Aslolan kutsallıksa ölmek ve öldürmek teferruattır!
İnsanı, aklını ve bilincini paranteze almaya yönelten kutsal ve onun meşruluğu olmasa zaten, ölüme göndermek mümkün olmaz kimseyi... Ki burada ölümün siyasallığının üzeri örtülür, bilince çıkması engellenir kutsalla...
ATALAY GİRGİN
İnsan için ölmek ve öldürmek,
bireysel ve toplumsal anlamda, varlığını armağan etme anlayışının ve kültürünün
bilinç kılınmasının ifadesidir. Varlığını armağan ederek ya da ötekinin
varlığını ortadan kaldırarak, kendisine ya da kendisi gibi olanlara yaşam alanı
yaratmanın, varolan yaşam alanını korumanın ifadesi...
İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, doğayı yer altı ve yer üstü varlıklarıyla birlikte, kendi üretim, tüketim ve bölüşüm zincirine eklemleme ve bunun sürekliliğini sağlama eylemliliği ile birikimsel bir zenginlik yaratma başarısını gösterebilmiştir. Ki günümüzde, bilim ve teknolojinin sağladığı olanakları da kullanarak, bu üretim zincirine, evrendeki başka gezegenleri de eklemlemenin arifesindedir.
Yeryüzünde çoğalan insan nüfusunun, şu ya da bu oranda yaşamda kalma süreci bu sayede olanaklı kılınmıştır. Eğer ki doğa, insanın üretim zincirine eklemlenmeksizin onbinlerce yıl önceki ekosistemiyle kalsaydı, yeryüzünde insan sayısı asla bugünkü düzeyine ulaşamazdı. Maddi ve manevi boyutuyla kültür (bilim, sanat, teknoloji, ahlak, hukuk, din, eğitim, ulaşım, v.b gibi) bu denli gelişemezdi.
Ne var ki yukarıdaki sözler, insanın, insanlığın tarihsel toplumsal gerçekliğine ilişkin, çizilebilecek bir tablonun ilk eskizlerine vurulan genel çizgilerden öte, doğru ya da yanlış, olumlu ya da olumsuz herhangi bir değer taşımıyor. Çünkü bu tablonun genel çizgileri, bugün olduğu gibi, dün de aynı insan toplumları içinde bile elbirliğiyle, eşitlik ve adalet içinde gerçekleşmemiştir.
Aynı toplum içinde bile yapılan iş, herkes için aynı anlama ve aynı değere sahip olmamıştır, tıpkı bugünkü gibi. Keza varolan ya da biriken zenginlik de... Tarihsel toplumsal gerçekliğin bu boyutunu da dikkate almaya başladığımızda, olumluluk ya da olumsuzluk atfedilen değerlerle, anlamlandırmalarla karşılaşırız. Gerçekliğe bağlı ya da gerçekliğe aşkın düşsel, düşünsel temelli amaçlar ve amaçsızlıklarla... Dahası bu doğrultudaki eylemlilik ve eylemsizliklerle de...
Dünya hiçbir çağda, her insan için aynı büyüklüğe, aynı değere, aynı anlama sahip değildir. Bu tarihsel ve güncel anlamda, onun üzerinde varolan zenginlikler için de geçerlidir.
Değişen doğal ve toplumsal koşullarda varlığını koruma ve sürekliliğini sağlama eylemliliğine girişen insan toplumlarının, kendilerine yeni yaşam alanları arayışı ya da yaşadıkları alanların ötesinde üretim zincirine eklemleyebilecekleri yer üstü ve yer altı kaynaklarına ulaşma isteği, başka insan toplumlarının varlıklarına bir tehdit olmuş ya da tehdit olarak algılanmıştır. Bu tehdit ya da tehdit algılaması karşısında insanların varlıklarını korumak için yapacağı en önemli şey, bedenlerini ortaya koymaktır ki bunun adı ölmek ya da öldürmektir. Gelenler için de geçerlidir aynı davranış...
İşte bu noktada, ölüm, kendinde bir şey olarak, bir canlı varlığın yaşamdan gitmesiyken; bir anda, ölümün, neden, nasıl, niçin gerçekleştiğine, insanın neden, niçin, nasıl öldüğüne, öldürdüğüne ya da öldürüldüğüne bağlı bir biçimde ekonomik, sosyal, siyasal bir nitelik kazanır. Yani toplumsal bir varlık olan insan için ölüm, ölmek ve öldürmek, bir soyutlama düzleminde, siyasaldır.
Bireysel anlamda, ölen insanın yakınları nedenli üzülse, acı çekse, ağıt yaksa da varolanı korumak ya da onun egemenliğini sürdürmek için eylemden ya da eylemsizlikten kaynaklanan ölümün siyasallığı gerçekliğini ve hakikatini değiştirmez bu...
Tarihsel ve güncel anlamıyla, eşitsizliğin ve adaletsizliğin veri olduğu koşullarda, varolma ve varlıkta kalma tercihi, ölmek ve öldürmekle, ölmeye ve öldürmeye hazır olmakla hayat bulur. Ki bu veri olan eşitsizliği ve adaletsizliği sürdürmenin de, onu değiştirme isteği ve eyleminin de gerekli koşuludur. Kendisi için ölmeye öldürmeye hazır, seferber edebileceği güçleri olmaksızın hiçbir egemen güç, ne varlığını ve birikimsel zenginliğini koruyabilir ne de onlara yenilerini ekleyebilir. Keza bunu değiştirmek isteyenler, bundan muzdarip olanlar için de geçerlidir bu...
Ne var ki, ölmeye öldürmeye gönderilenlerin büyük bir bölümü, bu gidişlerinin varolan eşitsizliği, adaletsizliği korumak ve varolanın egemenliğini sürdürmek için olduğunu bilmez ya da düşünmez. Onlar için bu gidiş bu görev kutsal kılınmıştır. Ölmek de öldürmek de bu kutsal adına meşrudur artık.
İnsanı, aklını ve bilincini paranteze almaya yönelten kutsal ve onun meşruluğu olmasa zaten, ölüme göndermek mümkün olmaz kimseyi... Ki burada ölümün siyasallığının üzeri örtülür, bilince çıkması engellenir kutsalla...
Oysa kendinde bir şey olarak, insandan bağımsız hiçbir kutsal varlık yoktur. Kutsalı yaratan da kutsallık atfedilen bir varlığın varolma haline son veren de insandır. Kutsal; birey olarak insanın ve kitlelerin bilinci üzerine çekilen kapkaranlık ideolojik bir örtüdür; bireyin düşünüşünü, söyleyişini, eyleyişini biçimlendiren ve yönlendiren... Kitleleri tahakküm altına alan, sormaya, sorgulamaya girişeni “günah keçisi”ne dönüştürüveren…
İlkel denilenler de dahil, varolan tüm dinler ve milliyetçilik başta olmak üzere, tüm ideolojiler kutsallar yaratır. Bu kutsal ya da kutsallık atfedilmiş varlık ekseninde de eylemeye, düşünmeye; ölmeye öldürmeye yöneltirler insanları.
Sonuçta birileri aynı kutsal adına öldürürken ve ölürken, geride kalanlar da aynı kutsal adına öldürdüğünü ve öldüğünü düşünürler onun... Siyasallıktan küçücük bir eser, küçücük bir kuşku bile yoktur ortada… Ölüm, ölmek ve öldürmek kutsallığın kundağına belenmiştir insanların bilincinde, bir bebek kadar masum, bir bebek kadar güzel, büyütülebilir artık... Nasılsa, öldürdükçe ‘kahraman’, öldükçe ‘şehit’ olunacaktır. Ehh… Ölmeyip yaralı kalırsan da ‘gazi’lik garantidir zaten…
Şimdi sormak gerek işte : Ölüm müdür kalleş olan? Yoksa onun kundağına belendiği KUTSAL mı…?
Tıklayın: Savaş ve Barış
İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, doğayı yer altı ve yer üstü varlıklarıyla birlikte, kendi üretim, tüketim ve bölüşüm zincirine eklemleme ve bunun sürekliliğini sağlama eylemliliği ile birikimsel bir zenginlik yaratma başarısını gösterebilmiştir. Ki günümüzde, bilim ve teknolojinin sağladığı olanakları da kullanarak, bu üretim zincirine, evrendeki başka gezegenleri de eklemlemenin arifesindedir.
Yeryüzünde çoğalan insan nüfusunun, şu ya da bu oranda yaşamda kalma süreci bu sayede olanaklı kılınmıştır. Eğer ki doğa, insanın üretim zincirine eklemlenmeksizin onbinlerce yıl önceki ekosistemiyle kalsaydı, yeryüzünde insan sayısı asla bugünkü düzeyine ulaşamazdı. Maddi ve manevi boyutuyla kültür (bilim, sanat, teknoloji, ahlak, hukuk, din, eğitim, ulaşım, v.b gibi) bu denli gelişemezdi.
Ne var ki yukarıdaki sözler, insanın, insanlığın tarihsel toplumsal gerçekliğine ilişkin, çizilebilecek bir tablonun ilk eskizlerine vurulan genel çizgilerden öte, doğru ya da yanlış, olumlu ya da olumsuz herhangi bir değer taşımıyor. Çünkü bu tablonun genel çizgileri, bugün olduğu gibi, dün de aynı insan toplumları içinde bile elbirliğiyle, eşitlik ve adalet içinde gerçekleşmemiştir.
Aynı toplum içinde bile yapılan iş, herkes için aynı anlama ve aynı değere sahip olmamıştır, tıpkı bugünkü gibi. Keza varolan ya da biriken zenginlik de... Tarihsel toplumsal gerçekliğin bu boyutunu da dikkate almaya başladığımızda, olumluluk ya da olumsuzluk atfedilen değerlerle, anlamlandırmalarla karşılaşırız. Gerçekliğe bağlı ya da gerçekliğe aşkın düşsel, düşünsel temelli amaçlar ve amaçsızlıklarla... Dahası bu doğrultudaki eylemlilik ve eylemsizliklerle de...
Dünya hiçbir çağda, her insan için aynı büyüklüğe, aynı değere, aynı anlama sahip değildir. Bu tarihsel ve güncel anlamda, onun üzerinde varolan zenginlikler için de geçerlidir.
Değişen doğal ve toplumsal koşullarda varlığını koruma ve sürekliliğini sağlama eylemliliğine girişen insan toplumlarının, kendilerine yeni yaşam alanları arayışı ya da yaşadıkları alanların ötesinde üretim zincirine eklemleyebilecekleri yer üstü ve yer altı kaynaklarına ulaşma isteği, başka insan toplumlarının varlıklarına bir tehdit olmuş ya da tehdit olarak algılanmıştır. Bu tehdit ya da tehdit algılaması karşısında insanların varlıklarını korumak için yapacağı en önemli şey, bedenlerini ortaya koymaktır ki bunun adı ölmek ya da öldürmektir. Gelenler için de geçerlidir aynı davranış...
İşte bu noktada, ölüm, kendinde bir şey olarak, bir canlı varlığın yaşamdan gitmesiyken; bir anda, ölümün, neden, nasıl, niçin gerçekleştiğine, insanın neden, niçin, nasıl öldüğüne, öldürdüğüne ya da öldürüldüğüne bağlı bir biçimde ekonomik, sosyal, siyasal bir nitelik kazanır. Yani toplumsal bir varlık olan insan için ölüm, ölmek ve öldürmek, bir soyutlama düzleminde, siyasaldır.
Bireysel anlamda, ölen insanın yakınları nedenli üzülse, acı çekse, ağıt yaksa da varolanı korumak ya da onun egemenliğini sürdürmek için eylemden ya da eylemsizlikten kaynaklanan ölümün siyasallığı gerçekliğini ve hakikatini değiştirmez bu...
Tarihsel ve güncel anlamıyla, eşitsizliğin ve adaletsizliğin veri olduğu koşullarda, varolma ve varlıkta kalma tercihi, ölmek ve öldürmekle, ölmeye ve öldürmeye hazır olmakla hayat bulur. Ki bu veri olan eşitsizliği ve adaletsizliği sürdürmenin de, onu değiştirme isteği ve eyleminin de gerekli koşuludur. Kendisi için ölmeye öldürmeye hazır, seferber edebileceği güçleri olmaksızın hiçbir egemen güç, ne varlığını ve birikimsel zenginliğini koruyabilir ne de onlara yenilerini ekleyebilir. Keza bunu değiştirmek isteyenler, bundan muzdarip olanlar için de geçerlidir bu...
Ne var ki, ölmeye öldürmeye gönderilenlerin büyük bir bölümü, bu gidişlerinin varolan eşitsizliği, adaletsizliği korumak ve varolanın egemenliğini sürdürmek için olduğunu bilmez ya da düşünmez. Onlar için bu gidiş bu görev kutsal kılınmıştır. Ölmek de öldürmek de bu kutsal adına meşrudur artık.
İnsanı, aklını ve bilincini paranteze almaya yönelten kutsal ve onun meşruluğu olmasa zaten, ölüme göndermek mümkün olmaz kimseyi... Ki burada ölümün siyasallığının üzeri örtülür, bilince çıkması engellenir kutsalla...
Oysa kendinde bir şey olarak, insandan bağımsız hiçbir kutsal varlık yoktur. Kutsalı yaratan da kutsallık atfedilen bir varlığın varolma haline son veren de insandır. Kutsal; birey olarak insanın ve kitlelerin bilinci üzerine çekilen kapkaranlık ideolojik bir örtüdür; bireyin düşünüşünü, söyleyişini, eyleyişini biçimlendiren ve yönlendiren... Kitleleri tahakküm altına alan, sormaya, sorgulamaya girişeni “günah keçisi”ne dönüştürüveren…
İlkel denilenler de dahil, varolan tüm dinler ve milliyetçilik başta olmak üzere, tüm ideolojiler kutsallar yaratır. Bu kutsal ya da kutsallık atfedilmiş varlık ekseninde de eylemeye, düşünmeye; ölmeye öldürmeye yöneltirler insanları.
Sonuçta birileri aynı kutsal adına öldürürken ve ölürken, geride kalanlar da aynı kutsal adına öldürdüğünü ve öldüğünü düşünürler onun... Siyasallıktan küçücük bir eser, küçücük bir kuşku bile yoktur ortada… Ölüm, ölmek ve öldürmek kutsallığın kundağına belenmiştir insanların bilincinde, bir bebek kadar masum, bir bebek kadar güzel, büyütülebilir artık... Nasılsa, öldürdükçe ‘kahraman’, öldükçe ‘şehit’ olunacaktır. Ehh… Ölmeyip yaralı kalırsan da ‘gazi’lik garantidir zaten…
Şimdi sormak gerek işte : Ölüm müdür kalleş olan? Yoksa onun kundağına belendiği KUTSAL mı…?
Tıklayın: Savaş ve Barış