Milli
Eğitimin ‘Küçük Çekmeceli’ Ayfer’i
Atalay
Girgin*
“Tüyü bitmemiş yetimin hakkını kimseye yedirmeyeceğiz” diyerek gelmişlerdi. Ama ne “tüyü bitmemiş yetim hakkı” bıraktılar, ne hakkı yenmemiş tüyü biten bir yetim, ne de ipoteğe verilmemiş bir gelecek. Ana rahmine düşen bir cenini bile daha doğmadan borçlu hale getirdiler.
Öyle
bir güruhtular ki güruhun küçük ya da büyük bir köşe başı tutan, adının önüne herhangi
bir sıfat ya da statü kondurulan ve bir koltuğa oturtulan her elemanı ranta
ulaşmak için her yolu deniyor, herkesi ve her şeyi kullanıyordu. Elbette kullanırken
kullanılmak da Allah’ın takdiriydi! Ne
de olsa ranta erişmek için her yol mubahtı. Bu işin içinde kullanmak da vardı,
kendini kullandırmak da… Ve vermeden
almak da Allah’a bile mahsus değildi. Onlar da Allah’a bile mahsus olmayan şeyi
sıfatı, statüsü ve makamı uygun olan efendi belledikleri kullardan
esirgemiyorlardı.
Büyükbaşlar,
Tevfik Fikret’in deyişiyle “aksırıncaya tıksırıncaya dek” yeseler de yiyip
tüketemeyecekleri kadar büyük ve çok götürürken, küçükbaşlar daha azıyla
yetinip şükretmek durumundaydılar. Akmasa da damlıyordu ya… Sonunda damlaya
damlaya göl olurdu nasıl olsa…
Ahh…
Arada sırada da olsa yakalanmasalar daha güzel olacaktı ya… Lakin olmuyordu
işte! Ya bir telefon kamerasına yakalanıyordu “gök görmedik”liğin sonu ya da
bir halden anlamazın şikâyetine! Tripotsa apayrı bir hikâyeydi.
Peki; yakalanıyorlardı da ne oluyordu?