzluk 40 senedir kapitalizm ile birlikte anılmaya başlanmıştır. Çağımızda da böyledir.

Batı toplumlarına bakın artık yolsuzluk düzenlerinin bir parçası olmuş durumdalar... Dolayısıyla, yolsuzluğu kapitalizmin dışında değerlendiremeyiz. Bunun için kapitalizm bunama devresine girdi diyorum.

40- 50 yıl önce gelişmiş kapitalist ülkelerde stoklama yapılırdı. Ancak bunun yanında bundan bağımsız olarak tarım ve sanayi üretimi mevcuttu. Bu da rekabet edebilme gücü veriyordu. Lâkin şimdi durum farklı. O zaramlar demokrat burjuva değerler ve iktisadi ilişkiler henüz bu ölçüde  bozulmamıştı. Ancak geçen 30 yılda üretimi ve ellerinde bulundurdukları malları da kapsayan dairesel bir stoklama ortaya çıktı. Bu da stoklama yaparak gücü elinde bulundurma yöntemini zaafa uğrattı.

Marks bunların olacağını düşündü ancak bununla ilgili birkaç kelimenin dışında bir şey söylemedi. Daha çok sosyalizm hakkında bazı öngörülerde bulundu.

*Geçmiş tecrübeler

Şunu çok iyi görmeliyiz ki, son yıllarda Mısır halkı dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı şartlara sahip ülkelerde bir çok halk ayaklanmasına şahit oldu. Bunların sonuçlarına yakından  bakmamız gerekiyor. Bu ayaklanmaları üçe ayırıyorum; ilk olarak Güney ülkeleri Asya ve Afrika'da olanlar. Ki, ben bunlardan Filipinler, Endenozya ve Mali'de yaşananları örneklendirerek bahsedeceğim. İkinci olarak Avrupa'nın doğusunda gerçekleşenler ve üçüncü olarak da Latin Amerika'da yaşananlar. Zira, bu ülkelerde düzene karşı geniş bir ayaklanma ve devrim söz konusu.

Filipinler ve Endonezya'da Mısır'daki Mübarek gibi diktatörler vardı. Otokratlarla etrafı çevrili bozguncu diktatör bir liderleri vardı. Baskı ve işkence ise had safhadaydı. Ülkelerin içinde bulundukları şartlar her ne kadar birbirinden farklı olsa da, oradaki halkın yaptığı devrim Mısır'da 2011 şubatın'da yapılana benziyordu. Yani devrimi gençler, ilerici orta kesim ve onlara katılan halk komiteleri üstlendi. Mali'deki diktatör Musa Traore'ye karşı ayaklanan halk için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Birinci çatışma diktatörün gitmesi ile sonuçlandı düzenin değişmesi ile değil. Mali halkı buradaki gibi 2, 3 haftada devrim yapmadı. Bir seneye yakın bir süre on binlerce kurban vererek başlarındaki diktatör gidene kadar mücadele etti. Ancak sonra ne oldu? Bizde olmayan şey oldu... tam manasıyla hürriyetlerine kavuştular, isteyen istediği partisini kurdu. Ancak bu sefer de halkın kazanımlarının  önünü kesmek üzere eski yönetim dış baskıyı artırdı. Bölgede El-kaide varlığı iddia edilerek gelişmelerin önüne geçildi. Düzen ayrıca Körfezin mali desteği ile muhafazakar [tutucu] islamı da aleyhlerine kullandı.

Filipin ve Endonezya'da durum aynıydı. Liderden kurtuldular ancak düzenden kurtulamadılar.

Şuna dikkat etmeliyiz, bu ülkelerde bizden daha güçlü bir şekilde devrim gerçekleştirildi ancak siyasal gerici islamla yönetim varlığını sürdürdü ve ilerlemenin, özgürlüklerin gerçekleşmesi engellendi. Bu çirkin oyuna terör ve El-kaide gibi unsurlar da dahil edildi. Tüm yeniliklerin önü bunlar gerekçe gösterilerek tıkandı. Belki de elli yıl sonra Usame Bin Laden'in ABD'de ikamet ettiğini öğreneceğiz ve ihtiyaç duyulduğunda açıklama yapan bu adam bir yerlere girilmek istendiğinde sahneye çıktığı anlaşılacak.

Gelelim Doğu Avrupa'daki ayaklanmalara: Komünizm [reel sosyalizm] aleyhine bir devrim gerçekleştirildi. Bu hikayenin ayrıntılarına girmek istemiyorum. Bu ayaklanmalar insanları ırklara ve dinlere böldü. Yugoslavya örneğinde görüldüğü gibi. Başta Almanya, İngiltere ve Fransa olmak üzere her konuda Batı Avrupa'ya tabi devletler söz konusu. Latin Amerika'yla  ABD ilişkisi gibi. Burada yaşanan tecrübelerde gidenin geleni arattığını gördük.

Bizim için devrimin kazanması ve ilerleyişi noktasında Latin Amerika en iyi örnek olarak görülüyor. Bu devrimci uzantıların ilki geniş halk komiteleri, yoksul çiftçiler ve çoğu işçi olan halkın Brazilya'daki [sanayileşmiş bir ülke] ayaklanması olarak gösterilebilir.
Bolivya'da ise çok daha güçlü bir devrim gerçekleştirildi. 5 sene sürdü 20 binin üzerine şehit verdiler. Ancak sonunda durumları değişti yeni bir anayasa kabul edildi, sömürgeciliğe karşı tamamen toplumsal düzenlemelere imza attılar. O zaman bizim için Latin Amerika devrimleri iyi bir örnek. Bu şartlarda en güzel modeli oluşturuyor. Aynı şekilde Venezüella. Konuyu Mısır çerçevesinden çıkarmak istemediğim için ona girmiyorum.

*Modern Mısır Tarihine dair kısa bir hatırlatma...

Mısır'ın modern tarihine bakın, hep devrimleri göreceksiniz. İlk devrimin ardından uzun bir gerileme dönemi. Belki de son devrim yeni bir ikinci uzun devrim döneminin başlangıcıdır. Birinci devrim dalgası, 1920'den 1967'ye kadar 40 yıllık uzun bir döneme tekabül eder.  1920, 1924 arası  Birinci aşamayı Vefd  hazırladı. Mısır bu dönemde Tarihinin en demokratik, en ilerici yapısına sahipti. Ancak Vefd'in içerisinden haince Sa'd Zağlul'un ve bir takım Vefd'in önderliğini yapan kimselerin solcu akımı ve komünist partiyi vurması ile bu süreç yıkıma uğradı.

21 şubat 1946'da ise Sa'dın yolundan gidenler ve diktatör Sıdki'nin kurduğu Müslüman Kardeşler bu durumu besledi. Devrimin uzantıları sömürgeciliğe karşı ve demokrasi yanlısı öğrenci koalisyonları, komünistler ve işçi kitlesi hareketi ile sürdü. Bu da Sıdki Paşa önderliğindeki Müslüman Kardeşlerin ihanetine uğradı. Vefdin yönetime gelmesine kadar sürdü sonra tekrar bir ihanet ki, Mısır'ın yıkımına sebep oldu ve bu ihanete Müslüman Kardeşler de destek verdi. Ve sonrasından Askeri darbe...
1952'de ilk, 1954'te ise ikinci bir askeri darbe oldu. Sonra Nasır dönemi geldi. Bu dönemde sömürgecililere karşı tavır alındı ancak Cemal Abdulnasır yavaş yavaş devrimin iç unsurlarını bitirdi...
Mısır halkının yapabileceği ve halkın yararına bazı düzenlemelerde bulundu ancak bunu demokratik bir şekilde değil  yukardan, bir dayatmayla gerçekleştirdi. Düzen demokrasi karşıtıydı.
1967'ye gelindiğinde ise Siyonistler aracılığıyla Amerika'nın sömürüsünden kurtulamadı. Bundan Sonra Nasır tutunamadı ve kapıları ardına kadar açtı. Mübarek de onu takip etti.

Birinci devrim dalgasının ardından 1970'ten 2011'e kadar 40 yıl uyuyan ve uluslar arası hiçbir ağırlığı kalmayan Mısır Halkı, 2011'de yeni bir devrim dalgasıyla uyandı...
Bugün biz ikinci devrim dalgasına girdik ki, bunun kapsayıcılığı ve derinliği uzun süren ilk devrim dalgasından daha da güçlü olabilir. İnanıyorum ki, uluslararası  koşulları ve yerel durumu gerektiği gibi kavrayabilen bir hareket, bizi ilerleme yolunda sonuca götürecektir.

Çeviri: Muhammed Emin Üzümcü







25 Nisan 2011

Mehdi ve Mesih

Mehdi ve Mesih
Atalay GİRGİN*

Mehdi ve Mesih tartışmasında son nokta…

Yüzyıllardır süren bir sorun bu… Neredeyse her yüzyılda denilebilecek kadar sıklıkta, her daim birileri ortaya çıkıp Mehdi’nin, Mesih’in gelmesinin yakın olduğunu ilan etmiştir. Bazen ilanla birlikte utangaçça işaret etmek istediği kendisi olmuştur.

Bazen birilerinin yönlendirmeleriyle dolduruşa gelip işi, “Mehdi benim!”, “Mesih benim!” demeye vardıranlar da çıkmıştır. Bunlar Şeytan’ın ve Deccal’in kötülüklerine karşı iyiliği kaim kılma yolunda kendisine müritler de bulmuşlardır.

Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, bundan sonra da aynı sıfata bürünüp ortaya çıkanların az ya da çok hep müritleri olacaktır. Bunlar ister birer meczup olsun, isterse gerçeklik algısını sık sık yitiren, şiddetli bilinç yarılması yaşayan şizofren olsun, her daim kendilerine “akıl tutulması”na uğramış şakirtler bulacaktır. Çünkü kutsallık zırhına bürünmüş yanılsamaların galebe çaldığı her yerde aklın ve bilimin aydınlığı sırra kadem basar. Rüzgârlı ve karanlık bir havada titrek bir “mum ışığı”na dönüşüverir bilimin ve aklın aydınlığı…

Artık buna son noktayı koymak, kutsallık zırhına bürünmüş saplantılı yanılsamaların karanlığını kovmak zamanıdır! İşte tam da bu amaçla “MEHDİ ve MESİH”1 adlı kitap şu soruların kesin yanıtlarını ortaya koymaktadır:

1)    Mehdi ve Mesih zati midir yoksa manevi mi?

2)     Mehdi ve Mesih ayrı ayrı bedenlerde mi vücut bulacak? Yoksa her ikisi de bir tek bedende mi zuhur edecek?

3)    Mehdi ve Mesih, birilerinin iddia ettiği gibi 2011’de mi zuhur eyleyecek? Yoksa başka birilerinin iddia ettiği gibi zamanımızdan 570 yıl sonra mı? Yoksa başka bir tarihte mi?

4)     Kutsal kitapları ellerine alıp kendi iddialarını kanıtlamak için bilumum hesaplamalar yaparak farklı tarihler verenlerin amacı ne? Onlar doğruyu mu söylüyor? Yoksa başka birilerinin amaçlarına mı hizmet ediyorlar? Aynı kutsal kitaplara bakarak birbirlerinden farklı tarihler vermelerinin ardındaki amaç ne?

5)    Huruç edip zuhur eylemeyi bekleyen Mehdi ve Mesih, hangi ülkenin hangi şehrinde yaşıyor?

6)     Mehdi ve Mesih ilk kez hangi ülkenin hangi şehrinde zuhur edecek? Neden o ülke? Neden o şehir?

7)    Mehdi ve Mesih’in vücut bulacağı bedenin sahibini, zuhur anına dek kim ya da kimler finanse ediyor ve edecek? Neden?

8)     Mehdi ve Mesih siyasal bir partiye katılacak mı?

9)    Siyaset, saltanat ve din işlerinin üçüyle de ilgilenecek olan Mehdi ve Mesih seçimlerde hangi lidere desteğini sunacak?

10) Mehdi ve Mesih’in sağlığını tehdit eden hastalık ne?

11) Kendi ülkesinin en etkili dini şahsiyeti Mehdi ve Mesih’i karşısında gördüğünde tanıyacak mı? Tanımak istemediğinde nasıl ikna edilecek?

12) Mehdi ve Mesih’i tanımamak için direnen tanınmış zamanın ünlü dini liderlerine neler yapılacak?

13) Mehdi ve Mesih’in cinsellik anlayışı ve cinsel tercihi ne?

Tüm bu soruların ve yazıyı daha fazla uzatmamak için yer vermediğim yüzlerce sorunun yanıtları, “MEHDİ ve MESİH”in birinci ve ikinci kitabında… Birinci kitap “MEHDİ ve MESİH” üst başlığıyla çıkıyor! Yakında kitapçılarda…

Her düzeyden ilgilenenlere iyi okumalar dileğiyle…


1 Mehdi ve Mesih, yazan Atalay GİRGİN.

14 Aralık 2010

Tahsin Yücel'in GÖKDELEN'i Üzerine

Ütopik, Siyasal ve Felsefi Bir Roman :
GÖKDELEN
              
 Atalay GİRGİN*

                                                      “Adalet güçlülerin ayrıcalığıdır.”

Türkiye Cumhuriyeti 149. yaşının ilk aylarını geride bırakıp 150’sine doğru ilerlemektedir. Aylardan Şubat’tır. Ve Şubat’ın 17’si... Gökdelen’in İstanbul’undaki, “25-C sayılı ve pembe renkli gökdelenin doksan sekizinci katındaki Tezcan Avukatlık Kurumu”nda, “Yani” der Can Tezcan, karşısındaki Temel Diker’e, “her yer eşit, her yer eşdeğer olsun istiyorsun, öyle mi?”
        
“Evet, öyle...” diye yanıtlar Niyorklu Temel1. Avukatı Can Tezcan’ın sözcükleriyle formülleşiverir Niyorklu’nun düşü... Her elmanın kurdu kendi içindedir, derler ya; içten içten yer ve çürütür elmayı. Ya düşün, düşlerinki...? Elmanın düşü kurt mudur, bilinmez. Ama muhtemeldir ki, elma kurdunun düşü elmadır; içinde sonsuza dek, hiçbir tehlikeyle karşılaşmadan yaşayacağı ve sonsuza dek tüketemeyeceği, çürümeyen bir elma... Ya insanın...? Her insan aynı şeyi mi ister, aynı şeyi mi düşler?

Her insanın düşü, düşleri vardır. Ama her insanın ütopyası yoktur. Düşler, insanlar kadar çoktur, ütopyalar azdır ve bundan dolayı, her ütopya bir düştür, ancak her düş bir ütopya değildir. Tıpkı Niyorklu Temel’inki gibi...

Ütopyalar siyasaldır

 

Her yerinin eşit, her yerinin eşdeğer kılındığı bir dünyayı, bir ülkeyi, bir kenti, kim, neden ister? Ya da kim, neden istemez? Dahası, mümkün müdür böylesi bir dünya, bir ülke, bir kent yaratmak? Kuşkusuz ki, insan tasarımlayabilir, düşleyebilir bunu. Ama bu, bir ideal varlık, bir istenen ütopya olmaktan öte geçmez. Ondan öte değer taşımaz. Çünkü ütopyaların değeri ve önemi,  bütünsel olarak gerçekleşebilirliğinden, gerçekleştirilebilirliğinden  çok, düşselliğinde, düşünselliğindedir; düşünülebilmiş olmasındadır. Ve onların gerçekliği yoktur, değişmezler; zamansız ve mekansızdırlar, tüm ideal varlıklar gibi... 

        
        
Öte yandan, her ütopya; varolan, yazarınca tanık olunan bir toplumsal ve siyasal gerçeklikten hareketle tasarımlansa da, hiçbir ütopya, toplumsal ve siyasal varlığın dününe ya da şimdisine yönelik bir anlatı değildir. Anlatım dili, söylem biçimi, hangi zaman dilimini kapsıyor olursa olsun, onun yüzü daima geleceğe dönüktür; ya olması isteneni nesneleştirir ve anlatır ya da olmasından korkulanı, istenmeyeni... İstenen ütopyalardan Platon’un “İdeal devleti”, Fârâbi’nin “Erdemli Kent”i ya da “El-Medinetü’l-Fâzıla”sı, Campanella’nın “Güneş Ülkesi”, Thomas More’un “Ütopya”sı için geçerli olduğu gibi; istenmeyen, “korkutucu ütopya”lardan Aldous Huxley’in  “Yeni Dünya”sı, “Cesur Yeni Dünya”sı, George Orwel’in “1984”ü için de geçerlidir bu...

        
Yukarıda belirtilen ütopyalardan, Platon ve Fârâbi’ye ait olanlar, felsefi düşünmenin ve bilginin gereği olarak, kuramsaldır. Diğerlerinden ilk ikisi kuramsal olmaktan çok, anlatı özelliği nedeniyle ‘edebi’ olarak nitelenebilecekken; diğerleri, bir roman olarak düşünülüp nesneleştirilmiş, “edebiyatlaşmış felsefe”yi içeren edebi ütopyalardır. Ancak ister kuramsal olsun isterse edebi, her ikisinin de varoluş nedenleri, tasarlayanlarının yaşadığı zamanın şimdisinde olup bitenlerdir. Bu nedenle tüm ütopyalar, varolan toplumsal ve siyasal düzene yöneltilmiş birer itirazdır. Ki “istenen ütopya”lar için, ‘itiraz’ sözü hafif kalır. Çünkü onlar, olup bitenler karşısında salt eleştirel bir tutumdan, gidişatın vahametini dile getirmekten ötesine geçip, varolanı yadsıyan yeni bir toplumsal-siyasal düzen  tasarımı olarak çıkarlar ortaya. Yazarlarının değiştirmek istemeyi düşünüp de değiştiremeyişlerinin çaresizliği, aczi ve tekbaşınalığıyla, yalnızca birer istenen olarak vücut bulurlar. 16.yy. İngiltere’sinde, Thomas More, “Benim ideallerime göre yönetilen bir ülke ve bu idealleri gerçekleştiren insanlar hakkında bir kitap yazmak istiyorum.” der dostu Peter Gilles’e ve ekler: Ama böyle şeyleri İngiltere’de yazmak tehlikeli2. Çünkü ütopya, siyasal bir metindir ve More, bilincindedir yazacaklarının.
        
         “Korkutucu” olarak nitelenen, istenmeyene, olmasından korkulana işaret eden ütopyalar ise, “istenen ütopya”lar gibi, birer ideal toplumsal-siyasal düzen tasarımı olarak ortaya konulmamışlardır. Bu ütopyalar, kendilerine konu edindikleri alandan ya da sorundan hareketle, varolan toplumsal-siyasal düzendeki gelişmelerin, insanı ve toplumu hangi vahim noktalara doğru sürüklemekte olduğunu ve onları nasıl bir geleceğin beklediğini anlatır. Kaçınılması gereken bir gelecek tablosu çizer. Orwel’in “1984”ünde yapılan da, Huxley’in “Yeni Dünya”sı ve “Cesur Yeni Dünya”sında anlatılan da budur. Ki bu varolan düzene karşı yöneltilen siyasal bir eleştiri, siyasal bir itirazdır. Ancak, her siyasal eleştiri, her siyasal itiraz ütopya olmadığı gibi, her siyasal roman da ütopya değildir. Ama tersi doğrudur bunun... Yani her ütopik roman, aynı zamanda siyasal bir romandır; içselleşmiş bir felsefi kavrayış ve anlamlandırışla biçimlenen... Çünkü bu tür romanlarda yazarın siyasal-ideolojik, toplumsal, sınıfsal tercihleri, dünya görüşü, felsefi yaklaşımı, v.b., diğer eserlerinden çok daha açık bir biçimde kendini gösterir. Bunun temel nedeni, her eleştirinin, her sorma, sorgulama etkinliğine dayanan anlama ve yeniden anlamlandırmanın çok yönlü kabullerden hareketle yapılmasıdır. Ki bu da kaçınılmazdır; çünkü her insan bir kabuller varlığıdır.

        
“Korkutucu” ütopik/siyasal romanlar, öncelikle, yaşanan gerçekliği ve ondaki gelişmeleri, gidişi, bir sanatçı duyarlılığıyla kavrayan, sezen ve düşündüğü olası sonuçlar karşısında da insan ve toplum için endişe duyan, dehşete düşen  yazarların, kendi içlerinden yükselen canhıraş bir çağrı çığlığıdır; kendi sezdiklerini sezdirmek, kendi kavradıklarını kavratmak isteyen... Bunu da hem  edebiyatın hem de özel olarak romanın neliği gereği,  düşünsel olanı, duygusal, estetik bir duyarlılıkla; duygusal ve estetik olanı da düşünsel bir tutarlılıkla ortaya koyarak, tasarladıkları tek tek roman kişileri, olayları ve onlar arasındaki ilişkiler üzerinden gerçekleştirmeye yönelirler. Korkutucu ütopik romanlar, varolanı soran, sorgulayan ve eleştirel bir düşünüşle kavrayıp anlamlandırarak anlatan bir aklın, düşündürmek ve fark ettirmek isteyen  ürünleridirler. Bu romanların zamanı ve mekanı yaşanmamış ve ulaşılmamış, olayları daha gerçekleşmemiş olduğundan olsa gerek, yazarlarının içindeki çığlığın canhıraşlığına inat, onlar usulca, çekingence “bir şeyler yapmalı!” derler, “hem de hemen şimdi!”. Çünkü, her türlü eylemin yegâne zaman dilimi şimdi’dir; ne dündür ne de yarın... 

Ama kimse gitmez bu çağrının peşinden... Birilerimiz okusa da, ardından kaldırıp kitaplığımızdaki okunmuş kitapların arasına yerleştiriveririz onları. Kulak vermeyiz çağrıya... En iyi ihtimalle, birkaç gün sözünü ederiz, dostlarımıza-arkadaşlarımıza, sohbet sırasında yeri gelir de anımsarsak elbette... Soralım kendimize : Çağrılarına uyup onların (örneğin “1984”ün), daha ötesini yapmış olsaydık, Orwel’in romanında işaret ettiği, göstermek istediği toplumdakinden kat be kat yetkin, estetize edilmiş ve içselleştirildiği için de meşru görülen denetim koşullarında yaşıyor olur muyduk?  Yanıtınız ne olursa olsun; siz siz olun, eğer okuduğunuz, “korkutucu” bir gelecek tasarımı çizen ütopik bir romansa, “altı da üstü de bir roman işte!” deyip geçmeyin... Ki Gökdelen için de geçerli bu...

             Romanın iki temel boyutu


Tahsin Yücel’in Gökdelen’i ütopik bir roman. Yargının özelleştirilmesi ana teması ekseninde kavranıp anlamlandırılmış olsa da, o, bundan daha öteye uzanan  bir anlam zenginliğine ve derinliğine sahip. Bunu sağlayan ise romanın felsefi ve siyasal boyutları. Ki açık ya da örtük bir biçimde felsefenin ve siyasal yaklaşımın varlığı, istenmeyene, kaçınılması gerekene işaret eden her korkutucu ütopik romanın vazgeçilmezidir.  Keza istenen ütopyaların da...                  
        
        
Roman kahramanlarından Avukat Can Tezcan’ın karabasanıyla başlayan Gökdelen’deki olup bitenler, 2073 yılının İstanbul’unda gerçekleşiyor. Yaşanmamış; yaşanıp yaşanamayacağı bilinmeyen bir yıl ve bir mekan. Ama tesadüfen seçilmiş bir yıl değil 2073. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin 150. yılına işaret ediyor. 150. yılında, illerinin sayısı 115’e ulaşmış, ama sahilleri bile özelleştirilip satılmış ve yöneticilerinin, satılabilecek yeni bir şeylerin arayışında olduğu  bir ulus-devletin varlığını bildiriyor, hissettiriyor Gökdelen. Ve Avrupa Birliği’nin, Türkiye Cumhuriyeti 30. ve sonuncu üye olamadan dağıldığını da... Türkiye’nin, bir buçuk asrı geride bırakırken, hala ABD’nin uydusu olmaya devam ettiğini de... “kavramların en saygınının yasak kavramı olduğunu”(sy. 98) da... Romanda yer alan bu ve benzeri unsurlar, kimilerince birer ayrıntı gibi algılanıp geçilse de,  Tahsin Yücel’in, içerisinde yaşadığı gerçekliği ve buradan hareketle de geleceği hangi siyasal ve ideolojik kabuller üzerinden kavramakta ve anlamlandırmakta olduğunun apaçık işaretlerini sunuyor okura.

        
Yücel’in siyasal ve ideolojik kabulleriyle koşullanan, itiraz ve eleştirilerinin üzerinde yükseldiği zemin ise, yaşadığı ve tanıklık ettiği insan ve toplum gerçekliğidir. Ki bu gerçeklik, toplumsal ve kültürel çürüme ve yozlaşmanın, değer erozyonunun, insan dahil, tüm toplumsal kurumları ve ilişkileri, kendi sarmalına alıp, nasıl savurmakta, yozlaştırmakta olduğunu göstermektedir. Ama, kendilerini evle iş arasındaki yaşama hapsetmiş, fasit bir daire içerisinde dönüp duran insanlar, ne denli kitap, gazete,dergi, v.b okuyor, televizyon izliyor, radyo dinliyor olsalar da, bu gerçeklikte olup bitenleri görememektedir. Roman kişilerinden Can Tezcan ve eşi Gül Tezcan’ın durumu buna örnektir. Kendi kurulu düzenlerinin gelgitleri, sorunları içinde, kendilerini dış dünyaya kapattıkları sürece, Elias Canetti’nin “Körleşme”sinde anlatıldığı gibi körleşmektedirler. Onlara, “göğe çekildiniz artık,” der Rıza Koç, “evden işe, işten eve de havadan, uçakla gidiyorsunuz çoğu zaman; kısacası, siz artık bu ülkede yaşamıyorsunuz.”(sy. 94) Toplumsal gerçeklikte yaşananları görüp, anlayabilmeyi, nedenlerini sonuçlarını kavrayabilmeyi, salt okuyarak sağlayamaz insan. Okumanın yanı sıra, kitaplardan başını kaldırıp, yaşanan gerçekliğe bakabilmeyi; baktığı yerde de, toplumsal gerçekliğin ve ilişkilerin tüm giriftliğine rağmen görebilmeyi, nedenlerini, nasıllarını, niçinlerini sorup sorgulayarak anlamayı başarması gerekir. Dahası, gördüğünü sandığının, kendisine gösterilmek istenen bir gösterilen mi olup olmadığını seçebilmesi de... Gözlerini kendinin kılarak, kendi gözleriyle görüp algılayabilmesi gerek...

          
İşte Tahsin Yücel, şimdi’nin tanık olduğu verilerinden hareketle, hem insanın nasıl “körleşmekte” olduğuna işaret ederken, hem de her geçen gün insanların, sömürülme şansı bile bulamadan ömürlerini tükettikleri bir geleceğe doğru sürüklenmekte olduğunu da anlatıyor Gökdelen’de. İşsiz bile sayılmayan “yılkı adamları”, ülkenin doğal bitki örtüsünü yitirmiş dağlarında, ovalarında yiyecek bir şeyler peşinde sürüler halinde dolaşırken; bir iş bulabilme umudu ya da sömürülme şansına sahip olabilme ayrıcalığı, en az birkaç üniversite bitirmiş ya da bitirebilecek ekonomik olanağı olanlar için söz konusu... Ki bu da, aday adaylığı kazandıran bir ihtimal yalnızca... İhtimalin ağırlığına katlanamayan, öğretmenler, mühendisler, vb., “yılkı adamları”na katılırken, iş bulma umudu olmadığı halde kentlerde kalanlardan bazıları ise, buna çocuklar da dahil, bedenlerini sunmaktadırlar pazara... Sistemin mantığı acımasızca işlemektedir : İnsan, satılabilecek ve pazarda alıcısı olan bir şeyi olduğu sürece değerlidir. Ama bununla yetinmez sistem : İnsan, yaşamını korumak istediği sürece, alıcısı olan bir şeye sahipse eğer, onu satmalıdır da... Hangi değerler adına olursa olsun, “ben satmıyorum” diyemezsiniz. Diyene ise, emekli öğretmen Hikmet beyinki gibi bir son hazırlayıverir sistem...

        
Bunun temel nedeni ise, kapitalist sömürü düzeni ya da Yücel’in deyişiyle ülkede varolan “anamalcı” düzen... “Anamalcı”lık, salt ekonomik değil, aynı zamanda sosyal, siyasal, ideolojik, kültürel, vb. boyutlarıyla varolan bir düzen... Ulaştığı herhangi bir şeyi, alınır satılır kılabildiği, ranta, kâra dönüştürebildiği sürece değerli sayan bu düzen, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları dahil, “değerli” sayılabilecek  her şeyini metalaştırmaktadır. Ki Gökdelen’in kahramanlarından Can Tezcan, bu “anamalcı” düzene hizmette birbirleriyle, neredeyse  yarış içerisinde olan ülke yöneticileri için ise, “bunca yıldır bu ulusun nesi varsa, hepsini özelleştirdiler, maden, orman, ırmak, liman, fabrika, hastane, üniversite, ilkokul, her şeyi, her şeyi sattılar haraç mezat, bir anaları kaldı satılmadık, sattılarsa da ben bilmiyorum, kimsenin günahını almak istemem.”(sy. 37) der. İşte bu nokta da, romanın ana teması olarak algılanan, öne çıkan/çıkarılan, yargının özelleştirilmesi, düzenin tutarlılığı için gereklidir. Gereklilikten öte bir zorunluluktur bu... Çünkü, her şey özelleştirilmişken yargının devletin elinde olması bir tutarsızlıktır. Çok farklı saiklerden hareketle de olsa, düzene tutarlılık kazandırmak gerektiğini düşünür ve ileri sürer Can Tezcan. “çelişkin bir hayvan” olarak tanımlanan “insan”, tüm çelişenliğine rağmen, ne gariptir ki yaptığı her işte, her düşünüşte tutarlılık arar; tutarlılık peşinde koşar.

        
Aslında, düzene “tutarlılık kazandırma”ya dönük öneriler yalnızca romanın evreninde yaşanmamaktadır. Tutarlılık kaygısı ve düşüncesinden midir, yoksa bambaşka nedenlerden midir bilinmez, 1996 yılı sonbaharında da vergi toplamanın özelleştirilmesi önerisi atılmıştı ortaya. Anadolu Ajansı’ndan gazetelerin haber merkezlerine akan haberde, Milli Prodüktive Merkezi adlı bir kuruluştu bu önerinin sahibi. Neylerseniz ki anamalcı düzen, hangi nedenlerle olursa olsun, her dönem kendi akl-ı evvel cevherlerini de yaratıyor ya da efendilerinin gözüne girip, pastadan kendi payına düşen kırıntıları arttırma kaygısında olanlar, düzene hizmette sınır tanımıyorlar. Bir zamanlarda, ismi lazım değil, birileri “kentlerde yaşayanlardan güvenlik vergisi alınmalı” derken, birileri de “yalnızca vergi verenler oy hakkına sahip olmalı” diyerek ortaya çıkmıştı. Koşullar oluşmadığından ya da onlardan önce yapılabilecek, metalaştırıp satılabilecek başka şeylerin varlığından uygulamaya dönüştürülemedi daha... Yücel’in yaptığı ise daha uç bir örnekle, yaşanan özelleştirme sürecinin ve anamalcı düzenin,  hangi nihai noktalara varabileceğine işaret etmektir.

        
Yargının özelleştirilmesi önerisi ve süreci çerçevesinde, medya dahil, ekonomik olarak egemen olanlar ile siyasal olarak yönetici konumunda bulunan başbakan ve bakanlar arasındaki çıkar ilişkilerini ve pazarlıkları gözler önüne seren Yücel, işsizlikten değer erozyonuna; yer altı ve yer üstü kaynaklardan gökdelenlerle parsellenip satılan gökyüzünün metalaştırılmasına; teknolojinin gelişimiyle yaşanan teknoloji yoğun üretimin insanı paranteze alıp, toplumun kenarına, hatta dışına bırakıverişine, vb. dek, günümüzde de yaşanan, insanı ve toplumu tehdit eden sorunlar karşısında duyduğu kaygıyı, bunlara dönük itiraz ve eleştirilerini dile getirerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin 150. yaşıyla sembolize ettiği 2073 yılında bu ülkede yaşayanları nasıl bir gelecek beklediğini anlatmaktadır romanında. Ve bu istenmeyen, kaçınılması gereken, korkutucu bir gelecektir.

Yazar, kendi siyasal ve ideolojik düşünceleri, toplumsal tercihi, dünya görüşü ekseninde kavradığı ve anlamlandırdığı günümüzün ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, vb. sorunlarına dönük  eleştiri ve itirazlarını, romanın evreninde yarattığı kişiler, olaylar ve ilişkilerle dışsallaştırmaktadır. Roman kahramanlarından birinin ağzından dökülen, “Gerçek patronların neredeyse tümü yabancı olduğuna, dolayısıyla ülke dışında bulunduğuna, ülkedeki adamları da birer uşak olmaktan öteye geçmediğine göre”(sy. 64), türünden sözler, çarpıcı, keskin birer itiraz, ‘eleştiri’ niteliği taşımaktadır. Ki yazar, sanırım oldukça bilinçli bir biçimde, yer yer kullandığı “günümüzde” ya da “bugün olduğu gibi”(sy.71) sözleriyle de bu itiraz ve eleştirilerin şiddetini ve etkisini daha da çok hissedilir kılmayı istemektedir. 

Gökdelen’i siyasal bir roman kılan unsurların başında şuana kadar belirtilenler önemli birer etken olarak yer almaktadır. İki temel boyuttan biri budur; yani siyasal olan... Şimdi sıra diğerinde; yani felsefi boyutta... Romanda her iki boyut iç içe yer alıyor olsa da, bunları gösterebilmek için, bu yazı bağlamında ayrılmaları gerekiyordu ve ayrıldılar...

Gökdelen’e ya da Yücel’e göre insan

 

Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında, “Herkes herkese ve herkes kendine aittir” önermesinin romana sinişi gibi, “her yer eşit, her yer eşdeğer”(sy. 32) sözü de Gökdelen’e siner. Hem Huxley’in romanındaki önerme, hem de Gökdelen’deki söz, felsefenin genelliği hükmüne haizdir. Ancak, Yücel’in romanındaki felsefi boyut bundan ibaret değildir. Her ne kadar bu söz, daha romanın ilk sayfalarında okurun karşısına çıkıyor ve ardı sıra Temel Diker’in, İstanbul’a “yeni bir bütünlük vermek istiyorum, çağın gidişine uygun tutarlı bir bütünlük, kuruluşu tamamlandığı zaman kent her zaman böyleymiş gibi bir duygu uyandıracak insanlarda, geçmişi de, geleceği de düşündürtmeyecek, onları sonsuz bir şimdiki zamanda yaşatacak bir bütünlük.”(sy. 42) sözleri geliyorsa da, bundan daha temel bir felsefi yaklaşım vardır Yücel’in Gökdelen’inde içselleşmiş olan. Bu da öncelikle, insan üzerine felsefedir. Yanı sıra da toplum üzerine...


Elbette buradaki felsefe, kavram çözümlemeleri ve kavramlar arası ilişkiler üzerinden, akıl yürütmelere ve temellendirmelere dayanarak yapılmamaktadır. Aksine yapılan, edebiyatın ve romanın neliğine uygun ve onun sınırları içerisinde; kişilerin, değişen konumlarına, ilişkilerin değişimine, olayların  gelişimine paralel olarak aldıkları tutumlar, davranışlar ve söyledikleri  sözlerle gerçekleştirilen, sergilenen bir felsefedir. Dolayısıyla genel olarak edebiyatta, özel olarak ise romanın evreninde felsefi olanı görmeye, kavrayıp anlamaya yönelirken bunu akıldan ırak tutmamak gerek.

Buradan hareketle, asıl konuya dönersek : “İnsan”, der Can Tezcan, “çelişkin bir hayvandır.”(sy. 60). Bu, roman boyunca işlenen, roman kişilerinin sözleri ve davranışlarında sergilenen, insanın neliğine ilişkin temel bir önermedir. Onu çelişkin kılan ise, içerisine doğup büyüdüğü toplumdur. Gökdelen bazında bu, tüm boyutlarıyla anamalcı toplumsal düzen... Can Tezcan’ın, “toplum çelişkiden çelişkiye sürüklüyor insanı”(sy. 251); “Bizi bu düzen, bu kenter düzeni çelişkin kılıyor”(sy. 267) derken işaret ettiği de budur.  Çünkü insanın toplumun ve toplumsalın dışında bir varoluşu yoktur. Ve ona olumlu ya da olumsuz tüm değerleri kazandıran toplumdur.   Sabri Serin’in, “Bu düzenin içinde doğduk, onun bir parçasıyız. Onunla savaşmak kendi kendimizle savaşmak oluyor bir bakıma.”(sy. 268) sözleri de insanın çelişkinliğine ilişkin önemli bir vurgu niteliği yaşıyor.

“Bu çelişkiler bir yerde dürüstlükten kopmanın bir belirtisi de sayılabilir belki.” diyen Can Tezcan, daha da ileri giderek hüküm verir : “Ne olursa olsun, hangi biçimde olursa olsun, bu kenter düzenine katıldığın, onun bir parçası olduğun andan sonra, salt dürüstlük yalnızca bir yanılsamadır.”(sy. 267)

İçerisine doğup büyüdüğü toplum insanı çelişkin kılıyor ve “dürüstlük yalnızca bir yanılsama”ya dönüşüyor olsa da, insandan umut kesilmez Gökdelen’de : Can Tezcan’ın, “İnsan doğasına güvenmek gerekir, insanların başkaldırı yetisine güvenmek gerekir. Biliyorum, çoğu zaman, hem de hemen her yerde, haksızlık egemendir, doğal gibi, doğruluk gibi, haklılık gibi göründüğü de çok olur. ‘Bu böyledir, böyle gelmiş, böyle gider : yapılacak hiçbir şey yok!’ der insanlar. Sonra bir yerlerden bir dip dalgası gelir, önünde ne varsa yerle bir etmeye başlar, adaletin ucu görünür, insanlar ‘Bu böyle süremez’ derler ve bu böyle sürmez artık. İnsanların başkaldırı yetisinden umudu kesmemek gerekir.”(sy. 255) sözleri bunun ifadesidir. Keza Sabri Serin’in, “Şimdi adını unuttum, gençliğimde bir kitap okumuştum, çok güzel bir kitap, sanırım bir Fransız’ındı. Kişi dayanır, katlanır, boyun eğer, eğer, eğer, sonra öyle bir noktaya gelir ki daha fazlasına katlanamaz artık, boyun eğmeyecektir, durur o noktada, başkaldırır” sözleriyle, Albert Camus’un “Başkaldıran İnsan” adlı eserine gönderme yapılmasının anlamı da budur.

İnsanın mutlak iyi mutlak kötü olamayacağına ilişkin diyalektik kavrayış ve onun başkaldırı yetisinden umudu kesmeyiş, Gökdelen’in,  her zaman için “başka bir son mümkün” yaklaşımını hissettirmesini, düşündürmesini olanaklı kılıyor. “sonradan çok değişseler de insan doğasından her zaman bir şeyler kalıyor geride, kötüde iyi bir şeyler, iyide kötü bir şeyler. Hiçbir şey bekleyemeyeceklerimiz belki de hiç yok, belki de çok küçük bir azınlık her şeye karşın, anamal 2073’te bile tüketemedi insanı. Hâlâ yaşayabilmemizi buna borçluyuz .”(sy. 266-267) sözlerine romanın sonunda, adlarından söz edilmelerine rağmen kendileri ortalarda görünmeyen “yılkı adamları”nın, “sonu görünmeyen bir insan seli” halinde birkaç koldan kente akışının eşlik edişi de, “başka bir son”un kuvveden fiile dönüşebilme olanağını imliyor. Hem de, Gökdelen’in evreninde düşünürsek eğer, tam da Türkiye Cumhuriyeti’nin 1503. yılında...

Bu son kimin sonu, neyin sonudur, bilinmez ama, her son seçimlerimizde, tercihlerimizde bir değişimi olanaklı kılar; tıpkı roman kahramanlarınınki gibi...  Ve her son, değiştirir, dönüştürür; insan dahil, toplumsal-siyasal boyutuyla maddi ve kültürel varlıkları... Bazen de yakar yıkar ve yeniden yapar.

Son söz : Tahsin Yücel, ütopik, siyasal ve felsefi bir roman örneği sunduğu Gökdelen’iyle; günümüz insanının, gelecek kaygısının ve korkusunun sarmalında, karamsarlıktan umutsuzluk dehlizlerine sürüklendiği koşullarda, varolan düzen karşısında soran, sorgulayan, eleştiren, itiraz eden siyasal ve ideolojik duruşu, insana yönelik felsefi yaklaşımıyla “umut” deklere etmektedir. İnsan var olduğu sürece, ona güvenmek, ondan umudu kesmemek gerek; çünkü “başka bir son” umudu, her daim, adları sanları bilinmeyen o gerçek insanlarla mümkün demektedir. Ya siz..?  


* Felsefe Öğretmeni
1 Tahsin Yücel, Gökdelen, sy.32, Can Yayınları, Ekim 2006. Sonlarında sayfa numaraları verilmiş alıntıların tamamı adı geçen kitaptandır. Kitabın birkaç yerinde “2074” yılına rastlanmıştır, eğer çok özel bir anlamı yok ise, bir yanlış dizim söz konusu demektir ki düzeltilmesi gerek.
2 Thomas More, Ütopya, sy. 9; çev. Ayfer Girgin Cambier, Dergâh Yayınları, Temmuz 2003.
3 Bu yazının Hürriyet Gösteri Dergisi’nde yayımlanmasından sonraki günlerde Tahsin Yücel’le söyleşiler yapanlardan bazıları - ki şu anda anımsadıklarımdan birisi Hikmet Altınkaynak’tır- 2073’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin 150. yılına değil, aksine Tahsin Yücel’in 150. doğum yılına işaret ettiğini yazmışlar hatta bunu Yücel’e de onaylatmışlardır. Ne var ki Tahsin Yücel’in doğum yılı 1933’tür. Yalnıza anımsatmak istedim...

21 Kasım 2010

Edebiyat ve Hayat

Edebiyat ve hayat
  ya da
“Edebiyattan hayata bir biçim vermesini bekle”mek...

                                                      Atalay GİRGİN*

“Tarafsız cümle yoktur.” Bu önermenin bildirdiği hüküm, edebiyattan başlayarak, insanın anlamlandırma etkinliği içerisinde kalan ve bir biçimde olumlu ya da olumsuz değer bildiren, değer taşıyan, değer aktaran ve bir başkasına yönelen tüm etkinlik alanlarında, ne denli genellik zırhına büründürülürse büründürülsün her cümle için geçerlidir. Ki “Tarafsız cümle yoktur” önermesinin kendisi de dahildir buna.

Yukarıdaki nitelikleriyle cümlenin bile tarafsız olmadığını bilenler ise, dönem dönem, insanın, diğer insanlar üzerinde yaygın etki gücüne sahip olan bazı etkinliklerinin, kendi düşünceleri doğrultusunda amaç ve işlevler taşıması gerektiğini açık yada örtük bir biçimde dile getirirler. Bu dönemler genellikle, toplumsal, ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel, ahlaki, v.b düzeyde ya dibe vurulduğu düşünülen ya da kendi düşüncelerinin kuvveden fiile  dönüşmek üzere olduğu düşünülen, toplumsal saflaşmanın keskinleştiği dönemlerdir. Ve değişim çok hızlıdır. Bu hız durulan ve bakılan yere göre, çözülme ve çürüme olarak da, yeninin doğmakta oluşunun müjdecisi olarak da algılanabilir. Biri umutsuzluk bildirir, diğeri ise umut... Böyle dönemlerde daha bir keskinleşir, “Sanat sanat içindir” ve “Sanat toplum içindir” tartışmaları ya da kendine kaçışları genelde kimi sanatçıların özelde ise kimi edebiyatçıların... Keza savruluşlar, aykırılıklar, sıradanlaşmalar, reddiyeler ve bunların ortasında başlayan yeni arayışlar ve farklı yaklaşımlar da bu dönemlerde  filizlenir. Ve hangi alandaysa, o alanda yapılanlarla yeşerir ya da terk-i diyar eyler umut...

 Umut beklentidir. Her beklenti, geleceğe dönüktür. Gelecek ise henüz yaşanmamış olan, yaşanacağı kesin olmayandır; yalnızca bir olasılık... Bu olasılığı güçlü ya da güçsüz kılan, içerisinde yaşanan zamanın ve mekânın ‘şimdi’sinde yapılanlardır. Bu yapılanların taşıdığı anlam ve değerin niteliği ya da bireyin onlara atfettiği nitelik geleceğe dönük beklentilerin ya da beklentisizliklerin belirginleşmesine, artmasına neden olur. Beklentilerin yüksekliği umuda, beklentisizliklerin yüksekliği ise umutsuzluğa, çaresizliğe delâlet eder. Umutsuzluğun bireyselden toplumsala genelleştiği dönemlerde ise, bireysel istek ve özlemler de  kaygılar ve sorunlar da toplumsalın önüne geçer ve insan, yerli yersiz, doğru yanlış demeden, en olmadık ‘şey’lerden çare ummaya; onlara, nelikleri ve gerçeklikleriyle uygun olmayan işlevler, değerler yüklemeye başlar. Kimileri dinin ipine sarılır; kimileri, öfkeli ama çaresizce milliyetçiliğin ipine... Kimileri eğitimden medet umar; kimileri ekonomiden, siyasetten... Kimileri de “Edebiyattan hayata bir biçim vermesini bekle”r. Kimilerinin bir “kurtarıcı” bekleyişi misali, edebiyatçının hayata biçim verebileceğini düşünür. Edebiyat ve edebiyatçı sanki bir Godot kılınır...

08 Kasım 2010

Bilge ve Filozof

Bilge ve Filozof

                                                               Atalay GİRGİN


Bilge ve bilgi aynı kökten gelir  Türkçe’de:BİL. 

“Bil” bir emirdir; BİLMEK ise bir eylem. Ne var ki, ikisi için de bilinmesi gereken, bilinen ya da bilinebilecek olan ise, değeri bir yana, bilgi olarak ortaya konulmuş olan şeydir. Her eylemin ise yegane bir boyutu vardır : Zamanın ve mekânın “şimdi”si, “şu an”dası... Başka bir an’da ve yerde eyleyemez insan.

Bilgi, varlığın, nesnenin dününe aittir. Düşünce ise şimdi’sine... Bundan dolayıdır ki, bir bilgi ne denli doğruluk değerine sahip olursa olsun, o, zamanın ve mekânın şimdi’sinde, nesnesizleşmiştir. Aynı zamanda zamansız ve mekânsızdır artık. Çünkü, hem genel olarak varlık hem de özel olarak bilginin nesnesi değişmiştir. Ve an be an değişmektedir de...
Varlığın ya da herhangi bir nesnenin dününe ait bir bilgi ile, zamanın ve mekânın şimdi’ki, şu an’daki boyutunda yaşayan bir insan, ne o varlığın dünkü haline müdahale edip değiştirebilir ne de şimdiki haline biçim verebilir. 

Bunun birinci nedeni, o varlığın ya da nesnenin dününe gidilemeyecek oluşu. İkincisi ise, bilginin, hem öznesinin (ortaya koyan olması koşulu ile), hem de nesnesinin dünkü gerçekliğini yitirmiş ve değişimle birlikte yeni bir gerçekliğe sahip oluşlarıdır. 

Nesnesiz, zamansız ve mekânsız kalan bir bilgi, donmuş; kalıplaşmıştır. Artık o, gerçekliği değiştirme, dönüştürme eylemliliğine girişmek isteyen ve şimdiki zamanda yaşayan insanın, varolanı anlaması, kavraması ve bilmesinin işlevsel bir aracı değildir. Aksine ve yalnızca ezberlenir o bilgi... 

Okullardaki derslerin ezbere dayanmasının altında yatan nedenlerden biri de budur. Çünkü dün’den vaaz edilir; yani zamanın ve mekanın dününde kalan varlıktan ve nesneden... Bundan dolayıdır ki, en küçük düşünce kırıntısı bile karışmaya başladığında işe, ezberi bozulma teamülü gösterir, hem öğrencinin hem de ne gariptir ki, öğretmenin de... 

Bilgi türlerinden, bilimsel, felsefi ve teknik bilgiyi göreli olarak dışarıda bırakırsak eğer, bilge, diğer bilgi türleriyle, yaşadığı zamanın ve mekânın şimdi’sinde dünden seslenen; düne ait olanı şimdi’de seslendirendir. Bilgeliğin durağanlığı bundandır. Bilge olarak nitelenen insan, dünü ve düne ait olanı bir yana bıraktığında, bilgelik niteliğini de yitirir; düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle ya filozoflaşır ya da sıradanlaşır. 

Bilgelik, bütünsel anlamıyla varlığın ve nesnenin dününe, dünlerine ait olandan beslenir. Onun hammaddesi ve gıdası, hangi yolla elde edilmiş ve aktarılmış olursa olsun, hem deneyimsel olan, hem de donmuş ve kalıplaşmış olan bilginin yanı sıra, mitler, masallar, hikayeler, v.b'dir. Varlığın şimdisine dair, düşünce, söylem ve eyleyişi içermez. Elbetteki değiştirmeyi ve dönüştürmeyi de... 

Oysa varlığın dününe dair bilgilerle filozof sıfatını kazanamaz hiçbir insan. Çünkü, bir insanı filozof kılan, onun düne ya da geleceğe dair düşünceleri değildir. Aksine, kendisinin de içerisinde yaşadığı zamanın ve mekânın şimdi’sinde varlığa, esas olarak da nesneleştirebildiklerine ilişkin ortaya koyduğu düşünceyle, bilgi ve bunun kaçınılmaz bir biçimde ürettiği değerle (etik ve estetik boyutuyla birlikte) eyleyişidir.
                         
Sonsöz : Hazır, basmakalıp, donmuş, varlığın dününe ait olan bilgi ile bilge olunabilir, ama asla filozof olunamaz. (2004)

27 Eylül 2010

Türkiye Cumhuriyeti Paradigması Son Kalesinde

Türkiye Cumhuriyeti Paradigması  Son Kalesinde

Atalay GİRGİN*

Son kalesinde olan “Türkiye Cumhuriyeti” değil. Çünkü o, bugüne dek ne denli ilan edilmemiş olursa olsun, siyaset ontolojisi açısından çoktan miadını doldurmuştur. Referandum sonuçları da, tabir-i caizse, üzerine “tüy dikmiş”tir bunun… Ne gidecek bir kalesi vardır artık ne de herhangi bir kaleye ihtiyacı… Şimdi ondan geriye kalan, bu yazı bağlamında kısaca değinilecek olan, üç şey var: Birincisi “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı. İkincisi “Devlet” ve üçüncüsü ise “Türkiye Cumhuriyeti”nin on yıllar öncesinden “iflas” etmiş paradigmasının son sığınağı, belki de mezarına dönüşen o “son kale”…

Cumhuriyet: Cumhurun iyeliği yanılsaması

Birincisi, yani “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı, her yere iliştirilmekten, herhangi bir yerde neliği ve gerçekliğiyle var olma olanağı bulamayan kavramlardan birine dönüşmüştür artık. Elbette ki, “Türkiye Cumhuriyeti” kavramının bu hale dönüşmesinin / dönüştürülmesinin, her geçen gün görünüşe mahkum kılınıp içerikten sürgün edilişinin temel nedeni, salt her yere iliştirilişine indirgenemez. Çünkü bu yalnızca bir sonuçtur.

Asıl olan, öncelikle bu kavramın, “Osmanlı bakiyesi” topraklar üzerinde kurulan ‘yeni devlet’in sıfatına ve şekline ilişkin, 1789 Fransız İhtilali ve sonrasındaki siyasal gelişmelerin de etkisiyle, toplum nezdinde meşruiyet yaratmaya dönük siyasal - ideolojik bir bilincin oluşması / oluşturulması ve yaygınlaştırılmasına hizmet amacı ve işleviyle kullanılmış oluşudur. Ancak bu amaç ve işlevle toplumsal (ve aynı zamanda tarihsel) gerçekliğin hakikati arasındaki farklılıklar, ne denli görülmek ve gösterilmek istenmese de dönem dönem nükseden fiili ve potansiyel sorun alanları olarak varlığını korumuştur. Bunların da etkisiyle, ‘yeni devlet’in kuruluşundan itibaren hem kitle iletişim araçları hem de eğitim kurumları aracılığıyla bu yönde yapılan sürekli vurgulara rağmen, söylemden ve yanılsamalı bir bilinç hali yaratmaktan öteye geçilememiştir.

Toplumsal gerçeklik, ideolojik kabullerin ve söylemin rengine boyanıp değiştirilememiş; tüm inkâr ve yok saymalara rağmen tek dillilik ve tek kültürlülükten ibaret ‘deli gömleği’ne hapsedilememiştir. “Türkiye Cumhuriyeti” denilmekle de ne devlet sabahtan akşama cumhurun iyeliğine geçebilmiş, ne de “Türk” bu devletin siyasal ve coğrafi sınırları içerisinde yaşayan cumhurun yegâne sıfatına dönüşebilmiştir.

Keza söz konusu gerçekliği ve hakikati, ne referandum sonuçları ne de bunları cumhurun “devlete el koyması”, bir nevi onu iyeliğine alışı olarak değerlendirme akl-ı evvelliğiyle malûl her cenahtan avenenin, efendilerininkinden bile daha yükseğe çıkıp göğü tutan sevinç çığlıkları değiştirmeye kadirdir. Çünkü başlangıcından bugüne dek, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve insanın insanı sömürüsü koşullarında, cumhurun iyeliği söyleminin de bunun üzerine bina edilen cumhuriyet anlayışının da cumhurun ve cumhuru oluşturanların bilincinde yanılsamalar yaratmaktan öte temel bir işlevi yoktur. Velhasıl; cumhuriyet, cumhurun iyeliği yanılsamasının adıdır. Türk’ün iyeliği ise, eğer inanırsanız, bu dünyanın ve öte dünyanın, tüm evrenin her metrekaresinde, her santimetrekaresinde ilelebet payidar olacaktır; hatta ondan başka hiçbir şey olmayacaktır…

Devletin amacı değil, işlevi vardır

İkincisi devlet. Tüm kurumlar ve araçlar gibi, devletin de, amacı yoktur; işlevi vardır. Kendisinden beklenen ya da istenen işlevleri yerine getirebildiği sürece varlığını sürdürür. “Antik imparatorluk”lar için olduğu gibi, “modern devlet” sıfatını taşıyan ulus devlet ya da devlet uluslar için de geçerlidir bu... Birincisi, fethi fetihle finanse etse bir nevi haraca dayansa da ekonomik ve siyasal olarak egemen/yönetici sınıf ve sınıflar açısından, her ikisinde de devletin temel işlevi, organlarının, alt kurumlarının uyumlu işleyişiyle, öncelikle üzerinde kurulu olduğu siyasi-coğrafi sınırların ve içerisinde doğup geliştiği toplumsal yapının ve sistemin, içerden ve dışardan gelebilecek her türlü tehdit karşısında varlığını korumasına, sürekliliğini sağlayıp mevcut sınıfsal güç dengeleri değişmeksizin gelişmesine hizmet etmektir.

Kimilerine göre ulus devlet, kimilerine göreyse devlet ulus olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti başlangıçtan bugüne yaşanan süreç içerisinde kendisinden beklenen işlevleri zora dayanan zapturapt yöntemlerinin dışında sağlayamamıştır. Kaldı ki, salt siyasal, askeri, bürokratik, vb. bir örgüt / kurum olarak bunun daha ötesini başarabilmesi de olanaklı değildir. Çünkü devletin işlevselliğini, yani temel kurumları arasındaki uyumu, eşgüdümü sağlaması amacıyla oluşturulan eldeki paradigma, ne siyasal coğrafi sınırlar içerisindeki toplumsal gerçekliğe uygundur ne de onun değişimine paralel olarak ortaya çıkan ve karşılaşılan sorunları, kendini yenileyerek çözebilmeye…

Bunun elbette, bazıları (örneğin dogmatiklik; Atatürk tabusuyla sorgulanmazlık zırhına alınmak, saplantılı bir biçimde, on yıllar öncesinden bir biçimde ifadeye bürünmüş kabuller ve sav sözlerle belirlenmiş statükoya değişmezlik atfetmek, vb. gibi) inkar edilmeye çalışılan, bazıları da (imparatorluğun genellikle yenilgi ve toprak kayıplarıyla sonuçlanan savaşlarla küçülmesi, egemenliği altındaki farklı etnik unsurların bağımsızlık talep ve isyanlarıyla sarsılması, vb. gibi) gerçeklikten kaynaklanan ve hem eğitim hem de yazılı ve sözlü söylemlerle nesilden nesile aktarılarak neredeyse toplumsal bir paranoyaya dönüş(türül)en “içerde ve dışarıda düşman görme ve bölünme korkusu, kaygısı” gibi, üzerinden atlanıp geçilemeyecek önemli nedenleri vardır. Bir de bunların üzerine, ABD kongresinin 1947 yılında aldığı “Türkiye ve Yunanistan’ı komünizmle mücadelenin kalesi” kılma kararı sonrası akıttığı mali kaynaklarla, bilumum araç kullanılarak, asker, memur, din adamı demeksizin birçok etkili ve yetkili kişi devşirilerek1 “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurdurulup yalan ve iftiralarla, düşmanlık söylemleriyle toplum içerisinde yeşertilen ve yaygınlaştırılan komünizm fobisini eklemeyi de unutmamak gerek… Paralel bir sürecin ordu ve istihbarat teşkilatı içinde yaşandığını da… Dahası bu sürecin etkisini ve günümüzde yaşananları anlamak için, hala siyasetten bürokrasiye dek önemli kurumlar ve mevkilerde egemen ve söz sahibi olan kadroların birçoğunun hem siyasal-ideolojik bilinç olarak bu fobiyle yetişmiş hem de “efendi” için “Komünizmle mücadeleden ‘Ergenekon’a evladı makbul” kalabilmiş olanlar olduklarını da… Keza bunların, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem kurucu yönetici ve kadrolarınca dile getirilen, eğitim başta olmak üzere çeşitli kurumlar aracılığıyla toplumun içselleştirmesi için uğraşılan, laiklik, çağdaşlaşma gibi anlayış ve değerleriyle hem de paradigmasının kabulleriyle bazen açıktan, genellikle de (son yıllara dek) örtük bir biçimde çatışma içerisinde olduklarını da…

Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, içerisine düştüğü açmazdan, acz durumundan, “modernleşme” çabalarıyla kurtarılmaya çalışılan “antik bir imparatorluğun” yıkıntıları üzerinde kurulmuş, başlangıçtaki yönetici kadroların tüm reddiyelerine rağmen bir biçimde onun devamı olan “modern bir devlet”ti. Ama kuruluşundan bu yana, toplumsal, siyasal, vb anlamda sürekli değişen dünya, bölge ve ülke gerçekliği karşısında paradigması iflas etmiş, süreç içinde (hatta yaklaşık 50-60 yıllık bir süreçte  planlı bir biçimde ki, asıl bunu planlayıp sabırla, bir başka devlet ve toplum yapısı içinde icra edebilen, o toplum içinden devşirmeler yetiştirip temel kurumlarında söz sahibi kılabilen, onlardan bazılarını kendi siyasal projelerinin “eş başkanlığına, yöneticiliğine” atayıp, pardon seçtirip, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, o projeyi rafa kaldırıveren devlet, büyük devlettir) yönetici ve kadrolarının önemli bir çoğunluğu her geçen gün cumhuriyetin değerleri ve kabulleriyle çatışma içerisindeki kişilerden oluşan bir devlete dönüşmüş, dönüştürülmüştür. İşte referandum sonuçları, bir başka anlamıyla da bu “modern devlet”in egemenlerce ilan edilmemiş miadının gecikmeli bir ilânıdır. Keza, ne dün ne de bugün, kavramların ve söylemin ötesinde söz konusu devletin, yalnızca cumhurun değil, aynı zamanda Türk’ün iyeliğine de haiz olmadığının ilânı… O halde bir soru: Peki;  bu devletin iyeliği kimdedir/kimlerdedir?

“Modern devlet”te kuvvetler ayrılığı biçimseldir

Modern devlet demişken: Kuvvetler ayrılığı prensibi, Montesquieu’dan bu yana, bir hukuk devleti olduğu varsayılan “modern devlet”in karakteristik özelliklerinden biri kabul edilir. Devlet erkinin, tek bir elden değil, birbirinden bağımsız olması gerektiği belirtilen / varsayılan yasama, yargı ve yürütme organları aracılığıyla uygulanması, egemen kılınması esasına dayanır. Bu üç kuvvetin birbirlerine ilişkin denetleme ve etkileme işlevlerinin olağan dönemlerdeki rutin seyri, “bağımsızlık” vurgusunun fazlaca sorgulanmasını gündeme getirmez, hatta bunu pekiştirir. 

Oysa ister olağan dönemlerde olsun isterse olağanüstü dönemlerde olsun, yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsızlığı mutlak değil, görelidir. Dahası, her türden söyleme ve görünüşe rağmen, bunlar arasındaki eşgüdümü sağlayan, ‘bağımsızlık’, ‘tarafsızlık’ yanılsamasını güçlendiren; istisnai dönemler ya da gelişmeler dışında, söz konusu kurumların “ortak bir akıl”la düşünüyor, söylüyor ve eyliyormuşcasına uyumlu çalışmalarını olanaklı kılan, egemen ideolojiye, daha doğrusu genel anlamda egemen / resmi sosyal siyasal-ideolojik paradigmaya tabilikleridir. Paradigma varlığını, geçerliliğini ve işlevini sürdürdüğü sürece bu kuvvetler arasında, genellikle, bir çatışma ya da birbirleri üzerinde egemenlik kurma girişimleri gözlenmez. Çünkü o görünmez bir el gibi çalışan, insanı, toplumu, dünyayı; ekonomik, sosyal, siyasal, vb. ilişkileri anlayıp anlamlandırmayı koşullayan, bir bilinç haline dönüştürülmüş ve kabulleri sorgulanmaz, hatta en azından başlangıçta kuşkulanılmaz bir şekilde eleştiriden muaf kılınmıştır.

Aslında olağan ya da olağanüstü dönemlerin tamamında tüm göreliliğine rağmen ısrarla bağımsızlığından söz edilen ya da ısrarla bağımsız olmadığı ve bağımsız olması gerektiği vurgulanan, sık sık siyasallaştığından yakınılan kurum, yargıdır. Hiç kimse yürütmenin ve yasamanın da birbirleri karşısındaki bağımsızlığından söz etmez, tartışmaz nedense... Oysa yürütmenin, yani hükümetin ister koalisyon isterse tek parti temelinde oluşmuş olsun, bir azınlık hükümeti olma hali hariç, her daim yasama organı nezdinde çoğunluğa dayanan bir egemenliği vardır. Bu anlamda yasama organı, özellikle milletvekilliğinin parti genel başkanlarının iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olduğu koşullarda, çoğunluğu itibariyle yürütmeye tabidir. Hele hele ezici bir çoğunluğa dayanan tek parti hükümetleri dönemi söz konusu olduğunda, yasama organında yer alan muhalefet partileri ve onlara mensup milletvekillerinin tabir-i caizse salt dolgu malzemesine dönüştüğü koşullarda, yasamanın yürütme karşısında bağımsızlığından söz etmek, tam anlamıyla abesle iştigaldir.

Ancak böylesi bir tablo, yine de şu iki koşulda, güvensizlik, bunalım ve çatışmaya neden olacak bir sorun olarak algılanmaz: Bunlardan birincisi,  tüm göreliliğine rağmen mevcut egemen ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal ilişkiler ve yapıların varlığını sürdürmesidir. İktidar partisinin, yürütme organını,  açıktan ya da sözüm ona gizliden, kendisini destekleyenlere hatta yandaş ve doğrudan yakınlara ekonomik kaynak ve rant aktarmada bazı ayrıcalıklar sağlamada kullanıyor olması, bir yere kadar ihmal edilebilir; göz yumulabilir bir durum olarak algılanıp değerlendirilebilir egemenlerce. Hele hele “Bal tutan parmağını yalar” anlayışının meşru ve mubah farz edildiği bir toplumda, iktidara oy verenlerin yanı sıra toplumun farklı kesimleri de görmezden gelebilir bunları… Hatta böylesi icraatları nedeniyle yargılanıp hüküm giyme kaygısı altında, yargı üzerinde tasarrufta bulunarak aklanma hesapları yapmalarını da… İkincisi ise, egemen sınıfın toplumun alt sınıflarını denetim altında tutması, yönetmesi, denetlemesi, vb. aracı olan devletin, resmi siyasal ideolojik paradigmasına bir halel gelmemesidir.

Paradigmanın son kalesi

Ne var ki, Türkiye gerçekliğinde on yıllardır inşa edilen ve yaşanan süreç her iki koşul açısından da hem toplumsal hem de kurumlar arası ilişkiler anlamında güvensizlik, bunalım ve çatışmayı körükleyecek denli sorunludur. Birinci koşul şimdilik bir yana… İkinci koşul açısından durum vahimdir. Kurumlar arası işleyişte uyum ve eşgüdümü sağlayan “paradigmanın iflası” ve geçersizleşmesinin de etkisiyle, yürütmenin, öncelikle yasama organındaki çoğunluğuna, bunun yanı sıra uluslararası aktörlerin ihtiyaçları açısından da konjonktürün uygunluğuna dayanarak yargıyla giriştiği çekişmenin her geçen gün ayyuka çıkan bir kavgaya dönüşmesini kolaylaştıran da budur zaten…

Paradigma ve kabulleri, yıllardan beri adım adım birçok kurumdan sürgün edilip Atatürk heykelleri, büstleri, tabloları ve sözleri ardında can çekişmeye terk edilmiştir. Bu süreçte devletin, birçok kurum ve kuruluşta, bayram söylevlerinin hamaseti dışında geçerliliği olan, kendisine halel getirilebilecek egemen bir paradigması da kalmamıştır. Bir yanda bunlar gerçekleşirken, diğer yanda da yargı, hem paradigmanın kabulleri hem de “Türkiye Cumhuriyeti”nin kuruluş sürecindeki değerleriyle varlığını sürdürebildiği istisnai kurumlardan birine dönüşmüştür, belki de sonuncusuna...  

Oysa “Son kale”sinde paradigma kazansa bile kaybedecek olandır. Çünkü o varlığın dününden seslenmekte, değişen toplumsal gerçekliğin sorunlarına, değişmeyen kabullerle çözümler sunmaya çalışmaktadır. O “son kale”yse, ne denli direnirse dirensin, o direniş, hatta ardından gelebilecek olası bir zafer (ya da yenilgi) ne denli destansı olursa olsun, sisteme ve onun hukukuna teslim olacaktır. Çünkü kapitalizmin sınırları içinde kalan, mevcut sınıfsal ve toplumsal ilişkileri yeni bir toplumsal proje temelinde değiştirip dönüştürmeye yönelmeyen her türlü reddiye ve karşı çıkış için, sisteme, onun egemenlerine ve hukukuna teslimiyetten öte bir yol yoktur. Gerisi laf-ı güzaftır. Referandum sonuçları da şimdilik, bir başka seçenek bırakmamıştır zaten, “son kale”sine paradigmanın…


1 Bu süreçte, işi iyiden iyiye azıya alıp yüzleri bile kızarmadan, gönüllü devşirmeye dönüşenler, Amerikan Büyükelçiliği’nden “Komünizmle Mücadele Derneği” için açıktan açığa para istemekten ve almaktan geri durmamışlardır. Keza bu beslenme, pardon fonlanma süreci 1980 sonrası da devam etmiştir.. Bu devşirmelerin yaşayan en ünlülerinden birinin, kameraların karşısına neredeyse  her geçtiğinde manik-depresif ruh halleri sergilemekten geri durmayan ve hizmetlerine mukabil, “efendi”sinin koruma ve gözetiminde ömrünün son demlerini sürmekte olduğu bilinmektedir.