“ Türkiye
son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır... AKP iktidarı ve T. Erdoğan II.
Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür”.
Osman
Tiftikçi ile söyleşi: Fikret Başkaya
Fikret Başkaya: 1. Son kitabını* zevkle okudum, tebrik ve
teşekkür ediyorum. İstersen, genel bir tespitle başlayalım. Son dönemde İŞİD ve
benzerlerinin zuhuruyla, bizzat İslam algısıyla ilgili “aşırılıklar” da depreşti,
yeniden su yüzüne çıktı. Sanki “işte İslam budur” demeye kadar ileri gidenler
çoğaldı. Aslında bu, Müslüman Arap
halklarına dair üretilmiş, Avrupa-merkezli, Oriyantalist önyargıların,
kabullerin, basma kalıp düşüncelerin depreşmesi demeye geliyor. Ki bunlar, işte
bu toplumların “uygarlık üretme” yeteneğinden yoksun oldukları, modernite ve
demokrasi gibi kavramların onların kitabında yazmadığı, Müslüman Arap
toplumlarının “özel bir kategoriye” dahil oldukları, ilerleme [progrès] üretemezlikleri,
rasyonel düşünce yoksunu oldukları, devrim kavramına yabancı oldukları,
eşitsizlik ve adaletsizlik karşısında tepkisiz oldukları... gibi bir dizi bilim
ve gerçek dışı kabullere, önyargılara dayanıyor. Tabii bu durumun da dinden,
İslam’dan kaynaklandığı, onun doğal sonucu olarak tezahür ettiği ima
ediliyor... Velhasıl, Avrupa-merkezli, Oriyantalist,
ırkçı bakış açısının ürünü olan bir İslam-Arap algısı söz konusu...
İşin garip tarafı, bu tür saçma-sapan önyargıların ve
kabullerin, sadece bunları üreten Batılılar katında değil, bizzat eğitimli,
okumuş Müslüman Araplar tarafından da içselleştirilmiş olması... Oysa ne kadar
eski, köklü ve kapsayıcı olursa olsun, din de son tahlilde bir ideolojidir ve
bütün mesele onun nasıl yorumlandığı, nasıl algılandığı ve nasıl
anlaşıldığıdır. Bu konuda neler söylemek istersin?
Osman Tiftikçi: İslam’ın gelişmeye engel olduğunu
iddia eden anlayış 19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da ortaya çıkmıştı. Fransız
burjuva aydın Renan’ın şahsında simgeleşmişti bu anlayış. Bu anlayış aynı
zamanda bir Hıristiyanlık övgüsüydü. Bu anlayışa göre, İslam gelişmeyi
engelleyen bir dindi ve bu anlayış hep var oldu. Müslüman ülke burjuva
aydınları katında da rağbet gördü. Bu anlayışa süreç içinde İslam dininin
demokrasiyle çeliştiği, kadın haklarıyla çeliştiği, İslam’ın kendi dışındaki
inançları zorla yok eden savaşçı, katliamcı bir din olduğu gibi özellikler de
eklendi.
Oysa, İslam
ülkelerinin geri kalmışlığını, bu ülkelerdeki siyasi düzenleri, İslamı kullanan
siyasi oluşumları, bunların kullandıkları yöntemleri dinle açıklamaya kalkmak
yanlıştır. Böyle yapmak özünde
dincilerin, dünyayı, evreni, yaşamı dinle açıklamaya çalışmalarından farklı
değildir. Toplumsal, tarihi, siyasi olgular dinle değil, günün gerçekleriyle,
sınıflar mücadelesi ve bunun ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır. Bu toplumbilimin,
tarih biliminin de abcsidir...
Tarihin hiçbir
döneminde toplumsal, tarihi gerçeklerden, o dönemin sınıflarından bağımsız bir
din anlayışı ve dinî oluşumlar olmamıştır. Ayrıca tarihin her döneminde aynı
dinin değişik yorumları hep var olmuştur. Çünkü her sınıf dini kendi
ihtiyaçlarına göre yorumlar, biçimlendirir, kendi istemlerini dile getiren bir
şekle sokar. Hiçbir zaman
iktidardakilerin dini ile ezilenlerin dini aynı olmamıştır. Fransız
devrimine kadar bütün halk ayaklanmalarının dini biçimler aldığını
unutmamalıyız. Ama bütün savaşlar ve katliamlar ve işkenceler de din adına
yapılıyordu. Günümüz için söylersek, emperyalizmin, egemen sınıfların
sahiplenip destekledikleri İslami anlayış, kâr için her şeyi mubâh gören,
Afganistan’da, Irak’ta, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi,
milyonlarca insanın katledilmesini öngören, faşist insanlık dışı bir anlayıştır.
Ama yoksulların İslamı, eşitlikçi, vicdanlı, merhametlidir.
Günümüzdeki
İslami oluşumlar ve bunların ideolojileri esas olarak bugüne özgüdür. Bunları
1400 yıl öncesinin sözleriyle fikirleriyle açıklayamayız. Örneğin Asr-ı Saadet diye adlandırılan dönemde
mezhepler ve mezhep savaşları yoktu. Daha düne kadar ılımlı İslam, radikal
İslam, köktenci İslam, tevhidi hareket gibi ayırımlar da yoktu. El Kaide,
Taliban gibi anlayış ve örgütlenmeler 1990’lı yılların ürünüdür. Türkiye’de
cemaatler tek parti döneminde filizlenmiş, 1960’lardan sonra toplumsal, siyasi,
ideolojik bir güç haline gelebilmişlerdir. Yani İslam hep vardı ama ortaya
çıkan siyasi, ideolojik oluşumlar farklı koşulların, sınıflar mücadelesinin
farklı ihtiyaçlarının ürünüydüler.
Toplumsal
gerçekliklere dini temelde yaklaşım, Türkiye’deki bilimsel birikimin çok
gerisinde bir tutumdur. Böyle bir tutum dini sınıfsal çıkarlarına alet eden din
tüccarlarının; “bunlar dine düşman, dine hakaret ediyorlar” demagojilerine de
pirim vermek olur.
2. Bu
yaklaşım çerçevesinde Taliban, El Kaide, IŞİD gibi oluşumları nereye koyacağız
o halde?