İdeolojik
Denklem: 4+4+4=?
Yaşamın hangi alanında
olursa olsun, ideolojik sorunların teknik taktik çözümleri yoktur.
İdeolojik-siyasal bir sorunun çözümü de ideolojik ve siyasal olmak zorundadır.
İdeolojik bir soruna teknik-taktik çözüm arayışı, çalınan minareye kılıf
aramaktan ya da ona uygun bir kılıf biçip dikme ve bu arada da küçük
makyajlarla toplumsal meşruiyeti genişletme, bir başka deyişle yanılsamayı
güçlendirme arayışından öte bir değer taşımaz. Tıpkı eğitime ilişkin olup
bitenler gibi…
Eğitimde son yaşanan
sorun da ideolojik bir sorundur. Kamuoyuna ve basına yansıyan adıyla, ister
“4+4+4” densin, isterse “4x3”, bu hakikatin hükmü meridir. Çünkü gündeme
getirilen bu politika ve bunun yasalaştırılması girişimi, gençliğin yeni bir ideolojik-siyasal
biçimlendirme sürecinin nesnesi kılınması için mevcudu bozmaktır.
“Mevcudu bozmaktır”
derken, var olanın siyasal ve ideolojik olmadığını ve mükemmel, olması gereken
olduğunu da söylemiyorum. Aksine; yürürlükteki eğitim uygulaması da en az
getirilmek istenen kadar siyasal ve ideolojiktir. Çünkü eşyanın tabiatı gereği,
eğitimin de siyasal ve ideolojik olmaması düşünülemez. Bunu iddia edenler,
kendini akıllı, âlemi aptal yerine koymaya çalışan akl-ı evvellerdir.
Eğitimle uzaktan
yakından bir biçimde ilgilenmiş, onun üzerine birazcık düşünüp sorgulamış ve hem
felsefi hem de bilimsel anlamda okuyup araştırma yapmış herkes bilir ki, sistematik
eğitimin üç temel amacı ve işlevi vardır. Bunlardan birisi siyasal-ideolojik,
ikincisi kültürel, diğeri de ekonomiktir. Uzun uzadıya bunların ayrıntısına
girip yazıyı uzatmaya gerek yok. Ancak bunların içinde asıl ve başat olanın ne
olduğunu belirtmeden geçmenin gereği de… O belirleyici amaç ve işlev de
siyasal-ideolojik olandır.
Dünyanın neresinde
olursa olsun, eğitim politikalarında değişikliğe giden egemen güç her daim yeni
politikayı şu sorulara verdiği yanıtlara dayandırır: Nasıl bir toplum
istiyoruz? Nasıl bir insan istiyoruz? Güncel tartışmalarla bağlantılı bir son
soruyla bağlayalım: Nasıl bir gençlik istiyoruz?
Hangi mizansen ya da
hangi anlatım ve sunum kompozisyonu içerisine yerleştirilmiş, hangi renge
boyanmış, hangi ambalajla pazarlanmış olursa olsun, yukarıdaki soruların
yanıtları, günümüz dünyasında, her şart altında ideolojiktir. Bir adım daha
ileri gidelim: Sözüm ona hangi bilimsel, hangi akademik, hangi pedagojik
açıklamalara sığınılmaya çalışılırsa çalışılsın, verilen ve verilecek
yanıtların ideolojik olmadığını ileri sürmek, eğer safdillik değilse, düpedüz
şarlatanlıktır; düpedüz kamuoyunu yanıltmaya, aldatmaya yöneliktir. En hafif
deyimiyle, bunu söyleyen kişi saflar âleminden bir saf değilse, düpedüz
yalancıdır.
Milli
Eğitim Bakanı Haklı
Milli Eğitim Bakanı
Dinçer, yeni uygulamaya dönük tepki ve eleştiriler karşında, “tereddütler ideolojik”tir
açıklamasını yaparken yerden göğe kadar haklıdır. Ancak; getirmeye çalıştıkları
uygulamanın, ideolojik olmadığını ima ederken, hatta artık eğitimde hiçbir
ideolojinin olmadığı ve olmayacağı mesajını verirken de yerden göğe kadar
haksızdır. Dahası, gerçekliğe aykırı bir biçimde kamuoyunu yanıltmaktadır. Çünkü
ideolojik yaklaşım ve açılımlar karşısında verilen tepkilerin, gösterilen
tereddütlerin, yapılan açıklamaların ideolojik olmaması mümkün değildir. Tıpkı
kendisinin söylem ve yaklaşımları, önerdiği ve yaptığı eğitimdeki politika ve
açılımlar gibi.
Ancak bunların
hiçbirinin önemi yok. Çünkü bir toplumda siyasal iktidarı şu ya da bu biçimde
ele geçiren, kullanan güçler, sahip oldukları siyasetin ve ideolojinin göreliği
özerkliği içinde bazen uluslararası güçlere yaslanarak, onların destekleri ve
yönlendiriciliğiyle bazen de kendilerine aşırı güvenlerinden dolayı pervasızlaşırlar.
Bu süreçte el atılacak en önemli başat alanlardan biri olarak da eğitimi
seçerler. Çünkü gençliği ve toplumun geleceğini biçimlendirmenin en etkili yolu
eğitim alanıdır. Şairin “Her ömür kendi gençliğinden vurulur” deyişi gibi, her
toplum da kendi gençliğinden teslim alınır.
Komünizmle
Mücadele, Amerikan Ford Vakfı ve Eğitimde İlk Operasyon
Ne yazık ki bu durum
Türkiye için yeni değildir. Bundan önce de benzerleri yaşanmış ve meyveleri,
egemenlerce başarıyla alınmıştır. Örneğin; eğitim alanında, Cumhuriyet dönemi
itibariyle, gerçekleştirilen ilk değişikliğin tarihi 1956’dır. İktidarda
Demokrat Parti vardır ve Milli Eğitim Bakanlığı koltuğunda oturan kişi Celal
Yardımcı’dır. ABD Kongresi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve 1947 yılında
Truman Doktrini çerçevesinde Yunanistan ve Türkiye’yi Komünizm’le mücadelenin “iki
kale”sine dönüştürme kararı alır. Bu karar doğrultusunda da yapılacak
harcamalara ilişkin kongre kararıyla mali fonlar ayrılır ve kullanıma açılır.
Çok geçmeden de 1948 yılında Türkiye’de Komünizmle Mücadele Derneği1’nin kuruluşu için ilk başvuru yapılır ve
faaliyetlerine başlar. Komünizmle Mücadele Derneği adıyla ikinci kez
İstanbul’da başvurusu yapılan ve faaliyetlerine başlayan kuruluşun tarihiyle
ilköğretim programında gerçekleştirilen değişikliğin tarihi ise aynıdır: 1956.
Eğitimde gerçekleştirilen bu değişikliğin finansörlüğünü ve fikri
yönlendiriciliğini üstlenen ise Amerikan Ford Vakfı’dır.
Türkiye’yi Komünizmle mücadelenin
“kale”lerinden birine dönüştürme kararının kâğıt üzerinde kalmasını istemeyen
ve işini şansa bırakmayı beklemeyen ABD ve devşirmeleri kısa zamanda harekete
geçerler. Hem de üç koldan… Bir yandan farklı tarihlerde kuruluşları
gerçekleşen Komünizmle Mücadele Dernekleri, bir yandan eğitim programlarındaki
değişiklikler, diğer yandan da ordu içinde Sivil Harp ve Seferberlik Daireleri,
dahası NATO şemsiyesi altında Amerika’da eğittikleri subayları da kullanarak
gerçekleştirdikleri Kont-Gerilla örgütlenmesiyle bu süreci örmüşlerdir.
Günümüzde, bu sürecin ürünü olan ve üniversiteden siyasete, dinden ekonomiye
dek değişik alanlardan devşirmeler aracılığıyla kurulan ve yeni devşirmeler
derleyip yetiştiren kurumlar, cemiyetler, cemaatler, vakıflar hâlâ varlığını ve
faaliyetini sürdürmektedir. Keza “Ergenekon” adıyla tezgâhlanan sürecin kökleri
de o günlere dek uzanır. Belki de bugün yaşananlar gecikmiş bir iç
hesaplaşmanın tezahürleridir.
Avrupa
Birliği ve Eğitimde İkinci Operasyon
Zamanın Milli Eğitim
Bakanı Hüseyin Çelik tarafından, şatafatlı bir biçimde “Newtoncu eğitim
anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiş” denilerek sunulan ve sözüm ona
“Devrim” olarak nitelenen ikinci ve kapsamlı operasyon Avrupa Birliği patentini
taşır. Değişikliği, televizyon kameraları karşısında bayrak direği metaforuyla
anlatmayı seven Çelik, bu değişikliğin siyasal ve ideolojik boyutuna,
uluslararası siyasal ve ekonomik güçlerin, politika yapıcıların etkisine hiç
değinmemiştir. Tıpkı bakanlıkta yıllardır var olan ve görev yapan, artık
kolonyal şapkasız dolaşan uluslararası uzmanların görev ve yetkilerinin neler
olduğuna değinmediği gibi. Tıpkı bu değişikliğin, kapitalizmin gelişiminin,
onun egemen sınıflarının ihtiyaçlarının bir gereği olarak siyasal ve ideolojik
olduğundan hiç söz etmediği gibi.
Bu değişiklikle,
öğrencileri bir küp misali doldurmanın ifadesi olan “davranış kazandırma” sözü,
yerini “kazanıma” bırakmış. Eğitim de akşamdan sabaha “öğrenci merkezli”
oluvermişti. Elbette bu, değişikliğin, basında yer alan, açıklamalarda öne
çıkan, kamuoyuna yansıyan boyutuydu. Tıpkı, günün teknolojik gelişmeleri gereği
okullarda kullanılmaya başlayan teknik donanım, internet olanağı, öğretmenlere de banka kredisi karşılığı sağlanan
bilgisayarlar, vb. gibi.
Ancak bu değişiklik
sürecinin zihinlerde ve davranışlarda kendisini gösteren siyasal ve ideolojik
boyutundan doğru dürüst söz edilmedi. Oysa okulların önemli gün ve haftalarına “Avrupa
Günü” giriverdi önce. Sonra “Avrupa Birliği Bilgi Yarışması” eklendi buna. Ve
bunların yanı sıra işleyen Sokrates, Leonardo da Vinci ve Erasmus eğitim
programları doğrultusundaki uygulamalar. Özellikle sonuncusu, yani eğitim
programları doğrultusunda, okul idarelerinin de katkı ve yönlendirmesiyle, dünün,
“Batı Kulübü” sözünü ağzından düşürmeyen milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı
öğretmenlerini; “vatan millet Sakarya” nutukları atıp milliyetçilikte
üzerlerine toz kondurtmayan eğitimcilerini; hatta “Kahrolsun Emperyalizm!
Bağımsız Türkiye!” diye bağıran solcu, devrimci öğretmenlerini Avrupa Birliği
Projesi peşinde kafa yoran, onun peşinde koşuşturan elemanlara dönüştürüverdi.
Hazırladıkları projelerin kabul edilmesiyle fonlardan gelecek olan paralar
sayesinde Avrupa Birliği ülkelerini gidip görme hayalleri kurmaya yöneltti2.
Yıllar önce okuduğum
bir romanda “Önce hayaller ölür” diyordu yazar. “Önce hayaller ölür”, sonraysa
teslim oluş gelir, çözülene çürüyene… Ya da öncekinin yerine yeni hayaller,
düşler verene… Yeni hayaller, düşler kurdurtana… Adlarının önüne hangi siyasal,
ideolojik, dinsel, etnik sıfatı ekliyor olurlarsa olsunlar, bu düşleri görmeye,
bu hayalleri kurmaya ve bunlar doğrultusunda düşünüp davranmaya başlamış olanlar,
farkına bile varamadan emperyalizmin “ideolojik esir”lerine, yeni
devşirmelerine, yeni ve gönüllü devşirme adaylarına dönüşmüşlerdir. Bu durumdan
kurtulmadıkları sürece kendilerine atfettikleri sıfatların hükmü meri değildir
artık.
ABD ve AB emperyalizminin
politika yapıcıları ve yerli devşirmeleri bir kez daha başarmışlardır. Toplumu
kendi gençliğinden teslim alacak ana gövdeyi yakalamışlar ve onun nabzını
tutmuşlardır. Bunların büyük bir çoğunluğunun öğretmen statüsünü taşıyor olması
ise sorunu hem daha vahim kılmakta hem de yeni politika değişiklikleri
karşısında ne olup biteceğini anlamanın işaretini vermektedir. Elbette
anlayanlar ve öğretmenlere dair ham hayaller kurup uyanık düşlere dalmayanlar
için.
“Öğretmen;
düzenin duvarındaki tuğla”dır
Bunu yine de kısaca
birkaç maddeyle açayım: Birincisi, öğretmenler, iktidarların memurudur. Ve bu
memurluğu yitirmemenin kaygısı bilinçlerine içselleşmiştir. Kendi başlarına kaldıklarındaki ya da
dışarıdaki atıp tutmalarına, bağırıp çağırmalarına bakmayın. İktidar ellerine ya da ağızlarına hangi düdüğü
verirse, ayak sürüyen birkaçı dışında, geneli, her zaman onu öttürür. Büyük bir
çoğunluğu siyasal ve ideolojik işlevlerinin bile farkında değildir. Marx,
yıllar öncesinden, “İnsanların, grupların, partilerin kendileri için ne
düşündüklerine, ne söylediklerine değil yaptıklarına bakmak gerek”tiğini,
boşuna yazmamıştı. Bundan dolayıdır ki, eğer iktidar kararlı bir biçimde
bastırırsa, bırakın “4+4+4”ü, karikatürize ederek yazıyorum, “3x4”ü de “2x6”yı
da hayata geçirir ve başarıyla uygular öğretmenler. Çünkü onların görevi, ne
denli gönülsüz olurlarsa olsunlar, düzenin duvarında işgal ettikleri ve
iktidarın kendilerinden beklediği, siyasal ve ideolojik “tuğla”lık işlevini
yerine getirmektir.
İkincisi, bu süreçte öğretmen
sendikalarının ne hükmü vardır ne de esemesi okunur. Kimse onlara, hatta en
elle tutulur sayılabilecek olanına bile bel bağlamamalıdır. Çünkü neredeyse
tamamının ipi iktidarın ellerindedir. Ve ne yazık ki onlar iplerini kendi
elleriyle iktidara teslim etmişlerdir. Bu aşama, kendilerine atfettikleri
siyasal ve ideolojik sıfat ne olursa olsun, memurluğun ve amirliğe ram
eyleyişin zirvesidir. Üyelerinin aidatlarını işverene toplatıp, onun ellerine
bakar hale gelmek nasıl bir anlayışın ve hangi zihniyetin tezahürüdür ki… Gerçi
bu süreçle birlikte, her bir sendikanın malı mülkü artmış, her biri az ya da
çok zenginleşmiştir. İşin ucunda para varken ipin kimin elinde olduğunun hükmü
mü sorulur? Her güzelin bir kusuru vardır, dedikleri bu olsa gerek.
Devrim
Mi? Biçimsizleştirip Bozma Mı?
AKP’nin on yıllık
iktidarı döneminde eğitimde yapılanlar iki kez “Devrim” diye sunuldu.
Birincisini, AB’ye uyum adı altında “Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu
eğitim anlayışına” geçiş olarak sunup pazarlamışlardı. Bu sürece paralele
olarak, sıra sözüm ona ikinci “Devrim”e gelinceye dek, kel başa şimşir tarak
misali akıllarına esen karar ve uygulamalarla yol aldılar.
Makyaj kabilinden
“Davranış”ı “kazanım” olarak ifade etmeyi, “öğrenci merkezli eğitim”, vb.
sözlerini geçiyorum. Önce öğretmenlere rütbe ve onlar arasında hiyerarşi
sevdasına tutuldular. Sözüm ona öğretmenleri “Başöğretmen” “Uzman öğretmen” ve
“öğretmen” olarak kademelendireceklerdi. Buna ilişkin yaptıkları sınav sonucu,
“uzman öğretmen”leri belirlediler. Ya sonra? Büyüklere masal anlatılacak değil
ya… Gerisi hikaye…
Sonra Anadolu vb.
Liselere öğretmen geçişi için sınavlar düzenlediler. Başlangıçta baraj 70’ti.
Baktılar ki olmuyor. Barajı 40’a düşürdüler. Düşünün bir kez: Sınavla öğrenci
alınan kurumlara 40 baraj puanına bile ulaşamayan öğretmenler atanmaya başladı.
Herhangi bir dersten 45 alamayan öğrenciyi sınıfta bırakan sistem sınavdan 40
alan öğretmeni ödüllendirmeye girişti. Ne var ki bu da yetmedi. Hangi
zihniyetin, nasıl bir anlayışın ürünüyse, bir sabah barajı sıfıra
indiriverdiler.
Yasaymış, hukukmuş,
kazanılmış hakmış kimin umurunda? “Ben yaptım oldu” diyen bir Deli Dumrul
zihniyetinin tebdil-i kiyafet arz-ı endam eylediği bir zamanda soru mu şimdi
bu? Elbette aklına eseni, estiği zaman yapacak değil mi? Yaptı da… Anadolu
Lisesi’ne sınav sonucu atanmış bir öğretmenin çalıştığı okula, sınava girmemiş
ya da sınavda yeterli puanı alamamış, ama hizmet yılı ve puanı yüksek bir
öğretmeni atayıverdiler. Sonuç: Sınav puanıyla atanan öğretmenin norm fazlası
ilan edilip başka okula görevlendirilmesi.
Yukarıdaki örnek, AKP’nin
Milli Eğitim’de yaptıklarının yandaş ve stepne basın yayın organları tarafından
bir kez daha “Devrim” diye nitelenerek göklere çıkartıldığı Bakan Dinçer
dönemine ait. Ne devrim ama… Böylesi “dam üstünde saksağan” türü uygulamaların
bazıları şimdilik mahkemelerden dönüyor, bu örnek olayda olduğu gibi. En
azından, yine şimdilik, uygulama durduruluyor. Mevcut toplumsal koşullar içinde
ve mahkemelerin hal-i pür meali karşısında yarının ne olacağı ise ne yazık ki
belirsiz. Umutsuzluğa teslim olmak gerekmese de karamsar olmak için yeterince
neden var ortada. Çünkü taraf olan da karşı çıkan da ne olup bittiğini bütünsel
olarak anlamaya ve kavramaya çalışmaksızın önlerine yuvarlanan taşın peşi sıra
koşturmakla meşgul.
Örneğin; Dinçer’in
bakan olur olmaz yaptıklarından ve “devrim” diye nitelenen işlerinden biri,
bakanlığın görevleriyle ilgili “laiklik ve Atatürkçülük”le ilgili pasajlardan
birinin yerine “küreselleşme, insan hakları”, vb. ifadelerin yer aldığı bir
pasajı koymasıydı. Ve sonrasında bunun, bir yanda “devrim”, diğer yanda “karşı
devrim” olduğuna dair sözler havada uçuştu. Ardı sıra da ilk günlerin ateşli
sözlerinden eser kalmadı geriye.
Oysa ortada ne “devrim”
diye sunulacak bir şey vardı, ne de “karşı devrim” diye ortalığı velveleye
verecek. Çünkü Milli Eğitim temel Kanunu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın görev ve
yetkilerini düzenleyen metinler de eklektisizmle malul yamalı bohçalardı.
Herhangi bir pasaj değişikliğiyle metnin yapısını değiştirmek kabil değildir.
Eğer toplumsal ve siyasal koşullar uygunsa, her iki metnin de virgülüne
dokunmaksızın, içerik olarak tepeden tırnağa, hatta taban tabana birbirine zıt
eğitim politikalarını farklı dönemlerde uygulamak mümkündür. Çünkü özellikle
Milli Eğitim Temel Kanunu, her kesime mavi boncuk dağıtırcasına hazırlanmış,
her iktidarın rengine ve meşrebine uymaya hazır ve nazır bir metindir.
Asıl sorgulanması,
eleştirilmesi ve değiştirilmesi gerekenlerden biri bu kanundur. Ancak AKP bile
kısmi değişiklikler dışında buna yanaşmaz ve on yıldır da yanaşmamıştır. Çünkü
onlar da getirmek istedikleri eğitim anlayışını, “Nasıl bir gençlik istiyoruz?”
sorusunun yanıtını, Milli Eğitim temel Kanunu’na dayandıracaktır ve
dayandırmaktadır da. Bunun temel nedeni, söz konusu kanunun, içerik itibariyle
hem bütünüyle çağın gereklerine uygun çağdaş-bilimsel-laik bir eğitim yapmaya
hem liberal, piyasacı, küreselleşmeci bir eğitim uygulamaya hem de eğer
istenirse bunun tam tersi yönde, dinsel, muhafazakâr, mukaddesatçı, ırkçı,
milliyetçi bir eğitim yapmaya da olanak vermesidir. Ya da aynı anda bunların
karması veyahut da unsurlardan birkaçının öne çıktığı ve kuşatıcı olduğu bir
içerikle eğitim yapılmasına…
Dünya kapitalizminin
hiyerarşik yapılanması içinde, bunlardan hangisinin uygulanıp uygulanmayacağına
karar veren görünür merciler, her daim, öncelikle siyasi iktidarlardır. Keza
karar da her zaman siyasal ve ideolojiktir. Dahası, söz konusu karar, mevcut
iktidarların siyasal ve ideolojik tercihlerinin göreli özerkliğinin etkisini
taşır. Ancak bir de doğrudan görünmeyen merciler vardır: Efendiler ve o
efendilerin işgüderleri.
“Efendiler”, eğitimde
siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliğinin, insanın insanı sömürüsüne dayanan
kapitalist sömürü düzeninin kendini yeniden üretimine, hiyerarşik yapının
sekteye uğramasına neden olmayacağına ve kendi ihtiyaçlarına da denk düştüğüne
inandıklarında ya da bunu bildiklerinde herhangi bir müdahalede bulunmazlar. Aksi
bir durumda ise dünyanın neresinde olursa olsun, onların efelenmelerine
bakmaksızın, devşirmelerin kulaklarına yapışıverirler. Ya da devşirme
olduklarını unutanların yerine bazen akşamdan sabaha bazen de kısa bir süre
sonra yeni devşirmeleri allayıp pullayıp gerekli statülere kavuşturuverirler.
Karikatürize ettiğime bakmayın, elbette işler bu denli basit olmasa da çok
fazla da karmaşık değildir. Ve bu gün siyasi iktidar Türkiye’de bir karar
vermiştir. Ancak bu kez, ilk iki operasyonda olduğu gibi uluslararası hamiler
doğrudan işin içinde yok. En azından görünürde yok. Dahası “ben yaparım olur”
pervasızlığı sürece damgasını vurmakta. Bakalım nereye kadar?
Kininin
ve Öcünün Sahibi Gençlik
Hangi kin? Hangi öç? Daha
doğmamış, daha okula başlamamış, okula başlasa bile ABC’den ötesine geçmemiş
çocuklar; ergenliğe yeni yeni adım atan gençler, kimin kininin sahibi olacak? Kimin
öcünün sahibi? Yanıtını 21.yüzyıldan alan, yanıtı 21.yüzyıldan verilen sorular
değil bunlar. Aksine yanıtını Necip Fazıl’ın “Gençliğe hitabesi”nden alan
sorular. Devşirmelerin ve onların devşirdiklerinin Komünizmle Mücadele
dernekleri çatısı altında, ABD emperyalizminin yeşil dolarlarıyla ve örtülü
ödenekten aktarılan paralarla yaydıkları gerçekliğe aykırı düşüncelerin, yalan
ve iftiralar döneminin bilinçlere sinmiş ve uygun ortamı bulduğunda yeniden
nüksetmiş bir tezahürü. Hakkında yazılan ve aktarılan parlatma, yıkayıp
cilalama cümlelerine rağmen, Başbakanın ağzına yakışıveren dizelerin sahibi
olan Necip Fazıl da söz konusu kaynaklardan, özellikle örtülü ödenekten
beslenen bir zevat. Söz konusu
kesimlerin bülbülü… Onların bir işgüderi… Onların kalemşörü… ABD’nin ve yerli
devşirmelerinin işbirliği içinde Türkiye’nin başına sardıkları Komünizmle
Mücadele Derneği tezgâhının bir “ideolocya” unsuru… “Nasıl bir gençlik istiyoruz?” sorusuna
yanıtın, Necip Fazıl’dan verilmiş olması, bundan dolayı hiç de tesadüf
değildir.
Sorun tepeden tırnağa
siyasal ve ideolojiktir. Toplumsal yaşamın her alanında bu sorunla bu açıdan
hesaplaşmak gerekir. Hatta bir adım daha atıp bütünsel anlamda kapitalizmle
hesaplaşmaya, onunla mücadeleye dönüştürmek gerek süreci. Yoksa meseleyi
“kesintili mi kesintisiz mi? Parçalı mı yekpare mi? Ya da kaç artı kaç olmalı?
4+4+4 eğitim pedagojik ve akademik olarak uygun mu?” türünden sorulara
indirgemenin, karşı çıkışı buna endekslemenin herhangi bir hükmü yoktur.
Pedagojik
ve Akademik Uygunluk Yanılsaması
Kamuoyunda yer alan bu
açıklamalardan bazılarının tepkiselliğin, çaresizliğin ifadesi oluşunu,
bazılarının ise “ne sizinki olsun ne de bizimki hadi arada bir yerde uzlaşalım”
tarzı utangaçça yaklaşımları, anlamak mümkün.
Ancak eğitimde “4+4+4” düzenlemesinin “pedagojik ve akademik açıdan
uygun olup olmadığını” araştırma girişimlerini anlamak mümkün değil.
Çünkü toplumsal
koşullardan, siyasal-ideolojik tercihlerden bağımsız bir biçimde, her derde
çare, zaman ve mekân üstü geçerliliğe sahip bir pedagojik ve akademik yaklaşım
yoktur. Keza her akademik yaklaşım ya da açıklamanın da bilimsel değeri… İktidarın
akademisinde, her daim iktidarın siyasal ve ideolojik tercihlerine uygun
pedagojik yöntemleri, formülleri üretmek ve bunları akademik içeriğe
büründürmek mümkündür.
Özellikle de
iktidarların hizmetine koşulmuş, her iktidarın hizmetine amade akademiler ve
akademisyenlerce, uygulanmak istenen eğitim politikalarına uygun, bilimselliği
tartışmalı da olsa, pedagojik ve akademik proje ve çözümler üretilir. Sonra da
bunu üretenlerin adlarının önündeki akademik unvanlara atıfla bunlar bilimsel
diye sunulur. Oysa akademilerin, akademisyenlerin, akademik formelliğe uygun
olarak üretip servis ettikleri her bilgi her daim bilim niteliğine, bilimsellik
vasfına sahip değildir.
Velhasıl, adına ister
“4+4+4” denilsin, ister “2x6”, ister kesintili isterse kesintisiz; pedagojik ve
akademik ‘uygun’luk kriteri, hiçbir koşulda mevcut eğitim uygulamasının da AKP
iktidarının getirmek istediği eğitim uygulamasının da ideolojik ve siyasal
niteliğini ve içeriğini ortadan kaldırmaz. Sorunun hem bu boyutunu hem de asıl
olarak sınıfsal temelli ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda bir sistem sorunu olma
niteliğini kavramadan ortaya konan tepkiler ve sözüm ona arayışlar, hakikatin
üzerine çekilen ve yanılsamayı güçlendiren bir perde olma işlevinden öte
gitmez. Aksine; mevcut haliyle kaldığı sürece, insanın insanı sömürüsüne
dayanan, cinsel, dinsel, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. boyutuyla bunu üreten
tahakküm düzeninin hangi ideolojik makyaj ve kılıflar altında sürdürülüp
sürdürülmeyeceğinin çekişmesine dönüşür. Elbette her iki tarafın da bunu açıkça
telaffuz etmeye yanaşmadığı bir çekişme…
Zaten yaşanan süreç de
bu minval üzre seyretmektedir. İktidarın ve bilumum kesimlerdeki yandaşlarının
malzemesi, “biz toplumun isteklerine duyarlı, ideolojik olmayan bir düzenleme
yapıyoruz. Ama bize karşı çıkanlar ideolojik davranıyor” olurken; buna karşı
çıkanların malzemesi ise, “pedagojik akademik olarak uygun olmamak”tan,
gericiliğe, dini eğitim getirmeye; Atatürkçülük ve çağdaş, bilimsel eğitim
anlayışına karşı olmaya, vb. dek değişiyor. İtirazları duyar duymaz, yalandan
kim ölmüş sözünü anımsatırcasına, birinciler atağa geçiyor: Eğitimde ideoloji
olmayacak. Tereddütler ve eleştiriler ideolojiktir. Artık tek boyutlu düşünen
gençlik yetiştirmeyeceğiz. Dindar gençlik yetiştireceğiz. Ateist gençlik
yetiştirmeyeceğiz.
Akl-ı selim hiçbir
insanın yaşananlara ve bu hay huy içinde söylenenlere bakıp da “breh… breh… Bu
yaşta bu zekâ… Tenakuz abidesi mübarekler!” dememesi mümkün değil. Sonuçta kim
mi kazanacak dersiniz? Elbette insanın insanı sömürüsüne dayanan sistem ve
efendileri. Eğitimde hangi uygulama gelirse gelsin, AKP’nin yasa önerisine
hangi makyaj yapılırsa yapılsın, sistemin ve efendilerinin, vecd içinde secde
etmenin adabını bilen, huşu içinde el etek öpmeyi öğrenmiş nur topu gibi,
itaati meziyet bilen münevverleri olacak!
“Münevver”i de bir halt
sanmayın sakın! Münevver dediğin, altı üstü kendisine verileni yansıtan,
aksettiren bir ayna zevattır. Kendi aklıyla aydınlanmış, soran sorgulayan,
eleştirel düşünen entelektüel bir birey değil. Yalanı bir siyasal söylem
yöntemine dönüştürmüş ve tenakuz abidesi yöneticileri olan herhangi bir
toplumun da entelektüel aydınlar, düşünen sorgulayan eleştirel yaklaşım sahibi
bir gençlik nesine gerek ki zaten… Beyni yıkanmış, namazında niyazında bir
“Münevver” olsun önce… Gerisi Allah Kerim!!!
NOT: Yukarıdaki yazı, Öğretmen Dünyası Dergisi'nin 388. sayısında yayınlanmış olan son halidir.
1 Komünizmle
Mücadele Derneği’nin, adının önüne “Türkiye”yi ekleyerek üçüncü kez kuruluş
tarihi ise 1963’tür. Türk milliyetçiliğinin sözüm ona şanlı ve şahlanışının
tarihi olarak da anılan bu dönem, ABD dolarlarıyla yemlenen ve devşirilip
yetiştirilen kadrolar dönemidir. Keza Allah ve din yolunda şehadete erme hülyalarıyla
devşirdikleri gençlerin vesveseye düşmemesi için “çok iyi beyin yıkamanın
lüzumuna inanıyorum” (Küçük Dünyam, sf. 67-68) diyen, camilerde verdiği
vaazlarda Komünistlerin ihbar edilmesini buyuran Fethullah Gülen’in de bu
sürecin unsurlarından biri olması tesadüf değildir. Mukadderat işte;
devşirmeleriyle ünlü Osmanlı’nın ‘torunları’nın da devşirildiği günler gelip
çatmıştı. Ve bu toruncukların, tosuncukların siyasal ve ideolojik kimliklerinde
Türk milliyetçiliği, Müslümanlık, “vasati muhafazakâr” yazıyordu.
2 Bu konuyu,
“ÖĞRETMEN; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabımdaki makalelerde
olabildiğince ve yeri geldikçe değindim. Yazıyı daha fazla genişletmemek için
üzerinde durmuyorum. İlgilenenler söz konusu kitaba bakabilirler.
ideolojik denklem: 4+4+4=?