20 Aralık 2015

ASLOLAN KUTSALLIKSA...



Aslolan kutsallıksa ölmek ve öldürmek teferruattır!

                                         ATALAY GİRGİN 

İnsan için ölmek ve öldürmek, bireysel ve toplumsal anlamda, varlığını armağan etme anlayışının ve kültürünün bilinç kılınmasının ifadesidir. Varlığını armağan ederek ya da ötekinin varlığını ortadan kaldırarak, kendisine ya da kendisi gibi olanlara yaşam alanı yaratmanın, varolan yaşam alanını korumanın ifadesi...

İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, doğayı yer altı ve yer üstü varlıklarıyla birlikte, kendi üretim, tüketim ve bölüşüm zincirine eklemleme ve bunun sürekliliğini sağlama eylemliliği ile birikimsel bir zenginlik yaratma başarısını gösterebilmiştir. Ki günümüzde, bilim ve teknolojinin sağladığı olanakları da kullanarak, bu üretim zincirine, evrendeki başka gezegenleri de eklemlemenin arifesindedir.

Yeryüzünde çoğalan insan nüfusunun, şu ya da bu oranda yaşamda kalma süreci bu sayede olanaklı kılınmıştır. Eğer ki doğa, insanın üretim zincirine eklemlenmeksizin onbinlerce yıl önceki ekosistemiyle kalsaydı, yeryüzünde insan sayısı asla bugünkü düzeyine ulaşamazdı. Maddi ve manevi boyutuyla kültür (bilim, sanat, teknoloji, ahlak, hukuk, din, eğitim, ulaşım, v.b gibi) bu denli gelişemezdi.

Ne var ki yukarıdaki sözler, insanın, insanlığın tarihsel toplumsal gerçekliğine ilişkin, çizilebilecek bir tablonun ilk eskizlerine vurulan genel çizgilerden öte, doğru ya da yanlış, olumlu ya da olumsuz herhangi bir değer taşımıyor. Çünkü bu tablonun genel çizgileri, bugün olduğu gibi, dün de aynı insan toplumları içinde bile elbirliğiyle, eşitlik ve adalet içinde gerçekleşmemiştir.

Aynı toplum içinde bile yapılan iş, herkes için aynı anlama ve aynı değere sahip olmamıştır, tıpkı bugünkü gibi. Keza varolan ya da biriken zenginlik de... Tarihsel toplumsal gerçekliğin bu boyutunu da dikkate almaya başladığımızda, olumluluk ya da olumsuzluk atfedilen değerlerle, anlamlandırmalarla karşılaşırız. Gerçekliğe bağlı ya da gerçekliğe aşkın düşsel, düşünsel temelli amaçlar ve amaçsızlıklarla... Dahası bu doğrultudaki eylemlilik ve eylemsizliklerle de...

Dünya hiçbir çağda, her insan için aynı büyüklüğe, aynı değere, aynı anlama sahip değildir. Bu tarihsel ve güncel anlamda, onun üzerinde varolan zenginlikler için de geçerlidir.

Değişen doğal ve toplumsal koşullarda varlığını koruma ve sürekliliğini sağlama eylemliliğine girişen insan toplumlarının, kendilerine yeni yaşam alanları arayışı ya da yaşadıkları alanların ötesinde üretim zincirine eklemleyebilecekleri yer üstü ve yer altı kaynaklarına ulaşma isteği, başka insan toplumlarının varlıklarına bir tehdit olmuş ya da tehdit olarak algılanmıştır. Bu tehdit ya da tehdit algılaması karşısında insanların varlıklarını korumak için yapacağı en önemli şey, bedenlerini ortaya koymaktır ki bunun adı ölmek ya da öldürmektir. Gelenler için de geçerlidir aynı davranış...

İşte bu noktada, ölüm, kendinde bir şey olarak, bir canlı varlığın yaşamdan gitmesiyken; bir anda, ölümün, neden, nasıl, niçin gerçekleştiğine, insanın neden, niçin, nasıl öldüğüne, öldürdüğüne ya da öldürüldüğüne bağlı bir biçimde ekonomik, sosyal, siyasal bir nitelik kazanır. Yani toplumsal bir varlık olan insan için ölüm, ölmek ve öldürmek, bir soyutlama düzleminde, siyasaldır.

Bireysel anlamda, ölen insanın yakınları nedenli üzülse, acı çekse, ağıt yaksa da varolanı korumak ya da onun egemenliğini sürdürmek için eylemden ya da eylemsizlikten kaynaklanan ölümün siyasallığı gerçekliğini ve hakikatini değiştirmez bu...

Tarihsel ve güncel anlamıyla, eşitsizliğin ve adaletsizliğin veri olduğu koşullarda, varolma ve varlıkta kalma tercihi, ölmek ve öldürmekle, ölmeye ve öldürmeye hazır olmakla hayat bulur. Ki bu veri olan eşitsizliği ve adaletsizliği sürdürmenin de, onu değiştirme isteği ve eyleminin de gerekli koşuludur. Kendisi için ölmeye öldürmeye hazır, seferber edebileceği güçleri olmaksızın hiçbir egemen güç, ne varlığını ve birikimsel zenginliğini koruyabilir ne de onlara yenilerini ekleyebilir. Keza bunu değiştirmek isteyenler, bundan muzdarip olanlar için de geçerlidir bu...

Ne var ki, ölmeye öldürmeye gönderilenlerin büyük bir bölümü, bu gidişlerinin varolan eşitsizliği, adaletsizliği korumak ve varolanın egemenliğini sürdürmek için olduğunu bilmez ya da düşünmez. Onlar için bu gidiş bu görev kutsal kılınmıştır. Ölmek de öldürmek de bu kutsal adına meşrudur artık.

İnsanı, aklını ve bilincini paranteze almaya yönelten kutsal ve onun meşruluğu olmasa zaten, ölüme göndermek mümkün olmaz kimseyi... Ki burada ölümün siyasallığının üzeri örtülür, bilince çıkması engellenir kutsalla...

Oysa kendinde bir şey olarak, insandan bağımsız hiçbir kutsal varlık yoktur. Kutsalı yaratan da kutsallık atfedilen bir varlığın varolma haline son veren de insandır. Kutsal; birey olarak insanın ve kitlelerin bilinci üzerine çekilen kapkaranlık ideolojik bir örtüdür; bireyin düşünüşünü, söyleyişini, eyleyişini biçimlendiren ve yönlendiren... Kitleleri tahakküm altına alan, sormaya, sorgulamaya girişeni “günah keçisi”ne dönüştürüveren…

İlkel denilenler de dahil, varolan tüm dinler ve milliyetçilik başta olmak üzere, tüm ideolojiler kutsallar yaratır. Bu kutsal ya da kutsallık atfedilmiş varlık ekseninde de eylemeye, düşünmeye; ölmeye öldürmeye yöneltirler insanları.

Sonuçta birileri aynı kutsal adına öldürürken ve ölürken, geride kalanlar da aynı kutsal adına öldürdüğünü ve öldüğünü düşünürler onun... Siyasallıktan küçücük bir eser, küçücük bir kuşku bile yoktur ortada… Ölüm, ölmek ve öldürmek kutsallığın kundağına belenmiştir insanların bilincinde, bir bebek kadar masum, bir bebek kadar güzel, büyütülebilir artık... Nasılsa, öldürdükçe ‘kahraman’, öldükçe ‘şehit’ olunacaktır. Ehh… Ölmeyip yaralı kalırsan da ‘gazi’lik garantidir zaten…

Şimdi sormak gerek işte : Ölüm müdür kalleş olan? Yoksa onun kundağına belendiği KUTSAL mı…?


Tıklayın: Savaş ve Barış

03 Aralık 2015

UYGARLIK KRİZİ



Fikret Başkaya: “Bu sıradan bir kriz değil, uygarlık krizidir”

Erol Anar, Özgür Üniversite Başkanı Doç. Dr. Fikret Başkaya ile “dunyalilar.org” adına bir söyleşi gerçekleştirdi. Fikret Başkaya, Erol Anar’ın sorularına şöyle yanıt verdi:

Erol Anar: Sevgili Fikret hocam, öncelikle söyleşi teklifimi kabul ettiǧin için dunyalilar.org adına teşekkūr ederim. 1990’lı yılların sonlarında “Özgūr Üniversite” ve Tūrkiye Ortadoǧu Forumu Vakfı’nı birlikte yeniden kurmuş ve yaklaşık dört yıl beraber çalışmıştık. O yılları özlūyorum. O yıllardan bu yana Özgūr Üniversite anlamında neler deǧişti? Çalışmalarda ne gibi gelişmeler var?

Fikret Başkaya (FB): Özgür Üniversite’nin ilk faaliyete geçişi, Ekim 1992. Ben 1994 yılında “Paradigmanın İflas” adlı kitabımdan hapse girince, Özgür Üniversite bir sarsıntı geçirdi. Hapisten çıkınca, 1996’da Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfını kurduk ve sen kuruculardan biriydin. Ve Özgür Üniversite’yi de vakfın çatısı altına aldık. Özgür Üniversite’nin ve Forumun başlıca dört amaç etrafında faaliyet göstermesini amaçlıyorduk: 1. Resmi ideolojiyi ve resmi tarihi teşhir etmek, o alandaki bağnazlığa dikkat çekmek; 2. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın entellektüel alandaki olumsuz etkisine dair bir duyarlılık yaratmak; 3. Emperyalizmin yeni versiyonu olan neoliberal küreselleşmeye karşı mücadele etmek amacıyla ideolojik-entellektüel bir netleşme, bir karşı duruş yaratmaya çalışmak; ve nihayet 4. Özellikle Sovyet sisteminin dağılmasından sonra sosyalist-komünist toplum perspektifi ve idealindeki aşınmanın onarılmasına katkı yapmak…

İşte bu çerçevede ve bu amaçlar doğrultusunda, dersler, seminerler atölye çalışmaları, konferanslar, sempozyumlar yaptık. Periyodik bir yayınımız vardı. Yüz kadar kitap yayınladık… Merak edenler bir fikir edinmek için web sayfamız ‘ozguruniversite.org’a bakabilirler…  Bu zaman zarfından her yaştan ve meslekten on binlerce insan Özgür Üniversite’nin etkinliklerine katıldı… İki yıl önce Ankara’daki merkezi İstanbul’a taşıdık. Şu anda Ankara’da bir şube bulunmuyor. Son dönemde özellikle “yaratıcı ütopya” temasına odaklanmak gibi bir niyetimiz var…

EA: Marx’ın özellikle “1844 El Yazmaları” kitabında söz ettiǧi yabancılaşma gūnūmūzde boyutlandı. Tūketim kapitalizminin geldiǧi aşamada, insanları kendilerine, çevrelerine, yarattıkları artı deǧere yabancılaştıracak araçlar da çoǧaldı. Marx’ın sözūnū ettiǧi yabancılaşmanın boyutları inanılmaz biçimde arttı. Bu baǧlamda gūnūmūzdeki yabancılaşma sorununu nasıl deǧerlendiriyorsunuz?

FB: Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve tabii bir yabancılaşma yaratıyor ve her ileri aşamada yabancılaşma daha da büyüyor. Kapitalizm maddi olsun, manevi olsun, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerine, tüm gözeneklerine nüfuz ediyor, dönüştürüyor, değiştiriyor, dejenere ediyor. Tam bir tsunami gibi her şeyi kapsıyor. Canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor. O kadar ki, felaketleri, acıları, yıkımları dahi bir kâr aracı haline getiriyor… Şimdilerde kapitalizmin yarattığı yabancılaşma, Marx’ın yaşadığı döneme göre çok daha derinleşmiş, genelleşmiş durumda… Nerdeyse insan insanlıktan çıkmanın eşiğine gelmiş gibi… Velhasıl, ürpertici, vahim bir tablo karşısındayız ama bu kepazeliği sorun edenler şimdilik çok küçük bir azınlık… Artık insanlar tam birer tüketim nesnesi haline gelmiş durumdalar. Sanki yabancılaşma kavramı durumu anlatmakta yetersiz… Akıl almaz bir kültürel çürüme almış başını gidiyor…

2001-2002 yıllarında, Kalecik Cezaevinde, “Çığırından çıkmış bir dünya” adlı kitabım için okumalar yaparken, Marx’ın, “Kapital”in yayınlanmamış bölümünde (sonradan yayınlanmış tabii) bir cümleye rastlamıştım. Marx, “öyle ki, sanki metalar birer insan satın alıcısı olarak ortaya çıkıyor” diyordu… Bundan birkaç ay önce bir AVM’nin konfeksiyon bölümünün önünden geçerken gördüğüm manzara, bana birden Marx’ın o söylediğini hatırlattı. Eşyalar arasına gömülmüş insanların tavır ve hareketleri, “burada kim kimi satın alıyor” dedirtecek cinstendi… Ve kendi kendime: “Burada iki türlü eşya var: duran eşyalar, yürüyen eşyalar”  dediğimi hatırlıyorum… Velhasıl durum vahim. Gerçi insanların kafasında bir beyin var, ama bir şeye yarayıp-yaramadığı artık tartışmalı… Tabii bu kepazeliğin farkında olan bir kesim de var ve iyi ki, var. Aksi halde durumumuz iyice umutsuz olurdu…

EA: Dūnyada “sol” “ilerici” görūnūmlū hūkūmetler, hatta “islâmi referanslı” hūkūmetler dahi neoliberalizmin uygulayıcısı durumundalar. Özellikle Latin Amerika’da bu “sol” görūnūmlū neoliberal politikaları hūkūmetler var, Brezilya örneǧinde olduǧu gibi.  Marksist coğrafyacı Harvey “Farklı muhalefet türlerinin birleştirilmesi daima temel önemde olacaǧını” belirtiyor. Slovakj Zizek’e göre  ise “demokratik motivasyonlara sahip taban hareketleri başarısız olmaya yazgılı görünüyor, bu yüzden belki de en iyisi küresel kapitalizmin ‘militarizasyon’ üzerinden süregiden habis döngüsünü kırmak” gerekiyor. Sizce Neoliberal cendereden çıkış yolu nedir?

FB: Sorduğun bu soruyla ilgili ekseri gözden kaçan bir şey var: Sanılıyor ki, her koşulda istenen ekonomik-sosyal model uygulanabilir! Böyle bir şey yok. Her ekonomik-sosyal model belirli sınıfsal güç dengelerine dayanıyor. Mesela II. Dünya savaşı sonrasında adı öyle konsun, konmasın, sosyal demokrat bir ekonomik-sosyal model geçerli oldu. O dönemde güçlü bir sendikal mücadele vardı, sosyalist-komünist ütopya canlıydı, Sovyet sisteminin prestiji yüksekti ve bir çekim merkezi durumundaydı, 1955 Bandung Konferansı sonrasında sömürge halkları ayağa kalkmış, “biz de varız, yüzyıllardır uzak tutulduğumuz sofraya dahil olmak istiyoruz” diyorlardı, sömürgeciliğin tahribatına son vermek istiyorlardı… Velhasıl, dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir güçler dengesi oluşmuştu. Tabii böylesi bir güçler dengesi durumu da  kapitalizmin kuşatılması, ödünler vermek, “uyumlanmak”  zorunda kalması demekti…

Lâkin, 1979-1980 ‘den başlayarak, neoliberalizmin kendini dayatmasıyla, güçler dengesi kesin olarak sermaye lehine döndü. Dolayısıyla verili yeni güç dengesi durumunda artık ‘ben sol, sosyal demokrat bir program uygulayacağım’ demenin bir karşılığı yoktu… Hangi parti iktidara gelirse gelsin, yapabileceklerinin sınırı neoliberalizm tarafından belirlenmişti. Bir fikir vermek için, Türkiye”de 16 milyondan fazla işçi (proleter) var ve bunun sadece %6’sı sendikalı… Üstelik bu %6’nın %3’ünün toplu sözleşme hakkı yok! Sendikalarda “örgütlü” kesim 1 milyon kadar işçiyi kapsıyor. Sendikaların %90’ı da AKP iktidarının destekçisi… Şimdi böyle bir tablo varken kendine sosyal demokrat diyen bir partinin ne kadar şansı olabilir?

22 Kasım 2015

YA KOMÜNİZM YA DA...



"Ya komünizm ya da bu iş karakolda biter..."*

Fikret Başkaya

Kapitalizm uzun insanlık ve uygarlık tarihinde sadece küçük bir parantez. İşte sanayi kapitalizmi tarih sahnesine çıkalıdan bu yana ikiyüzelli yıldan az bir zaman geçti. Buna rağmen insanlığın ve uygarlığın geleceği riske atılmış bulunuyor. Kapitalist üretim tarzı "yaratıcı yıkıcılık" sayılsa da, şimdilerde çoktan yıkıcılığın yaratıcılığın önüne geçtiğini söylemekte bir sakınca yok. Artık her geçen gün yaptığından daha çoğunu yıkıyor, daha çoğunu yok ediyor, daha çok kirletiyor...

 O halde neden böyle oldu, neden genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıktı, neden tüm işaret lambaları kırmızıya dönmekte? Neden her geçen gün sosyal kötülükler (işsizlik, açlık, yoksulluk sefalet, anlam kaybı...) çığ gibi buyuyor, ekolojik dengeler alt-üst oluyor? Bütün bunlar oluyor zira kapitalizm insanlığın ve uygarlığın normal hali değil, bir sapmaydı... Kapitalizm bir meta uygarlığı, meta fetişizmine dayanıyor ve kapitalizm dahilinde üretim etkinliğinin birincil amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil kâr etmektir. Kullanım değeri değil değişim değeri üretmektir...

Başka türlü söylersek, bir ilişki tersliği söz konusu. Öküz arabanın arkasına koşulmuş durumda... Her üretim çevrimi sonunda yaratılan değer, artık ürün, artı-değerin (kârın) her seferinde yeniden yatırılma zorunluluğu var, bir sonraki üretim çevrimine sokulması gerekiyor. Ve sonuç "üretim için üretim" biçimini alıyor. İkincisi, kapitalizm kutuplaştırıcı bir temel eğilime ve dinamiğe dayanıyor. Bir kutupta zenginlik biriktirmek, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmekle mümkün oluyor. Aksi halde dünya nüfusunun %1'inin dünya zenginliğinin (servetinin) yarıdan fazlasına, %8.1'inin de dünya zenginliğinin %86,4'üne el koyması mümkün olmazdı... Üçüncüsü de kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu yerde üretimin insanî -sosyal ve ekolojik sonuçları (zararları) dikkate alınmıyor. Netice itibariyle fatura topluma ve doğaya çıkıyor, Burjuva iktisatçıları buna "dışsal ekonomiler" diyerek işin içinden çıktıklarını sanıyorlar... Oysa dışarda kalan hiç bir şey yok...

Neoliberal küreselleşmenin dayatılmasıyla, yıkıcılık hızlandı, kapsayıcılığı daha da arttı. Kapitalizm dahilinde insan toplumlarının üretim, tüketim ve yaşam etkinliği şimdilerde jeolojik sorunlar da yaratır duruma gelmiş bulunuyor ki, buna antroposen çağ (anthrophocène) deniyor.  Artık kapitalizm dahilinde sorunların üstesinden gelmek mümkün değil. Dolayısıyla hem yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması gerekiyor ve hem de bunun vakitlice yapılması gerekiyor. Zira sistemin yıkıcılığı bu ölçüde hızlanmış, kapsamı da bu ölçüde büyümüşken, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir...

Gerçek durum böyleyken ve genel bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik tablosu ortaya çıkmışken, küresel plütokrasinin, küresel oligarşinin sözcüleri, akıl hocaları, "eğer büyüme gerçekleşir, modern teknoloji (teknik bilim) de gelişmesini sürdürürse, sorunların çözüleceğini, işlerin yoluna gireceğini" söylüyorlar. Oysa, kapitalizm dahilinde, üstelik onun vahşi neoliberal versiyonunun geçerli olduğu durumda, bu ikisi sorunların çözümünün anahtarı olmak bir yana, bizzat kendileri birer sorun haline gelmiş bulunuyor. Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr, daha çok sermaye biriktirmek olan, insana ve doğaya saygısız, her türlü etik değerden yoksun bir sistem dahilinde büyümenin hiç bir sorunu çözme şansı yoktur. Aynı şekilde, kâr etmenin ve yıkımın hizmetine sunulmuş teknolojik harikaların da sorunları çözmesi mümkün değil ama daha da azdırması kaçınılmaz...

06 Ekim 2015

Öğretmen Sorunları Maaşa İndirgenemez



Öğretmen Sorunları Maaşa İndirgenemez
Atalay Girgin*
Öğretmenin, öğretmenliğin ve eğitimin sorunlarına ilişkin, çözüm diye ileri sürülecek ve gerçekleştirilecek her şey durduğunuz ve baktığınız yere; yapmak istediğiniz, olmasını arzuladığınız şeylere göre yeni sorunlar ve yeni çatışma alanları yaratır. Çünkü eğitim alanı ve öğretmenlik, maaşa indirgenemeyecek denli önemli ve asli olarak “Nasıl bir toplum, nasıl bir insan istiyoruz?” sorusuna yanıt veren siyasal ve ideolojik aktörlerin açık ya da örtük mücadele alanıdır. 

Hangi şatafatlı ve hamasi sözlerle süslenirse süslensin, öğretmen bu alanda cepheye sürülen, farkında olsun ya da olmasın, cephanesi ‘bilgi’ adlı ideoloji olan bir neferdir. Bu gerçekliği ve hakikati dikkate alarak şu iki temel ve genel belirlemenin altını çizmek gerekir:

Birincisi, Dünyada ve Türkiye’de içerisinde yaşanılan toplumsal gerçeklik, ekonomik, sosyal, siyasal ve sınıfsal boyutlarıyla algılanıp anlamlandırılmadan öğretmen ve öğretmenliğin sorunları, öncelik hangisine verilirse verilsin, salt maddeler halinde sıralanmakla herkes için ortaya konulamaz. İkincisi, ulusal ya da uluslararası düzeyde, mevcut sendikaların, kendi siyasal ve ideolojik seçim ve önceliklerine göre belirledikleri sorun ve taleplerle de mevcut koşullar içerisinde bu iş çözülemez. Çünkü sıralama nasıl olursa olsun, toplumsal, siyasal ve ideolojik anlamda taraflardan birilerinin çözümü diğerlerinin katmerleşen sorunu olacaktır ve olmaktadır da… Bundan, açıkça mücadele etmenin dışında, kaçış yoktur. 

11 Eylül 2015

BASIN AÇIKLAMASI



ÖZGÜR VE DEMOKRATİK BİR YAŞAM İÇİN

Egemenlerin savaşında ‘yarım besmeleli av’ olmasın insan!

Ülkemiz, son birkaç aydır, dibi görünmez, derin bir kuyuya çekiliyor ve kan artık o kuyudan taşıyor. Giderek yaygınlaştırılmaya çalışılan ırkçılık ve inanılmaz boyutlara ulaşan şiddetin içinde yine de insan kalmaya çalışıyoruz. Düşünce evrenimizin, mahremiyetimizin, evrensel insani değerlerimizin fütursuzca saldırıya uğradığı, tarafların çıkarları doğrultusunda çizilen yaşamlar, artık katlanılmaz bir hal aldı. 



Ülkemizde yaşayan bütün halklar olarak barış içerisinde, insan onuruna yakışır bir yaşama özlem duyarken, halkların bu özlemi egemenlik kurmak isteyen taraflarca bozulmuştur. Kürtlere karşı bir saldırı başlamıştır. Askerler bilerek ölüme gönderilirken, halkın can güvenliğini sağlaması gereken polis, hunharca halkın üzerine sürülüyor ve halkıyla savaşmak zorunda kalıyor. Kendisi de ne acı ki bu ölümlerden payına düşeni alıyor.

CİZRE’DE ABLUKAYA SON VERİLMELİ!

Bir haftadır Cizre abluka altında ve orada nasıl bir katliam yaşandığı/yaşatıldığı tam olarak bilinmiyor. Halklar olarak haber alma özgürlüğümüz yok. Sosyal medya üzerinden gelen görüntüler oradaki şiddeti anlatır nitelikte. Cizre halkı bu abluka altında ihtiyaçlarını nasıl karşılıyor? Çocukların ihtiyaçları nasıl karşılanıyor, bunlar da bilinmiyor. Kaç kişi yaşamını yitirdi, bu da bilinmiyor. Batıda yoksul halk “şehitler” üzerinden kışkırtılarak Kürtlerin canına, malına saldırılar tertipleniyor. Halklar birbirine düşürülerek, insanlık onuru ayaklar altına alınarak bir iç savaş hazırlığı yapılıyor.

Bu kirli savaşa, başta çocuklar olmak üzere, kadınların ve erkeklerin katledilmesine, onurlarının ayaklar altına alınmasına izin verilemez. Ayaklar altına alınan tüm halkların birlikte yarattığı din, inanç vb. ortak insani kültürel değerlerdir. Böyle bir ortamda susmak şiddete ortak olmaktır. Böyle bir durumda susmak, Cizre ablukası altında ölen, öldürülen insanların şahsında insanlığın katledilmesine seyirci kalmaktır.

Biz, bu vahşet ve barbarlığın bir an önce sona ermesini isteyen Ankaralı sanatçılar olarak bu kirli savaşı kınıyor, son bir haftadır Cizre’nin yürekleri yakan acısıyla evlerimizin içine kadar sıçrayan bu kana karşı tüm halkların sağduyulu ve barışı kucaklayarak, barışın hüküm sürdüğü, özgür ve demokratik bir yaşamı hep birlikte kurmaya ve savunmaya çağırıyoruz. Ve bu doğrultuda, Cizre’de ablukanın hemen kaldırılmasını istiyoruz. Bu kirli savaşa son vermeli, silahlar susmalıdır. Müzakerelerin yeniden başlayabilmesi için elverişli koşullar yaratılmalı, barış sürecinin önü açılmalıdır.
Yeter artık! Egemenlerin savaşında ve barışında ‘yarım besmeleli av’ olmasın insan!

Tekgül Arı
Atalay Girgin
Sema Güler
Pelin Buzluk
Melike Uzun
Ayşe Akaltun
Alaattin Topçu
Cennet Bilek
Çiğdem Sezer
Deniz Faruk Zeren
A Galip
Ercan Y Yılmaz
Sabahattin Şerif
Ayten Kaya
Leyla Akgül
Cafer Tabak
Süreyya Karacabey
Yusuf Bilge
Özgür Kapan
Sevinç Koçak
Selma Şahin
Aysel Kılıç Karslı
Derya Cebecioğlu
Ali Haydar
İlhami Yazgan
Fulya Bayraktar

23 Mayıs 2015

Atalay Girgin'le Söyleşi

Atalay Girgin’le Söyleşi

Başbakanın Günlüğünden Sayfalar

A.GALİP’in Atalay Girgin’le Yaptığı ve Aydınlık Kitap’ta Yayınlanan Söyleyişi

2011 yılında ilk serisini yayınlayan Atalay Girgin dördüncü romanıyla karşımızda. Kemeutopya denilen bir gezegenin Lağımpaşa, Ambarya gibi semtlerinde yaşayan küçük, kuyruklu, sevimli yaratıkların kıyasıya iktidar savaşları anlatılıyor.

Romanlarda çizilen fantastik atmosfer şaşkınlık yaratacak bir
biçimde günümüzle paralellik gösteriyor. Ortalıkta uçuşan günlükler, ses kayıtları için bir öngörü mü yoksa sanatçı imgelemi mi demek gerektiğini okuyuculara bırakıyorum.
Aşağıda Atalay Girgin’le sanatçı, gündelik hayat ve politik ilgi konusunda yaptığım bir söyleşiyi sunuyorum.

    A. Galip - “Kıranlar Kırılanlar Zamanı” yayınlanan 4. romanınız. Önce, ilk üç romanınızdan, “Mehdi ve Mesih”, “Lağımpaşalı” ve “Başbakanın Günlüğü”nden söz etmek istiyorum. Kemeutopya dediğin bir “coğrafya”da yaşanan son derece tanıdık bir serüven. Aslında her biri bağımsız da okunabilecek romanlar. Aynı coğrafyada geçtiği için genişleyerek devam eden bir nehir roman olarak da değerlendirebilir miyiz?

   A.  Girgin - “Kemeutopya” bir kurgu gezegen ve o gezegendeki ülkeler, kişi ve olaylar da düşseldir. Kemeutopya başta olmak üzere, romanların evreninde var olan ülkelerin, kişilerden bazılarının yeni olaylarda boy göstermeye devam etmeleri, Kemeutopyalılar roman dizisinin bir nehir roman olarak değerlendirilebilmesine kapı aralamaktadır. Ancak, her biri bağımsız olarak da ele alınıp değerlendirilebilir. 
  
  Örneğin; dizinin ilk romanı olan “Mehdi ve Mesih”te, kendisinin Mehdi olduğuna inanan bir anti-kahramanın çevresinde kurgulanıp anlatılıyor olaylar ve kişiler. Doğrudan açıkça söylenmese de her kutsalın ve kutsallaştırılan herkesin ve her şeyin ardın bir mutfak olduğu sergileniyor. 
“  Lağımpaşalı”da ise, iktidarı kendi çıkarları için isteyen, her geçen gün tescilli bir yalancı haline gelen bir politikacının öyküsü anlatılıyor. Toplumun ve kendini seçenlerin kutsal değerlerini kendi amacı için hiç tereddüt bile etmeden harcayışı… İktidarı bir zenginleşme aracı haline getirişi…

  “Başbakanın Günlüğü”nde ise, seçim zaferi sonrası Lağımpaşalı’nın kendinden geçişi sergileniyor. Kendini her şeyin hakimi sanırken, günlüğünün çalınıverişi… En mahrem yaşantılarının olduğu özel odalarında görüntü ve ses aktarıcı mikro cihazların bulunduğunu… Ve bunların çevresinde kurgulanan olay ve kişiler…

Kıranlar Kırılanlar Zamanı” ise toplumun önemli bir kesiminin haysiyet isyanıyla ayağa kalkışını, işaret edilmeyi bekleyen “Mehdi”nin yaşadığı hayal kırıklığı ve kızgınlığı eşliğinde savruluşunu aktarıyor. Mehdi’nin, efendisi Yoseuf’un sözleriyle “Kendi sözlerinin büyüsüne kapılışı”… Ve Başbakanın Mehdi’yle Mehdi’nin Başbakanla kavgası…

A. Galip- Son derece tanıdık bir serüven. Biraz bu romanları esinlendiren olaylardan söz edebilir misin?

Romanlardaki serüvenlerin tanıdık gelmesinin öncelikle iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi her yazarın, çağının çocuğu olmasıdır. İkincisi de okurun, yazarla aynı toplumsal, siyasal zaman ve mekân koşullarında yaşamasına bağlı olarak, anlatıda var olanları çağrışımsal düzeyde gerçeklikle bağlamaya, ilişkiler kurmaya yönelen anlamlandırma ve değerlendirmeleridir.

Ancak eser ortaya çıktığı zaman ve mekân koşullarından uzaklaştıkça, okur da yazar ve eserle aynı koşulları paylaşmaktan uzaklaştıkça anlatılanların “tanıdık bir serüven” olma niteliği giderek ortadan kalkar.
Örneğin; G. Orwell’in hem “Hayvan Çiftliği” hem de “1984” adlı romanlarının ilk yayımlandıkları yıllarda okurda yarattığı çağrışımsal “tanıdıklık” etkisiyle, günümüzdeki okurda yarattığı “tanıdıklık” etkisi aynı değildir.



Çünkü zaman ve mekânın değişimine, aradan geçen yıllarla birlikte ortaya çıkan yeni okurlara bağlı olarak bu etki sürekli azalmıştır. Dolayısıyla kitaplarımdaki “tanıdık bir serüven” etkisi, yazarın, eserin ve okurun aynı zaman ve mekân koşullarında yaşıyor olmasından, benzer olaylara tanıklık ediyor olmasından kaynaklanmaktadır.

Malzeme devşirmekten tarihsel romana

A. Galip- Bir romancının tarih ve güncellikle nasıl bir   ilişkisi vardır?

Her romancı, her insan gibi, belli bir toplumsal tarihsel  çevrede yaşar. Yaşadığı zaman diliminde olup bitenler, tanıklıkları onun şimdisidir, güncelidir. Güncelde olup bitenler karşısında bazen sevinir, üzülür; bazen öfkelenir, taraf olur; duygu ve düşünceleriyle onların içinde ya da kenarında yer alır. Severken, aşık olurken, sevgilisinden ayrılırken, vb. Çünkü ‘şimdi’, her türlü eylemin ve etkinin yegane zaman dilimidir. Bu etki kimi yazarlarda kendine kaçışa, salt bireysel olana yönelişe neden olur. İçerisinde yaşadığı toplum ve dünya derinden bir alt üst oluş yaşarken, bilinen ya da bilinmeyen bir dizi nedenle bunları görmezlikten gelir. Kimileri ise küçücük bir olaydan, küçücük bir tanıklıktan bile, insana ve insanlık durumlarına ilişkin bambaşka bakışlara, değerlendirmelere uzanır. Düşsel ve düşünsel olarak bunlara işaret eden, bunları göstermeye algılatmaya çalışan yapıtlar üretir.

Romancıların tarihle ilişkisinde de çok fazla neden rol oynayabilir. Bunların başında siyasal ve ideolojik bakış açısını dikkate almak gerek. Kim neyi neden, niçin ve nasıl göstermek istiyorsa, yaptığından ne umuyor ya da bekliyorsa ona göre bir ilişki kuracak ve anlamlandırıp sunacaktır. Örneğin; bazıları “tarihsel roman”la kendi siyasal ve ideolojik anlayışına malzeme devşirip sunmaya çalışırken, kimileri neyin nasıl olmadığını göstermeye yeltenecek; bir başkası “pir uçmaz mürit uçurur” anlayışıyla kalem oynatacaktır. Kimileri de gelecek kaygısının toplumu sardığı, geçmişten
beslenmenin, geçmiş övgüsünün revaçta olduğu koşullarda “tarihsel roman” yazmayı bir gelir kapısı olarak değerlendirebilecektir.

Dolayısıyla her romancının tarih ve güncellikle ilişkisi     çok farklı açılardan değerlendirilebilir ve bu anlamda      “Nasıl?” sorusunun tek bir yanıtı yoktur. Ancak     her romancının tarihle ilişki söz konusu olduğunda,     bir tarih felsefesiyle hareket etmesi gerekir, diye düşünüyorum.

A. Galip - Genelde edebiyatın özelde ise romanın ne gibi
bir politik gücünden söz edilebilir veya böyle gücü var
mıdır?



Politik romanlar yazan biri olarak bu soruya “Evet! Vardır” demem beklenebilir. Ancak hem edebiyatın neliğini hem de yaşanan toplumsal siyasal gerçekliği düşündüğümde yanıtım şudur: Genelde edebiyatın, özelde ise romanın, anda gerçekleşen, anda etkisini gösteren politik bir gücü yoktur. İster az satar olsun, isterse çok satar olsun, tek başına hiçbir roman politik olarak okurlarını bir taraftan bir başka tarafa yöneltmeye kadir değildir. Bir edebiyat yapıtından da bunu beklemek doğru değildir. Çünkü bir roman en iyi ihtimalle, gösterdiği insan ve insanlık durumlarıyla okuru düşündüren, karşılaştığı durumlara ilişkin yeni ve farklı değerlendirme olanaklarına işaret edişiyle etkide bulunabilir. Bunun yanı sıra düşünsel ufkunun genişlemesine katkıda bulunarak, mevcut tercihi ve yönelişini güçlendiren, pekiştiren bir etki sağlayabilir. Velhasıl genelde edebiyatın özelde ise romanın politik etkisini abartmamak gerekir.