Suriye’yi Neden Çökertmek İstiyorlar?
“Gaz kullanımıyla ilgili tereddütleri
anlamakta güçlük çekiyorum. Oysa biz Barış Konferansında gazı sürekli bir savaş
yöntemi olarak kesin karara bağladık. Şahsen uygar olmayan halklara karşı
zehirli gaz kullanılmasına açıkça taraftarım.”
Winston Churchill, War Office
Minute, 12 Mayıs 1919
Burjuva
uygarlığı yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde yol alıyor. Bu alandaki
aşırılığın ve hoyratlığın ortalama insanı isyan ettirmemesi mümkün değil.
Görünen o ki, isyan edenler çoğunluk değil... Aslınla insanlığın nasıl da
sefil, rezil ve kepaze duruma düşürüldüğünü görmek için derin “bilimsel
açılımlar”, rafine sosyo-psikolojik tahliller, gerekmiyor. “Yüzünü Suriye’ye
çevir anlarsın” denecektir. Elbette yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart
burjuva uygarlığının bir keşfi değildi. İnsan toplumunun sınıflara ayrıldığı
günden beri varolan bir şey... Zira egemenlik [iktidar] gizlemekle mümkün ve
gizlemek aldatmak için gerekli. Bu yüzden gizlemesini
bilmeyen yönetmesini de bilemez denmiştir. Kim bilir, belki bilinen tarihin
hiç bir döneminde böylesi bir kepazelik yaşanmamıştır... İletişim alanındaki
devasa gelişme, yalan cephesine büyük imkânlar sunuyor. Artık yalanı büyütmek
ve yaymak çok kolay...
Suriye
halkı tam 28 aydır NATO’cu emperyalist cephenin, Siyonist İsrail ve Türkiye
başta olmak üzere bölgedeki gerici/Amerikancı, pro-emperyalist, pro-Siyonist
devletlerin saldırısına karşı kahramanca direniyor. Otuz düvelle birden savaşıyor.
Sadece otuz düvelle de savaşmıyor, bir de devasa bir küresel medya ordusuyla
savaşıyor. Gerçek durum bu ama insanlara başka hikâye anlatılıyor, başka
fotoğraf gösteriliyor. Vicdan sahibi –eğer hâlâ vicdan diye bir şey kalmışsa-
bir insanın bu utanmaz duruma itiraz etmesi gerekmiyor mu? Peki; neden itiraz etmiyor/
edemiyor veya itirazın neden reel bir karşılığı yok? Bunun iki nedeni var:
Birincisi yeteri kadar durumun bilincine varamamak ve ikincisi de örgütsüzlük.
Örgüt yoksa bilinç pek işe yaramıyor...
Suriye’ye
saldırının gerekçesi, “halkı diktatörden kurtarmak, oraya demokrasi götürmek”...
Eğer “uygar dünya” veya emperyalist kamp, böylesi yüksek insanî kaygılar
taşıyor olsaydı, geride kalan yaklaşık 60 yılda sayısız darbeler peydahlamazlar
onca kanlı diktatörü sonuna kadar desteklemezlerdi. Dünyanın bu tarafında
diktatörlükler her zaman emperyalist Batı’nın en çok tercih ettiği rejimler
oldu. Zira, emperyalizmin varlığı demokrasinin engellenmesine bağlıdır. Demokrasi
sosyal eşitliği varsaydığı için... Gerçek durum böyledir ama söylem farklıdır.
Tabii diktatör emperyalist çıkarlara hizmet etmek kaydıyla... Eğer artık emperyalist
çıkarlarına hizmet etmiyorsa, kontrolden çıkmışsa veya çıkma potansiyeli seziliyorsa,
anında kanlı diktatör, zalim, halk düşmanı, dünya barışı için tehlikeli, çıban
başı, vb. ilan edilir ve artık katli vaciptir. Hemen bir şeytanlaştırma
kampanyası başlatılır. Medya devreye sokulur... Panama’da Noriega’nın başına
gelen, söylemek istediğime tipik bir örnektir... Kendi çıkarlarına hizmet
ettikleri sürece diktatörlere diktatör demezler. Birbirlerini karşılıklı hediyelere
boğarlar, barış ödülleri alıp-verirler... Diktatörün “bölge ve dünya barışına
değerli katkılarından, “tarihi dostluktan” söz edilir. Demokratik, kendi halklarının
çıkarlarına sahip çıkan, kendi ayakları ütünde durabilen, kolonyalist/emperyalist
sömürü, yağma ve talana izin vermeyen, beşeri ve doğal kaynaklarını kendi
halkının yararı ve refahı için kullanan rejimlerin varlığı, emperyalistlerin
korkulu rüyasıdır. Kendisiyle ilgili kararları kendi veren, ulusal bilince
sahip bir halk emperyalist sömürüye izin verir mi, itilip-kakılmaya razı olur
mu? Netice itibariyle emperyalistlerin ağzına insan hakları, barış, demokrasi
gibi kavramlar yakışmaz.