felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2022

Türkiye’de Ateizm Ve Deizmin Kaynağı

 

Türkiye’de Ateizm Ve Deizmin Kaynağı MEB

Atalay Girgin*

Kafayı ateizm ve deizmle bozmuş olan dinci ve siyasal İslamcı çemişler, tam bir hastalık göstergesi olan saplantılı ve yanılsamalı bilinç hallerini her yere ve her şeye egemen kılma isteğinde sınır tanımıyorlar. Bunların başında da eğitim geliyor.

Zihinleri ve bilinçleri, dinsel temelli ve saplantılı, yanılsamalı siyasal ve ideolojik kabullerle sakatlanmış olan bu dinci-siyasal İslamcı çemişlere göre; Türkiye’de “ateizm ve deizmin”in “kaynağı MEB’in kitapları”ymış.

Hangi MEB’in? Hem de 4-6 yaş arasındaki çocukların Diyanet, tarikat ve cemaatlerin dernek, vakıf, vb kurum ve kuruluşların Kur’an Kurslarına teslim edilişine ses çıkarmadığı gibi, bunların sayısından bile haberdar olmayan MEB’in…

İşte bu MEB’in söz konusu kitaplardaki “materyalist anlatım biçimi gençlerimizi dinsiz ve ateist olmaya sevk ediyor”muş.

Peki; bu kitaplar ve dersler hangileriymiş? Dahası buna karşı ne yapmak gerekiyormuş? El cevap: “Fen bilimleri Müslüman’ın bakış açısı ile Kuran’ın anlatım tarzıyla yazılmalı”1ymış.

Açıkça anlaşılabileceği gibi bu cevapta birbiriyle ilişkili ve birbirini tamamlayan iki temel unsur var. Bunlardan biri “Müslüman’ın bakış açısı”, diğeri ise “Kur’an’ın anlatım tarzı”…

O halde, ateizmin ve deizmin kaynağı olan dersleri ve kitapları en sona bırakarak, birincisinden başlayalım ve soralım:

Hangi “Müslüman’ın Bakış Açısı”?

25 Ocak 2021

"Öğretmen Susarsa Toplum Lâl Olur"

 Şahin Aybek ile Söyleşi:

Atalay Girgin: "Öğretmen Susarsa Toplum Lâl Olur"

“ÖĞRETMEN; DÜZENİN DUVARINDAKİ TUĞLA”DIR

“MEB bürokrasisi içerisinde çocuğunu, parasını ödeyerek özel okula gönderenlerin oranı yüzde kaçtır? MEB bürokrasisi, kendilerinin düzenleyip denetledikleri, içeriğini belirledikleri, kadrolarını atadıkları devlet okullarında yapılan eğitime güvenmiyor. 4 yaşındaki küçücük çocukların zihinleri “melek, şeytan, cin, zebani vb. gibi”, hiçbir gerçekliği olmayan, salt imgesel kavramlarla iğfal ve işgal ediliyor. Toplumsal enkazı ortadan kaldırmaya ve yeni bir toplumsal inşa projesine yönelik bir eğitim.”

“YAŞANAN TOPLUMSAL ENKAZIN MÜSEBBİPLERİ, TEBDİL-İ KIYAFETE BİLE GEREK DUYMADAN, TÜM TOPLUMSAL KURUM VE KURULUŞLARDA ANADAN ÜRYAN, HEM DE PERVASIZCA İCRAATLARINA DEVAM EDEBİLMEKTEDİR. ÖĞRETMENLER GERÇEKLERİ GÖRMEZ YA DA GÖRMEZLİKTEN GELİRSE TOPLUM BAKAR KÖRLEŞİR.”

“Manisa’nın Alaşehir ilçesinde, adı yeni kendisi eski bir köyde doğdu. Köyünde başladığı eğitim-öğretim hayatını, Gökçeada Öğretmen Lisesi’nde yatılı, Manisa Kız Öğretmen Lisesi ve Savaştepe Öğretmen Lisesi’nde gündüzlü olarak sürdürüp Alaşehir Lisesi’nde tamamladı. 

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde adım attığı üniversite öğrenimini, uzatmalı bir öğrencilik döneminin sonunda, Ankara Üniversitesi DTCF Felsefe bölümünden mezun olarak bitirdi. Şimdilik, “gazetecilikten sonra severek yaptığım tek iş” diye nitelediği ama buna rağmen, “her an vazgeçebilirim” demekten kendini alamadığı MEB felsefe öğretmenliğinden ayrıldı. Ve yeniden gazeteciliğe döndü.” 

31 Ağustos 2009

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol

Liberalizm, Kapitalizm ve Sol

Fikret Başkaya*

Son dönemde, özellikle de neoliberal çılgınlığın ideolojik alanı kuşatıp, alternatifsiz tek düşünce olarak sunulduğu koşullarda, zaten geçerli olan kafa karışıklığı daha da büyüdü. Esas itibariyle bir sistem olan kapitalizmle bir düşünce akımı olan liberalizm bir ve aynı şey sayılır hale geldi. Oysa bazı kesişme alanları olmakla birlikte kapitalizm ve liberalizm kavramları aynı içeriğe sahip değildir.

Liberalizm, insanlık tarihinde bir dönüm noktası, müthiş bir entellektüel devrim olan Aydınlık Felsefesinin sonucunda ortaya çıkan bir düşünce akımıydı. Entellektüel bir devrim olan Aydınlık Felsefesi insan özgürlüğünü amaç, aklı da araç sayıyordu. Liberalizm de, esas itibariyle iki bileşenden oluşuyordu: İnsanı merkeze alan, insanın eşit ve özgür olduğunu ilân eden politik felsefe ve mülkiyeti esas alan ekonomik doktrin.

Politik bir felsefe olan liberalizmin ekonomik doktrin olan liberalizme önceliği vardı. Ekonomik liberalizm kapitalizmin bir sistem olarak sahneye çıkıp kendini dayattığı koşullarda formüle edilmişti. Bir politik felsefe olan liberalizmse aydınlıklar [lumières] yüzyılı da denilen XVII yüzyılın hemen sonrasında ortaya çıkmıştı. Ekonomik doktrin olarak liberalizm özel mülkiyeti ‘doğal bir hak’ sayıyordu ve bireylerin kendi çıkarlarını gerçekleştirmeleriyle kollektif çıkara ulaşılacağını öngörüyordu. Başka türlü ifade edersek, teker teker kendi çıkarları peşinde koşan bireylerin, kollektif çıkarı gerçekleştireceği varsayılıyordu. Bu daha sonra görünmez el metaforunda ifadesini bulacak ve zihinlere yerleşip bıktırıcı bir tekerlemeye dönüşecekti. Fakat bir ekonomik doktrin olarak liberalizm aynı zamanda kapitalizme dair bir söylemdi. Buna göre piyasanın işleyişine hiçbir şey engel olmamalı, devlet de oyunun kurallarına riayet edilmesini sağlayacak kadar müdahale etmeli, kurallara uymayanları cezalandırmalıdır.

Büyük Fransız Devrimi’nin üç sloganı: özgürlük, eşitlik, kardeşlik, modernite devriminin ve aydınlanmanın tezahürüydü. Sol hareket de modernitenin ve aydınlanmanın doğal mirasçısı ve devamı olarak sahneye çıkmıştı. Sosyalizm, Fransız Devrim’inin üç sloganında ifadesini bulan amaçların gerçekleşmesi ve insanın her türlü yabancılaşmadan arınarak özgürleşmesi [emansipasyon], kendini bütünüyle gerçekleştirmesi perspektifiydi. Sosyalizm, hem politik felsefe olan, bireysel özürlüğü önemseyen politik liberalizmin mirasçısı, hem de onu eleştirip aşmak zorunda olan bir politik-entellektüel akımdı. Zira, Politik felsefe olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla birlikte, özgürlüğü bir amaç [finalité] olarak görmüyordu... Bir araç olarak görüyordu ve yaklaşım kabaca şöyleydi: eğer insan [birey] kilise [din], gelenek ve hükümdar [prens] üçlüsünün [ Eski Rejimin] tahakkümünden kurtulursa, özgürleşmesinin, kendini gerçekleştirmesinin önü açılacaktır... Politik liberalizm eğer insanın hareketi engellenmez ve akıl galip gelirse, özel girişimin önü açılırsa, adaletin ve genel çıkarın gerçekleşeceğini öngörüyordu.

Oysa, özel mülkiyetin kutsandığı, rekabetin yüceltildiği kapitalizm koşullarında ne insan özgürlüğünün gerçekleşmesi, ne de genel çıkarın tecellisi mümkün olabilirdi ki, işte XIX’uncu yüzyılda sahneye çıkan sosyalist felsefe ve sosyalist hareket, liberalizmin bu vaatlerinin boşa çıktığının anlaşıldığı koşullarda, ona bir tepki olarak doğdu, ayıbı teşhir etti... Bireyin, Eski Rejimin, eski düzenin densin kısıtlarından kurtulması gerekliydi ama yeterli değildi. Ücretli kölelik düzeninden başka bir şey olmayan kapitalizm koşullarında liberalizmin vaat ettiği özgürlüğün gerçekleşmesi mümkün değildi. Kapitalizm, özgürlüğü, eşitliği ve kardeşliği gerçekleştirmeyi hedef alan perspektifin içinin bütünüyle boşaltılması demekti.

Nitekim, özel mülkiyetin ve prodüktivizmin kutsandığı, özgürlüğün girişim [teşebbüs] ‘özgürlüğü’ [sömürme, yağmalama ve talan özgürlüğü], eşitliğin yasalar karşısında ‘biçimsel eşitlik’ sayıldığı, onun dahî bir retorik olmanın ötesine geçemediği koşullarda, kardeşlikten [fraternité] söz etmek abesti [zira, rekabetin ve bireysel egoizmin kutsandığı koşullarda artık dayanışma diye bir şey mümkün değildir]. Her türlü sosyal bağdan kopmuş, her türlü koruma ve sosyal güvenceden yoksun, emeğini satmadığı zaman aç, kaderi sermayenin insafına terkedilmiş, ekonomik planda özerk olmayan, meta denizinde boğulmamak için sürekli debelenen bireyin özgürlüğünden, oradan hareketle de toplumsal refahtan söz edilebilir miydi?

Böylesi bir ortamda tarih sahnesine çıkan, aydınlanmanın ve modernitenın mirasçısı ve devamı olan sosyalist eleştiri ve sosyalist hareket bir tür ikinci düşünsel-entellektüel devrimdi. Aydınlanmanın vaatlerini ve Büyük Fransız Devrim’inin üç sloganının da [libérte, égalité, fraternité] somutlananı nihai hedefe taşımayı vaat ediyordu. Sorun bireyi özgürleştirerek [ o sayede] ‘iyi toplumu’ yaratmak değil, tam tersine, bireylerin özgürlüğünü ayağı yere sağlam basan dayanışmacı bir toplumsal düzen kurarak tesis etmekti... Velhasıl sosyalizm politik felsefe olan liberalizmin içeriğinin ters-yüz edilmesiydi. Başka türlü ifade etmek istersek, sosyalizm, bir bireysel özgürleşme [emansipasyon] felsefesiydi ama bunu bireyi yalnızlaştıran liberal felsefenin aksine, toplumsal dayanışmayı, toplumsal bağları güçlendirerek gerçekleştirmeyi vaat ediyordu...

O halde kritik sorun ne idi? Sol bireysel özgürlükle ilgili nasıl bir tutum benimsemeliydi? Sol ekonomik liberalizme karşı çıktığı gibi politik liberalizme de karşı çıkmalı mıydı? Eğer bizdeki özgürlüğün karşılığı libérté ise, sol anti-libéral olamazdı ama bu onun asla liberal olduğu, liberalizmle uzlaştığı anlamına gelmezdi. Tarihsel sol sözünü ettiğimiz ince çizgi üzerinde yürüyemedi ve liberalizme karşı çıkarken özgürlüğü [libérté] önemsemedi. Bireysel özgürlüğün önemini kavramakta sınıfta kaldı. Öyle ki, solun bu talihsiz tavrı çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmak gibi bir şeydi. Buna başka olumsuzluklar ve yanlışlar da eklenince iflas kaçınılmazdı. Ekonomik liberaller gibi sol da ekonomik büyümeyi [prodüktivizmi] esas aldı ve maddi zenginleşmeyle tüm sorunların çözüleceğine dair burjuva saplantısına ortak oldu... Sosyal sorunların çözümünün maddi zenginlikten geçtiğini ve maddi zenginliğe giden yolun ve araçların değiştirilmesiyle sorunların çözüleceği beklentisi tam bir hata idi... Bu ‘biz yaparsak iyi yaparız’ demekten ibaretti ve sonucun hüsrân olması kaçınılmazdı.

Tarihsel solun bu tür zaaflarının ve yanlışlarının, teorik, ideolojik, pratik ve entellektüel planda azgelişmiş Türkiye toplumunda daha derin olarak yaşanması kaçınılmazdı. Zira, Türkiye’de bir aydınlanma ve modernite devrimi yaşanmamıştı. Eski rejimle ve onun ‘geleneksel’ ideolojisiyle bir hesaplaşma hiçbir zaman söz konusu olmamış, ‘kopuş’ gerçekleşmemişti... Eleştiri bilinci, kültürü ve üslûbu gelişmemişti [bugün de gelişmiş değildir]. Böyle bir durumun, bizzat aydınlanma ve modernite’nin devamı ve mirasçısı olan sosyalist düşüncenin algılanışı ve özümlenişi bakımından sorunlar yaratması kaçınılmazdı.

Türkiye’deki sol hareket, Avrupa solu’nun zaaflarını ve yanlışlarını miras aldığı gibi, yegâne referansı da sosyalizmin teorik ve pratik planda inkârı demek olan Stalinizmdi. Oysa Stalinistse sosyalist değildir denecektir. Sol hareket Sovyetler Birliğinde geçerli olanı tartışmasız sosyalizmin tecellisi saydı. Sovyet devrimine ve devrim sonrasına dair bildiği, Sovyetler Birliğinin oluşturduğu resmi tarih ve resmi ideolojiye dayandı... Devrimi, rejimin kendisiyle özdeş saymak gibi bir aymazlıktan bir türlü yakayı kurtaramadı. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından bile hâlâ orada ‘yaşanın’ sosyalizm olduğuna inananların varlığı ibret verici. Sadece ibret verici de değil aynı zamanda rahatsız edici... Kolayca iki şey birbirine karıştırıldı ve karıştırmak işlerine geliyordu: Birincisi Sovyet Devrimi insanlık tarihinin tartışmasız en önemli olaylarından, şanlı insanlık tarihinin kritik ‘emansipasyon’ aşamalarından biriydi; ikincisi, devrimden kısa bir süre sonra devrim rotadan çıktı ve başlangıçtaki amaca yabancılaştı. İç Savaş’ın sona erdiği 1921 sonunda ortada ne Sovyetler ne de Bolşevik Parti diye reel bir şey kalmıştı. Moshe Lewin’in dediği gibi, “Sovyet devleti sosyalist değildi ama Ekim Devrimi’ni yapanlar sosyalistti.”

Elbette bu, devrimin karşı karşıya geldiği sayısız iç ve dış sorunları ve olumsuzlukları, emperyalist kuşatmayı, vb. hafife almak anlamına gelmezdi ama, bunlar sosyalizmin gerçekleşmeyişinin gerekçesi de olamazdı. Lenin durumun farkındaydı ve yeni bir perspektif önermeye hazırlanırken önce hastalandı sonra da öldü. Yaşasaydı olayların seyrini değiştirebilir miydi? Bu ‘tarihte bireyin rolünü’ angaje eden bir soru ve soruya olumlu cevap vermek pek mümkün değil... O aşamadan sonra Lenin’in rotayı değiştirmesi belki imkânsız değildi ama çok zayıf bir olasılıktı... Retorik sosyalist olsa da realite çok farklıydı ve sosyalizm düşmanı gerici bürokrasi çoktan yerleşmişti... Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Parti artık Bolşevik parti değildi. Stalinist otokrasinin bir iktidar aracına dönüşmüştü. Söylemle gerçek durum arasında büyük bir uçurum vardı. Sovyetler Birliği sosyalist değildi ama Stalinist rejim Sovyetler Birliğini dünya siyasetinin başlıca aktörlerinden biri haline getirmeyi başarmıştı. Bu durum rejimin prestijini artırırken, soldan eleştiri konusu yapılmasını da engellemiş, değilse zorlaştırmıştı... Elbette Sovyet Sisteminin niteliği, neden ve nasıl çöktüğü ciddi bir tarihsel-sosyal-entellektüel eleştiriyi hak ediyor ama rejimin bir otokrasi olduğu ve hiçbir zaman özgürlük diye bir kaygısı olmadığı, özgürlüğün kırıntısına bile yaşama şansı tanımadığı, velhasıl o tarakta bezi olmadığı kesindi...

Oysa özgürlük, demokrasi ve sosyalizm özdeş olmasalar da akraba kavramlardır ve aynı aileye mensupturlar... Özgürlüğün ve demokrasinin olmadığı yerde sosyalizm mümkün değildir. Tabii bunun tersi de aynı derecede doğrudur: sosyalizasyon yoksa özgürlük ve demokrasi kavramlarının içi boştur. Birinin gelişip- serpilmesi diğerinin gelişilip, olgunlaşmasının da koşuludur. Bu temel gerçeğin farkında olmayanların inandırıcı olmaları da, bir şeyleri başarmaları da asla mümkün değildir...

Türkiye’de sol hareketin adına lâyık olabilmesi için iki şey yapması gerekiyor: Birincisi, tarihsel solun ve kendi geçmişinin radikal bir eleştirisini yapmak; ikincisi de realiteyi anlamak üzere içine sürüklendiği atâletten kurtulmak. Toplumsal sorunların bilince çıkarılabilmesi için yeni, farklı, orijinal yöntemler keşfetmek, günlük yaşamın farklı veçhelerini tartışıp-tartıştırmayı başarmak, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki tutarlılık konusunda ikna edici, inandırıcı olmak... Sosyalizm demek aynı zamanda eleştiri demektir ama bizdeki solun o tarakta bezi yok gibi. İktidarı alırlarsa, direksiyona kendileri geçerlerse, sorunun ilelebet çözüleceğini sanıyorlar. Bu yaklaşım sosyalizme özgü bir anlayışı temsil etmez. Son tahlilde bu, biz de aslında aynı zemin üzerindeyiz demeye gelir... Eğer ‘reel sosyalizmler’ de denilen tarihsel deneyleri eleştirel bir tarzda değerlendirebilselerdi, aracın direksiyonuna kendileri geçtiğinde hedefe ulaşılacağını düşünmezlerdi. Dünyayı anlamadan onu değiştirmek mümkün değildir ve dünyayı anlamanın yolu radikal eleştiriden geçiyor.

Solun kitlelerin gözünde bir çekim merkezi olamamasının asıl nedeni yeteri kadar radikal olamamakla, farklı olduğuna kitleleri ikna edememekle ilgili. Kaldı ki, bizdeki sol hareket radikallikten başka şeyi anlıyor. Onlara göre radikal olmak, iktidarı silahlı mücadeleyle [zorla] ele geçirmek üzere gizli örgüt kurmaktan ibaret... Zaten bu yüzden de sadece iktidarı hedef alıyor ve gözü başka bir şey görmüyor. Elbette iktidar el değiştirmeden süreci farklı yöne çevirmek mümkün değildir ama bu kafayla iktidarı almak dahi mümkün değildir.

Sol retorik bir yana bırakılırsa, sol örgütlerin iç işleyişi burjuva örgütlerdekinden farksız. Kendi içinde demokrasiyi, gayri hiyerarşik, eşitlikçi ilişkileri bir yaşam tarzına dönüştürememiş, eleştirel bilinci gelişmemiş, daha da ötede eleştiriyi yasaklayan örgütlerin farklı bir şeyin taşıyıcısı olmaları mümkün değildir. İstedikleri kadar sosyalizme, komünizme, sınıfsız topluma gönderme yapsınlar, bu tür bürokratik yapıların kendi kendilerini yeniden üretmeleri bile problemlidir. Kaldı ki, bürokrasinin olduğu yerde bırakın canlı, verimli, ufuk açıcı tartışmayı, canlı hiçbir şeyin yaşaması mümkün değildir. Bürokrasi demek statüko ve statükonun korunması demektir... Bir zamanlar solcu olduğunu sanan/sanılanların şimdilerde ‘ulusalcılığa’ iltica etmesi, bürokratik yapıların nereye varacağının ibret verici bir göstergesidir...

İnsanlık içine sürüklendiği kepazeliğe razı olmayacak, olmaması gerekiyor... Kepazelikten kurtulmanın yolu da radikal eleştiriden geçiyor... Öyleyse insanlığın kurtuluşu onun eleştiri ve örgütlenme yeteneğine ve kapasitesine indirgenmiş demektir...
· http://www.blogger.com/post-create.g?blogID=1935816321865746818#_ednref1

10 Mayıs 2009

Felsefeciler Hangi Tanrı'nın Varlığını Kanıtla(ma)yacak?

Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?

Atalay GİRGİN*

“Zıddı söylenemeyecek hiçbir şey yoktur.”1

Milli Eğitim Bakanlığı, felsefe derslerine ilişkin, ‘taslak’ olduğu söylenen bir çalışma yaptırdı. Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı aracılığıyla ve Orta Öğretim Genel Müdürlüğü’nce görevlendirilen bir “Özel İhtisas Komisyonu”nun hazırladığı bu çalışmanın adı, “Orta Öğretim Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu”.

Felsefe dersinin ünite ünite nasıl işleneceğine, hangi konuda hangi etkinliğin yapılacağına ilişkin bilgilerin yer aldığı bu çalışmayla, felsefe öğretmenlerine ‘kılavuz’ olmak da amaçlanıyor. Önümüzdeki eğitim-öğretim döneminden itibaren uygulamaya konulması düşünülen bu program, olumluluklarının yanı sıra olumsuzluklar da içeriyor.

Özellikle bu yazıya konu olan ve “Din Felsefesi” ünitesine ilişkin ‘kılavuzluk’ girişimi bu olumsuzluklardan biri. Söz konusu “Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu”nun 80. sayfasında yer alan, “Tanrı var ki…” başlıklı bölümü okuyup da “Kılavuzu karga olanın …” sözünü anımsamamak elde değil. Çünkü bu bir değil, birçok açıdan problemli.

Öncelikle felsefenin neliği açısından doğru ya da uygun bir yaklaşım değil bu. Çünkü neliği açısından felsefe, akla dayalı bir biçimde, konusunu bütünsel olarak ele alma iddiasını taşıyan, kavrayıp anlamlandıran ve ona eleştirel bir biçimde yaklaşıp soran, sorgulayan tutarlı bir düşünme etkinliğidir. Oysa “Tanrı var” hükmünün peşinen kabulüne dayanan söz konusu ‘kılavuz’, daha baştan bu neliğin temel unsurlarının üstünü çizmeye yönelmektedir.

Öte yandan, felsefe öğretmenine, el çabukluğu marifet türünden bir ‘cinlik’le, “Tanrı var” dedirterek ve onun varlığını kanıtlamaya yönelterek, “Din Felsefesi”nin neliğine de aykırı davranılmaktadır. Din felsefesi, mevcut programa göre, bütün dinler ve hatta ateizm karşısında, dolayısıyla onların Tanrı / Allah anlayışları karşısında “eşit” mesafede durur. Hiç birinin yanında ya da karşısında olmadığı gibi, insanların inançlarını zayıflatmak ya da güçlendirmek gibi bir yaklaşıma da sahip değildir.

Neliği olup gerçekliği olmayan kavram : Tanrı / Allah

03 Nisan 2009

İdeolojiler Ormanından Kaçış Yok

İdeolojiler Ormanından Kaçış Yok

Atalay GİRGİN*

Her gerçek varlık hareket eder, değişir, çözülür, çürür. Bu süreç, herhangi bir varlığın kendi içselliğine, kendi varoluşuna bağlı olarak gerçekleşebileceği gibi, dışsal etkenlere bağlı olarak da gerçekleşebilir. Dışsal etkenler bu sürecin hızlanmasını da yavaşlamasını da sağlayabilir. Böylece herhangi bir var olanın değişimini, çözülüşünü ve çürümesini hızlandırmak da, daha erken müdahale ederek, özel koruma tedbirleri alarak bu süreci olabildiğince yavaşlatıp, ömrünü uzatmak da mümkündür. Bu söylenenler, öncelikle, insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan her gerçek varlık için geçerlidir. Dolayısıyla, dil ve dilin tüm kavramları da dahildir buna...

Kavramları, neliği ve gerçekliğinden bağımsız olarak, canınız istediğinde ve canınızın istediği her yerde kullanmaya başladığınızda, o her seferinde etkisini biraz daha yitirir. Hiper enflasyon koşullarında, nasıl ki “paranın değerinin pul olması”ndan söz ediliyorsa, kavramların böylesi bir kullanımında da, onların anlamı ve etkisi değerini koruyamaz, her geçen gün “şey”leşir.

Derdinizi, meramınızı, düşüncelerinizi anlatacağınız, temel öneme haiz saydığınız kavramları “şey”leştirdikçe, aslında kendinizi de “şey”leştirirsiniz, farkına bile varamadan... “Ağyarını mani, etrafını cami” kılamadığınız her “şey” gelir sizi vurur. Bundan dolayı kavramları hem neliği ve gerçekliğine uygun hem de yerinde ve zamanında kullanmak gerek. Ve asla “şey”leştirmeden... Çünkü onlar birer sakız değildir, canınızın istediğinde ve canınızın istediği yerde çiğneyebileceğiniz.

Açık Bir İdeoloji...

İşte günümüz koşullarında da böylesi bir kullanımdan muzdarip olan ve eğitimle, üniversite ve akademilerle bağlantılı birkaç kavram: Bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü... Bunların yanında “akademik özgürlük” sözünü de anımsamak gerek...

Bu sözler bazen bir talep gibi yansır; egemen olandan, iktidardan istenen. Bazen ise olması gerekenlerin bildirimi, yani bir yoksunluk halinin ifadesi olarak... Hangi biçimde yansımış ya da yansıtılmış olursa olsun, bu en azından iki boyutlu bir yanılsama halidir.

Bir boyutuyla, bilimin neliği ve gerçekliğini dikkate almayan, kavramayan, bilim ile bilimcilik’i ayıramayan bir bilinç yanılsaması hali... Ki bu, bilimi olduğundan daha farklı bir şey olarak görmenin ya da onu olduğundan daha yüksek, daha yüce bir etkinlik sanmanın da dışavurumudur. Diğer boyutuyla ise, neliği ve gerçekliği, varlığı ve yokluğu bir yana, özgürlüğü bir devletin, bir iktidarın, en genel haliyle ise bir egemenin gözetimi ve denetimi altında düşünme yanılsamasıdır. Bu bir efendili özgürlüktür. Efendili özgürlük tasarımı ya da düşüncesi ise, farkında olunsun ya da olunmasın bir ayrıcalık isteme halidir; kendini ayrıcalıksız, imtiyazsız var edemeyeceğini düşünen sakatlanmış bir bilinç hali... Efendisizlik ölümden beterdir bunlar için... İllahi kendilerini bir efendinin hizmetine koşmaları ya da bir efendiye ‘pazarlamaları’ gerekir, kendileriyle barışık ve mutlu olabilmeleri için... Ardı sıra efendinin lütfuna, takdirine mazhar oldukça da bir ‘bilim insanı’ olarak, bilimsel faaliyetlerinde ne kadar ‘özgür’ olduklarını keşfediveririrler.

Oysa bilim ve bilim faaliyeti ‘özgür’lüğü dışlar. Çünkü bilim bir ideolojidir; açık bir ideoloji... Bir ideoloji olarak bilimi, diğer ideolojilerden ayıran en temel özelliği, işte bu açıklığı ve aynı zamanda da yöntemselliğidir. Bu iki özelliğe sahip oluş, bilimin ortaya koyduğu bilgiye, yanlışlanıncaya dek doğruluk değeri ve evrensellik niteliği kazandırır. Bu, göreliliği yadsımayan, uzun ya da kısa bir süre varlığını, geçerliliğini koruyacak bir kesinlik durumudur. Ne var ki bu, bilinçli ya da bilinçsizce, amaçlı ya da amaçsızca sık sık unutulur. Bunun bir biçimde unutulduğu, anımsanmak istenmediği ya da kelimelerin gerçek anlamında bilimin neliği ve gerçekliğinin kavranmadığı yerde ise, bir sakız gibi, ‘bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü’ sözleri çiğnenmeye başlar.

Bu sözler, özellikle de üniversite eğitim-öğretimine bulaşan ya da bir biçimde bunun içinde, kenarında yer alan insanların, bulundukları yere, konuma; nereye, neden, nasıl ve niçin baktıklarına ve dahası açık ya da örtük kabullerine bağlı bir biçimde sık sık; ya da maruz kaldıkları uygulamalara istinaden dönem dönem yineledikleri sözlerdir. Bu yineleyicileri, en genel haliyle üç gruba ayırabiliriz şimdilik. Bunlardan bazıları bu sözleri, onların neliğini ve gerçekliğini düşünmeksizin, her koşulda tekrarlar durur. Bazıları ise ihtiyaçlarına denk düştüğü, kendince bir açmazla, bir engelle karşılaştığı durumlarda anımsar; sihirli bir maymuncuk ya da bir can simidi misali... Bazıları da çalıştıkları bilim alanında kendi bireysel ya da grupsal kabullerini ve yöntemlerini, geçerli ve “doğru” olarak kabul edilen ön kabullerin ve yöntemlerin yerine geçiremedikleri ve aynı zamanda da ötekilerin kabulü kılamadıkları durumlarda başvururlar aynı sözlere. Yaşamın her alanında, değişimin kendisinden daha zordur, değiştirmek... Ve hele bu bilim olduğunda, bir yandan daha da “ince elemenin sık dokumanın” gerekliliğine inanılır; diğer yandan da o alanda geçerli ve “doğru” kabul edilen kabuller ve egemen olan anlayış doğrultusunda işlerini yürütmeye alışmış olanların, alışkanlıklarını ve bilinçli ya da bilinçsizce değer kıldıklarını değiştirmeye karşı dirençleri ekleniverir buna... Yaşadıkları zaman diliminde sesleri en az duyulan ya da hiç duyulmayan kesimi oluşturur bunlar...

Birinciler, bazen “saf”lık derecesinde bir aymazlıkla, bazen ise “şeytana pabucunu ters” giydirecek bir hinlik ve kurnazlıkla ya da alemi aptal kendilerini akıllı sanan bir akl-ı evvellikle var olan gerçekliğin karşısında, gözlerini kapatarak değilse de, bilinçlerini kapatarak, bir “akıl tutulması” haliyle yer alırlar. Gözlerinin açıklığı, gördüklerini kavramaya, anlamaya, anlamlandırmaya da yetmez. Buna niyetleri de yoktur onların. Gözleri kendi gözleri de değildir zaten... Bunların büyük bir çoğunluğu için bilimin, bilimsel faaliyetin “ne olduğu” bile meçhuldür. Gerçekliğe dogmatik bir inançla bakıp, ona kendi önermelerini giydirmeye ya da onu kendi önermelerine uydurmaya çalışırlar. Bilimsel faaliyet sonucunda ortaya konan bilgiyle, kendi önermelerinin bazıları çakıştığında kendileri bir anda “bilimsel” sıfatını kazanıverir ve sevinirler**. Aslında, bilinçli ya da bilinçsizce istedikleri, kendi söylemlerini bilim kılmaktır. Bir başka deyişle, bilimin ve bilimsel faaliyetin kendilerini onaylayan bir “noter”e ve ardı sıra da kendilerini iktidara taşıyıcı bir manivelaya dönüşmesidir. Çünkü iktidar olmak isteyen, ama daha iktidara ulaşamamış olan, kaçınılmazdır ki “bilimsel araştırma”nın “iktidar üretici bir santral”1 oluşuyla yetinemez; nedeni bellidir bunun, o, iktidarda olanın iktidarını üretir. Dolayısıyla, kendilerini iktidara taşımayan, kendilerinin iktidarını üretmeyen bilimin de, bilim insanının ve bilim faaliyetinin de, zaten olmayan özgürlüğü yok oluverir. Bilim özgür olur mu? Bilimin ortaya koyduğu bilgi, özgürlüğün damgasını mı taşır? Bilimsel faaliyet bir özgürlük faaliyeti midir? Bir bilim faaliyeti yürüten bilim insanı, malzemesi karşısında özgür müdür? Kabulleri ve malzemesi karşısında özgür olamayan bir bilim insanının özgürlüğünden söz edilebilir mi? Daha temelde ise, “Bilim nedir? Özgürlük nedir? Özgürlük var mıdır?” v.b gibi soruları ne sormanın ne de bunların neliği ve gerçekliğini düşünmenin gereği vardır bu durumdakiler için... Bunların ağızlarından düşürmedikleri sözlere bakan da bilim aşkıyla yanıp tutuştuklarını sanır. Aslında tüm meseleleri, bir yanıyla efendi olma ya da kendilerine ayrıcalık tanıyacak bir efendiyle vuslattır; diğer yanıyla ise, bilimi ve bilimsel faaliyeti kendilerinin, tasdikçisi kılmaktır. Efendilerden kurtulma ya da efendisizlik değildir dertleri...

İkinciler ise, olabildiğince pragmatist ve olabildiğince çifte standartlıdır ‘bilimin, bilim insanının ve bilim faaliyetinin ‘özgürlük’ünü telaffuz ederken. Bu nitelikleriyle, farklı bir düzlemde, geçici de olsa birincilerle dönem dönem kesişirler. Çünkü bunların, genel bir iktidar sorunu yoktur ve aynı zamanda şu ya da bu ölçüde bilimin neliği ve gerçekliğini bilirler. Bundan dolayı sorunları, kaygıları, mevcut bilim faaliyetinin ve akademik işleyişin yapılanmasında, hiyerarşik organizasyonunda işgal ettikleri yer ya da bir biçimde düştükleri, düşürüldükleri konumdur. Bu yapılanma içerisindeki yerlerinden ya da düşürüldükleri konumdan memnuniyetsizliklerini, ‘özgürlük’ sözcüğünü başına ya da sonuna ekledikleri sözlerle dışavururlar. Ta ki, mevcut yapılanmanın, kendilerince uygun olduğunu düşündükleri basamaklarında yer buluncaya dek... Bu uygun gördükleri yerlerde kendileri konumlanmaya başladığı andan itibaren de, bir sihirli değnek değmişçesine, sözüm ona ‘özgürlük’ arz-ı endam eyleyiverir her yanda... Ve bu kez de aynı sakız, mevcut konumlarını yitiren, yani koltuklarından olanların ağızlarında peydahlanır. Bir fasit daire ki içerisine düşmeye gör... Bu grupta yer alanların öne sürdükleri, dile getirdikleri gerekçeleri ne denli farklılıklar içerirse içersin sonuçta asıl sorun, iktidarın akademisinde akademinin iktidarında işgal edilen ya da kendilerine lütfedilen yerde, sağlanan ya da sağlanmayan olanaklarda düğümlenir.

Üçüncüler ise, ilk iki gruba göre sayıları daima en az olanlardır. Ve aynı zamanda, kaygıları ve sorunları da diğerlerinden daha farklıdır; dahası, felsefi anlamda olsa da olmasa da idealisttirler. Eğer bilimde ve bilimsel faaliyette özgürlük olabilseydi, ‘bilimin, bilim insanının ve bilim faaliyetinin özgürlüğü’ sözleri asıl bunlara yakışırdı. Ne var ki, bilim ve bilimsel faaliyet, özgürlük bir yana, demokrasiyi bile içermez. Ancak bunu bilimin eleştiriye açık oluşuyla, eleştirelliğe kapalı olmamasıyla karıştırmamak gerekir. Çünkü eleştiriye açık olmak, işlerin demokrasiyle ve oy çokluğuna ya da azlığına dayalı olarak yürümesini gerektirmez. Demokrasi, farklı kabullere sahip düşüncelerin ve bu düşünceleri savunan insanların aynı zaman ve mekân koşullarında, kabullerinin farklılığıyla bir arada yaşamaları ve düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş etkinliklerini sürdürebilmeleri esasına dayanır. Bilim ise aynı anda farklı kabullere farklı yöntemlere dayalı bir etkinlik olarak gerçekleştirilmez. Hangi bilim alanında olursa olsun, o alandaki bilim faaliyeti, “doğru”luğu ve geçerliliği veri olan kabullere ve yöntemlere göre gerçekleştirilir. Bu kabulleri ve yöntemleri, eleştirebilir, sorgulayabilirsiniz. Buna ilişkin düşüncelerinizi ifade edebilirsiniz. Ancak bunları değiştiremediğiniz sürece, ileri sürdüğünüz kabuller ve yöntemler de en azından onlarla yan yana varlığını sürdürebilecek güç ve etkililikte olmadığı sürece, hükmü meri olan kabuller ve yöntemlerle çalışmaları sürdürmek zorundasınızdır. Ki bu grupta yer alan ve sayıları her dönemde de en az olanlar, işte bu konumdadır. Ve bunlar, doğruluğundan kuşku duymadıkları kendi kabulleri ve yöntemleri ile hükmü meri olan ama değiştirilmesi gerektiğini düşündükleri kabul ve yöntemler arasında sıkışırlar. Trajik bir durumdur bu... Ve eğer “özgürlük” bunların ağzından çıkarsa, bilinmelidir ki, ancak ve ancak neliğini ve gerçekliğini düşünmedikleri, canhıraş bir sözcük olarak dökülür yalnızca... Daha ötesi değil.

İdeolojiler içinden iki ideoloji : Bilim ve bilimcilik

Bilim, ideolojiler üstü bir ideolojidir. Ancak o, istisnai anlar dışında, tarihin neredeyse her döneminde, egemen olan ideolojilerin, siyasal iktidarların ya da iktidar olmayı isteyen farklı odakların denetiminde ve hizmetinde kalmaktan da kurtulamamıştır. Bunun en genelde iki önemli nedeni vardır : Birincisi, zamanın ve mekânın belirli bir yerinde ve anında, içerisinde doğup büyüdüğü koşullardaki egemen değerlerin, inançların, yaşanan bireysel ve toplumsal çatışma ve çekişmelerin etkisi, kuşatması altında bilim faaliyetini yürüten ve “şu” diye gösterilebilen gerçek insanların iktidarda olanlarla, iktidarda olanların da onlarla kurdukları ilişki biçimidir ki bu ilişkilerin seyri, her zaman bilim insanlarının tutumlarına göre gelişmiştir. İkincisi ise, neredeyse düşünsel bilimler (matematik, geometri, mantık) dışında kalan tüm bilim alanlarındaki faaliyetlerin, araştırmaların ise şu ya da bu oranda ekonomik ve toplumsal destek anlamında bir hamiyi gerektirmesidir. Bunun yanı sıra, kendinde bir şey olarak bilimin, tek tek ve dönem dönem kimi bilim insanlarının kişisel hırsları dışında, ekonomik, sosyal, siyasal bir iktidar mücadelesi içerisinde olmayışı da bunlara eklenebilir.

Bilimi, ideolojiler üstü kılan ve onu diğerlerinden ayıran belli başlı özelliği kabullerinin ve yöntemlerinin açıklığıdır. Bu özellik, bilim dışında kalan hiçbir ideolojinin sahip olmadığı bir özelliktir. Bilim, varlığı kendi konu alanıyla sınırlı bir biçimde ele alıp, “neden” ve “nasıl” sorularının yanıtını ararken, bu soruların yanıtlarını, en azından o alanda faaliyet gösteren insanlar için açık seçik olduğu bilinen, geçerliliği ve dolayısıyla “doğru”luğu veri olan kabuller ve yöntemlerle ortaya koyar. Ki bu, hangi alanda olursa olsun bir bilimin ortaya koyduğu bilginin, başka insanlarca da doğrulamak ya da yanlışlamak için, sınanabilir olmasının gereğidir. Bir ideoloji olarak bilimi ve onun ortaya koyduğu bilgiyi evrensel kılan da, bilimin dışında kalan ve dinler dahil tüm ideolojilerce ileri sürülen bilgileri evrensellik iddiasından öteye geçirmeyen de bunlardır. Çünkü diğer ideolojilerin ne kabulleri açık seçiktir ne ileri sürdükleri bilgiyi elde etme yöntemleri bilinir ne de bu bilgilerin doğruluğu ya da yanlışlığı, zamanın ve mekânın şimdisinde sınanabilir. Doğruluğuna ya da yanlışlığına, yalnızca inanılabilir. Hatta bunların dayandıklarını ileri sürdükleri, bilgilerinin kaynağı olarak telaffuz ettikleri nesnelerin varlığı bile tartışmalıdır. İnanırsan vardır, inanmazsan yoktur.

Ancak şunu da belirtmek gerek: Bilim dışındaki ideolojilerin, kabulleri ve bilgiyi elde etme yöntemleri açık seçik bir bilinebilirliğe sahip olmasa da, bu durum onların, bilgilerini yöntemli bir biçimde ve mantıksal tutarlılık temelinde ifade etmelerine engel değildir. İfade edişteki yöntemlilik ve mantıksal tutarlılık ise ne bilginin elde edilişindeki kabullerin açık-seçikliğinin ve geçerliliğinin ne de yöntemin ve nesnesinin bilinebilirliğinin ifadesidir. Öte yandan bilim dışındaki ideolojilerden, evrensellik iddiasına ve/veya bütüncüllük niteliğine haiz hiçbiri temel kabullerinin eleştirilmesine ve değiştirilmesine açık değildir. Çünkü bir ideolojinin temel kabullerinden birini bile değiştirdiğinizde, artık o başka ve yeni bir ideoloji haline gelir. Özellikle bütüncül ideolojilerde bunu yapabilmek hiç de kolay değildir. Değiştirmek isteyenler, istisnai konumda bulunan istisnai kişiler dışında, genellikle bir safra gibi dışarı atılır; aforoz ya da katledilerek... Ölü ya da diri, genellikle ‘çember’in dışında bırakılır böyleleri...

Bu noktada genel olarak ideoloji, birey olarak insanın ya da insanların yaşadıkları zamanın ve mekânın koşullarında, kendileri dahil olmak üzere insanı, toplumu, dünyayı, evreni, insanla anlamlanan ve insanla anlamlandırılan herşeyi, açık seçik ya da flu, akla uygun ya da akla aykırı, ama her daim “doğru” saydıkları ya da doğruluğunu yanlışlığını düşünmedikleri kabullerle, düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş boyutunda, yaşamlarına ve yaşantılarına anlam ve biçim verdikleri, “yeniden” anlama, anlamlandırma, kavrama ve açıklama etkinliğidir. Kabulleri olmayan ideoloji yoktur. Kabuller temelinde gerçekleşen her düşünüş, söyleyiş ve eyleyiş, dahası bu temelde ortaya konulan her bilgi, her etkinlik, ister yaşamsal olsun isterse düşünsel; ister bireysel olsun isterse grupsal; ister düne ait olsun, isterse şimdiye ve geleceğe, her daim ideolojiktir. Bu anlamda, bilim dahil olmak üzere, felsefe, sanat, din, ahlak, siyaset, dünya görüşü, bilimcilik v.b türünden her insan etkinliği, kendi içerisinde birbirinden farklı ve/veya birbirine karşıt akımları/ideolojileri barındıran, birer ideolojidir. İnsan yavrusu, her daim tarihsel ve güncel anlamda kendisinden öncekilerce nesnelleştirilmiş, tasarımlanmış bir toplumsal ortama ve o ortamdaki ideolojiler ormanına doğan bir varlıktır. Bu hakikât, bilim insanlarından, sanatçılara, din işgüderlerine; felsefecilerden toplum mühendislerine dek her insanı kuşatır.

Ancak bu genel ideolojileri birbirinden ayıran temel ölçütler kabullerinin nelikleri ve gerçekliklerinin, yöntemlerinin bilinip bilinemezliğinin yanı sıra bu kabullere atfedilen niteliklerdir de. Keza kendi alanlarında bilgi elde etme, bilgiyi ortaya koyma yöntemleri kadar, bu bilginin doğruluğunun ya da yanlışlığının sınanabilirliği, eleştiriye açık olup olmayışları; özelde kendi nesnelerine, genelde varlığa ilişkin değerlilik ya da değersizlik ayrımı ve hiyerarşik sıralama yapışları; varlığın ileri sürdükleri bilgisine dair tekillik, tikellik, tümellik ve evrensellik, dahası kesinlik ve mutlak ya da görelilik iddiaları başta olmak üzere, bir dizi farklı ayrım noktaları da ifade edilebilir.

Buradan hareketle bilim, kendi konu alanıyla sınırlı bir biçimde, o alandaki varlığı, nesneyi, ele aldığı malzemeyi , geçerli ve dolayısıyla “doğru” addedilen, bilinen, açık seçik kabuller ve yöntemlerle, anlama, anlamlandırma, kavrama ve onun bilgisini, “neden”i ve “nasıl”ıyla, akla dayalı olarak, sistemli ve mantıksal bir tutarlılıkla, sınanabilir düzeyde ortaya koyma etkinliğidir. Bu etkinlik süreci içine giren her insan, yani her bilim insanı, o alandaki etik değerler bir yana, öncelikle ve esas olarak, kabullerin, yöntemin ve malzemenin tutsağıdır. Kendisinden önce belirlenmiştir kabuller ve yöntem... Keza varlık alanı da... O en iyi ihtimalle, varlık alanı içinde kalan malzemelerden birini seçmek ya da o alanda yeni bir malzemeyi, nesneyi inceleme konusu yapmakta özerktir yalnızca... Bu özerkliği bile malzemeyi, nesneyi incelemeye başladığında, hatta bulduğunda biter. Çünkü, veri olan kabulleri ve yöntemi değiştiremediğiniz sürece bilime götüren yegâne yol, malzeme karşısındaki tutsaklığınızdır2. Ki kabulleri ve yöntemi değiştirdiğiniz sürece gerçekliği, anlama, anlamlandırma, kavrama ve açıklama biçiminiz de değişir. Hatta ortaya koyduğunuz gerçekliğe dair bilgi bile... Bu bilginin koşulladığı değerler ve bu değerlere bağlı eyleyiş bile değişir. Acaba anlamı ve değeri değişmeyen ne kalır bu durumda; düne, bugüne ve geleceğe dair... Dolayısıyla bilim ve bilim faaliyeti bir özgürlük değil, bir özgürlüksüzlük faaliyetidir. Kaçınılmazdır ki, bu faaliyetin içerisinde yer alan bilim insanı için de geçerlidir aynı durum.

Öte yandan “bilimcilik”çiler için geçerli değildir bu. Çünkü onların ileri sürdükleri bilgiler “bilim bilgisi” niteliği taşımaz. Ama onlar dile getirdikleri, ifade ettikleri bilgilerin “bilimsel” ve dolayısıyla “doğru” olduğunda, “evrensel” geçerliliğe haiz kabul edilmesi gerektiğinde ısrarcıdırlar ve kendileri gibi düşünmeyenleri de “bilim dışı” ilan ediverirler. Çünkü bir tek kavram altında nitelenmiş olsa da bir tek “bilimcilik” yoktur. Bilimcilikler çoktur. Ancak hiçbir bilimcilik bilim değildir. Bundan dolayı, her bilimcilik, kendi dışında kalan bilimcilikleri, şu ya da bu oranda, bilim dışı olarak görür.

Bilimcilikleri karakterize eden temel özelliklerin başında, bilimin ortaya koyduğu verileri ve bilgileri, açık ya da örtük bir biçimde kendi siyasal, dinsel, etnik, sınıfsal temelli ideolojik kabullerine ya da dönemsel, güncel çıkarlarına göre yorumlama, değerlendirme ya da bunların referansı kılma gelir. Ki “bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü” sözlerinin yanı sıra, ister akademi çatısı altında olsunlar isterse dışında, “bilimsel özgürlük” ve “akademik özgürlük” sözlerini de en fazla telaffuz edenler bunlardır. Çünkü bunlar ister iktidarda olsunlar isterse muhalefette, bilim faaliyeti yürüterek bilgi ortaya koymaz. İstedikleri yegâne şey, aslında, kendi siyasal, dinsel, etnik ya da sınıfsal temelli ideolojik seçimlerini “bilimsel” sıfatı kazandırabilecek yorumlar yapabilme ve bunları da “bilim bilgisi” diye sunabilme hakkıdır. Ki bu “hak istemi” daha çok ikinciler için geçerlidir; iktidarda olanlar zaten kullanmaktadırlar akademilerdeki ya da dışarıdaki siyasal ve ideolojik temsilcileri ya da farklı kurum ve kuruluşlarıyla.

Üniversite ve akademilerdeki iktidar ya da koltuk kapma kavgalarının ve dalaverelerinin ardında da, bundan dolayı bilim kaygısı değil bilimciliklerin egemen olma kaygısı vardır. Çünkü üniversiteler ve akademilerde sanıldığının aksine, genel olarak bilim faaliyeti yapılmaz. Buralarda azca bilim çokça bilimcilik yapılır.

Başka ne yapılacaktı ki? Her akademisyenin bilim insanı olmadığı, her bilim insanının da akademisyen olarak akademilerde varolmadığı bir yerde, üretilen ya da üretilmek istenen ve “bilimsel” sıfatı ekleniveren bilgiler bilim etkinliğine dayalı olacak değildi ya... Sonuçta üretilenler, daha doğrusu çoğunluğu aktarmacılığa, birazı şerhe ve şerhe şerh3 yapmaya dayanan, “bilimsel” denilen bir formellik ve teorize edilmiş bir söylem biçimiyle yazılan “bilimsel” sıfatı addedilmiş makalelerden ibarettir. Arada “özgün” sıfatını hak eden çalışmalar da çıkar elbette... Ama bunlar “devede kulak” misalidir. Bundan dolayıdır ki, Carl Sagan’ın, “Karanlık bir dünyada bilimin mum ışığı”4ndan söz edişinde bilimciliklerin yaydığı bilgilerin payı göz ardı edilemez.

O halde bilimden çok bilimcilik yapılan günümüz üniversite ve akademilerinin asli işlevi nedir? Buralarda asli olarak yapılan nedir? “Üniversitelerde bilim üretildiği iddiası bir safsatadan ibarettir” diyen Fikret Başkaya, yukarıdaki soruya ilişkin de “Gerçek dünyada var olan üniversitelerin misyonu sömürü düzenini meşrulaştırmak, kapitalist sınıfın ihtiyacı olan ‘yetişkin işgücünü’ eğitmek ve devlet bürokrasisinin ( baskı ayağı densin) ihtiyacı olan memur taifesini ‘yetiştirmektir’”5 yanıtını verir.

Kimileri de, eski zamanlardaki kervanlarla bağlantı kurarak, nüktedanca bir eğretilemeyle “tabir-i caizse deve yağlayıcılığı” dan söz eder... Egemen olanın yoldaki kervanında yük taşıyan ya da taşımaya hazırlanan develerinin yeniden ya da ilk kez yola çıkmaya hazırlanması için... Ancak sadece deve yağlayıcılığının artık itibar sağlamaz hale geldiği yerlerde ve dönemlerde ise, develer için yiyecek yem üretmek de ekleniverir buna... Deve yağlayıcıları arasında bir yarış peydahlanıverir. Neylersiniz ki, kervancıbaşının gözüne girmek gerek...

Üniversite ve akademilerde de, iktidarın ya da kimi güçlü ve farklı iktidar odaklarının ya da birilerinin nacizane lütfuna mazhar olan “hamil-i kart yakınımdır”ların rüzgarıyla, genel olarak bilimcilik bayrağı dalgalanır. Ve bir yarıştır başlayıverir...

İşte o zaman, adlarından ve kendilerinden daha önemli ve büyük saydıkları akademik ünvanların ardından, yazılı ya da sözlü olarak, daha bir istekle vaaz etmeye, oradan buradan yaptıkları aktarmalarla, formellik standartına uygun “yem”, pardon ‘bilimsel’ sıfatı verilmiş makaleler üretmeye başlar, bu ünvanları taşıyanların büyük bir çoğunluğu... Ve bir bakmışsınız ki hepsi ‘bilim insanı’... Standarta uygun üretim yapamayanlara kalan ise, varsa yoksa, çaresizce “özgürlük” istemine sarılmaktır. Karikatürize edilmiş olsa da, istisnaları bir yana, “bilimin, bilim insanının, bilim faaliyetinin özgürlüğü” söyleminin hali pür meali kısaca budur. Gerisi ise, laf-ı güzâftır...

Son söz : Elbette biliniyor ki, bu konu, yani bilim, bilimcilik, ideoloji ve yanlarına ekleniveren özgürlük kavramı çok mürekkep tüketir. Birileri yukarıda yazılan önerme ve belirlemeleri, harem-i ismetlerine bir saldırı sayarken, başka birileri de bilimin ideoloji olmadığını düşünebilir ya da buna inanabilir. Birileri adlarından daha büyük akademik sıfatlara bakarak kendilerini bilim insanı sayıp, o ünvanın ardından ahkam da kesebilir. Ancak insanın hem bireysel yaşamı ve yaşantılarını, hem doğal ve toplumsal gerçekliği kabullerle anlamaya, kavramaya, anlamlandırıp anlatmaya çalıştığı hakikâtini değiştirmez bu... Dahası, kimi biyolojik etkinlikleri dışında, tüm insan etkinliklerinin kabullere dayalı gerçekleştirildiği hakikâtini de... Her kabuller demeti ise, ister sistematik bir tutarlığa dayalı olsun, isterse eklektik bir yapıya sahip olsun, her daim birer ideolojidir. Ve insan için ideolojiler ormanında ömrünü tamamlamaktan öte bir yol yoktur. ‘Sakız’lar ise çürümediği sürece bunun tadıdır; çürüdüğü ve çürümüşlüğü farkedildiği sürece ise tatsızlığı... Elbette tat alma duyumunu ve algısını yitirmemiş olanlar için...


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
** Örneğin, evrenin dününden bugününe ve yarına; olmuşundan olanına ve olacağına dek her şeyi kutsal kitapları aracılığıyla bildikleri iddiasında olan, herşeyin bilgisinin kutsal kitaplarında yazılı olduğu iddiasını taşıyan dinlerin günümüzdeki temsilcilerinin bu noktada durumları, kelimenin asli anlamında, traji-komiktir. Çünkü bunlar, bilimin varlığa, evrene ilişkin ortaya koyduğu her yeni bilgide, kutsal kitaplarının sayfalarını, bilmem kaç bininci kez karıştırmaya başlar ve sonra sözüm ona kimi şifre bulma ve okuma teknikleriyle, bu yeni bilgilerin kutsal kitaplarında zaten yazılı olduğunu keşfediverirler. Bunu keşfettiklerinde (ki keşfetmemeleri mümkündür değildir ve bir harfin ya da kelimenin bilmem kaç bininci anlamında mutlaka vardır) çocuklar gibi sevinirler. Bazen bu keşfedişler sonunda, bilim insanlarına lanetler okudukları, onları “sahtekarlık”la suçladıkları da görülür. “Kara delikler” konusu bunların en yenilerinden biridir. S. Hawkins’in “Zamanın Kısa Tarihi”nde yazdıkları sonrası, kutsal kitaplarının sayfalarına kafalarını gömüp bunun işaretini arayan gariplerim, şifreyi kısa zamanda bulup çözmelerinin ardından hemen bağıra çağıra, şen şakrak, ağızları kulaklarında ilan ederler durumu... Ama o da ne bir süre sonra, S.Hawkins, “yanılmışım” der. Sevinçleri kursaklarında kalı verir. Al başına bela!... Kutsal kitabı değiştiremeyeceklerine göre, bir yandan bin dereden su getirip değişik mazeretler ve kılıflar bulup yaptıklarını unutturmaya çalışırlar, diğer yandan da, S. Hawkins’e hakaretler yağdırırlar. Ne diyelim ki, kendi sözleriyle “Allah akıl fikir ihsan eylesin” demekten gayrı...
1 A. King, Bilim ve İktidar, sy. 105, 7. Baskı, TÜBİTAK, 2000. Yukarıdaki göndermeye referans olan paragrafın son iki cümlesinin tamamında, “bilimi daha ziyade, iktidarı ele geçirebilen ve kullanabilen iktidar sahibi erkeklerin ve kadınların ellerinde bu değişmelerin etkeni olarak işlev gören bir etken olarak da görebiliriz. Nitekim bilimsel araştırma, iktidarı zaten elinde tutanları sürekli olarak daha da güçlü kılan iktidar üretici bir santrale benzer” der, A. King. Bu durumda iktidarı ele geçiremeyenlere kalan da, ‘bilimin, bilim adamının, bilimsel faaliyetin özgürlüğü’ sakızıdır...
2 M. Ali Kılıçbay, Fernand Braudel’in “Maddi Uygarlık, Gündelik Hayatın Yapıları” adlı eserinin “ Çevirenin Önsöz”ü bölümünde, “Aslında edebiyat da bilim de bir düzenleme ve belki de bir senaryolaştırma faaliyetidir, ama bunları nihayetinde birbirinden ayıran temel nokta, malzeme karşısındaki özgürlükleridir. Malzemeye karşı özgürlük edebiyata, kölelik ise bilime götürmektedir” der.
3 A. Adnan Adıvar, “Osmanlı Türklerinde Bilim” adlı çalışmasında, Osmanlılarda bilim diye karşımıza çıkanın “şerh ve şerhe şerh yazma”dan ibaret olduğunu belirtir. Eğer günümüz üniversite ve akademilerinde yapılan şerhler ve şerhe şerh yazmalar bilim olarak nitelenirse, Osmanlı bilimin ve felsefenin fundalığı demektir ki, ne bilim ve bilim bilgisi, ne de bilimsel faaliyet bunlara indirgenemez. İndirgendiğinde de Osmanlı dönemine yapılan, kelimenin asli anlamında büyük bir haksızlık olur.
4 Carl Sagan’ın Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, TÜBİTAK tarafından yayınlanmıştır.
5 Fikret Başkaya, Üniversite Kavramı ve Faruk Alpkaya “Olayı” başlıklı makale, Haziran 2005.

24 Nisan 2008

Yabancılaşma ve Felsefe / Felsefe ve Yabancılaşma

 YABANCILAŞMA
 Atalay Girgin

Günümüzde, neredeyse her alanda, işine gelenin işine geldiği gibi kullandığı, telaffuz ettiği bir kavram, dahası bir kuram “yabancılaşma”. Kimileri insanın yabancılaşmasından, kimileri toplumun, tarihin yabancılaşmasından, kimileri dünyanın ve onun üzerindeki insanın ve eylemlerinin ürünü olan her şeyin yabancılaşmasından söz ediyor ki bu noktada hem eylemin kendisi hem de tüm istek ve özlemleri içeren fikirler de azade değil bundan... Keza tüm insanlık tarihi ve onun içerisinde yer alan bilimden sanata, dinden felsefeye, tahakküm altına alma ve esaret zincirlerini kırma mücadelelerine kadar aklınıza gelen ve gelmeyen varolan her şey dahildir buna... Akıl kârı değil ama, yine de onun sarmalında kavranıp yeniden yeniden anlamlandırılabiliyor her şey...

Ya yabancılaşmadan söz edenin kendisi, eylemleri ve fikirleri... Acaba o azade midir, sözünü ettiği ve varlığını kabul eylediği yabancılaşmadan ve sonuçlarından? Bu sorunun olası üç yanıtı vardır: