Türkiye’de
Eğitim İktidarların Oyun Alanıdır
Atalay
Girgin*
Türkiye’de eğitim, dolayısıyla
MEB, öteden beri, iktidara gelenlerin egemenlik kurmak istedikleri bir oyun
alanıdır. Elbette bedeli toplumsal olarak ödenen bir oyun…
Bunun asli nedeni şudur:
Hem genel olarak eğitim, hem de özel olarak okullarda yapılan sistematik
eğitim, toplumun mevcut kuşaklarının ve aynı zamanda da onları izleyen
nesillerinin bilincini siyasal ve ideolojik olarak biçimlendirme, “ideolojik
körlük”le malul kılma etkinliğidir. Ekonomi politikalarını ve kültürel
tercihlerini (özellikle kitle iletişim araçlarının yaygın olmadığı yıllarda)
zihinleri “ideolojik körlük”le sakatlanmış çocuklar ve gençler yetiştirmek ve
onlardan başlayarak kitlelere yayma aracıdır.
Dolayısıyla, toplumu,
kendi siyasal-ideolojik ve dinsel tercihleri doğrultusunda hızla değiştirip
dönüştürmek isteyen iktidarlar, güçleri nispetinde, öncelikle bu alanı kendi
oyun alanları haline getirirler. Bunun için de ilk yapılması gereken, mevcut
olanı, (iyi de olsa kötü de olsa, doğru da olsa yanlış da olsa, güzel de olsa
çirkin de olsa) kendi kabulleri temelinde bozmaktır (şimdiden söyleyelim ki yarın
kimse bağırıp çağırmasın, bu günler geçecek ve bu dönemin sonrasında da aynısı
olacaktır. Bugün bozulanı kaçınılmaz olarak düzeltmek için bile olsa…).
Bu bozma süreci bazen
biçime, bazen içeriğe, bazen de her ikisine birden müdahalelerle
gerçekleştirilir. Sağından solundan müdahalelerle mevcut olanı bozup
kötürümleştirirler. Ama yaptıkları her müdahale ile de eğitimin kalitesini
arttırdıklarını iddia ederler. Oysa burada aslolan, toplumun ihtiyaçlarından
çok bunu yapanların histeriye ulaşan saplantılı siyasal ve ideolojik
amaçlarının yanı sıra iktidar ve egemenlik hırslarıdır. “Kindar ve dindar
nesiller” isteği ve bu uğurda hala yapılanlar bunun çarpıcı bir örneğidir.
Lakin sosyolojik olarak
temel toplumsal kurumlardan biri olan eğitim alanında oyun bir kez başlamışsa
dur durak bilmez, sonuçları itibariyle başka alanlardaki oyunlara da benzemez. Dahası
bu oyun, diğer temel toplumsal kurumları da sarmalına alarak, dinsel temelli,
saplantılı siyasal ve ideolojik bilinç halleriyle her geçen gün genişler ve
derinleşir. Bir türlü önlenemeyen, yok edilemeyen kanserli bir hücre gibi her
yere sirayet ederek, toplumsal çözülme ve kültürel çürümeyi, çatışma ve iç
savaş halleri de dâhil, nihai sonuçlarına doğru hızlandırır. Tıpkı Türkiye’de
olduğu gibi…
Peki; eğitim alanındaki
oyun ne zaman ve nasıl başladı?
Demokrat
Parti ya da Oyunun Başlangıcı
Türkiye Cumhuriyeti’nin
ilk yılları ve onu izleyen tek parti yılları, kimi çevrelerin ve güç
odaklarının tüm hoşnutsuzluk ve mırıldanmalarının, ayak sürümelerinin, yer yer
müdahale çabalarının eşliğinde de olsa, yoksunluk ve yoksulluk koşullarına
rağmen nispeten daha istikrarlı eğitim politikalarına ve uygulamalarına
tanıklık etmiştir. Keza özgün bir deneyim olarak nitelenebilecek Köy
Enstitüleri bu dönemin eseridir.
Ancak çok partili siyasal
hayatın başlaması ve özellikle de Demokrat Parti (DP) dönemi eğitim alanını
uluslararası kurumlara ve uzmanlara açmıştır. Başka bir ifadeyle, DP dönemiyle
birlikte, ABD ve onun kuruluşları içerdeki hoşnutsuzların imdadına yetişmiş ve
onları hem siyasal ve ideolojik hem de fiili anlamda hızla devşirmiş ve kendilerinin
yerli işbirlikçilerine dönüştürmüşlerdir**.
1956 yılı eğitim alanı
için önemli bir tarihtir. DP döneminde, ABD ve kuruluşlarıyla iyice gelişen
ilişkiler müdahalenin uygun zeminini yaratmış ve ilk meyvesini vermiştir1. Bu ilişkilere katkısı ve değeri
unutulamadığı için okullara adı verilen DP’nin Milli Eğitim Bakanı Celal
Yardımcı ve elbette dönemin Başbakanı Adnan Menderes önemli ve kolaylaştırıcı
unsurlardır. Diğer tarafta ise Türkiye’nin çocukları ve eğitim sistemi için
seferber olmuş, yardım ve hayırsever (!), Amerikan Ford Vakfı vardır. Bu vakıf,
aynı yıl MEB’te kurulan komisyonu alır, dünyanın birçok ülkesini gezdirir,
yedirir, içirir. Ve sonra da Viyana’da bir otelde eğitim-öğretim programına ilk
neşteri vur(dur)ur (Ayrıntılı bilgi için Doğan Ergun’un Sosyoloji ve Eğitim
kitabına bakılabilir.) Tabii ki kendi eğitim uzmanlarının fikri
yönlendiriciliği ve katkılarıyla… Dahası, hayırseverliğinin ve bonkörlüğünün nişanesi
olarak, bütün masrafları kendi bütçesinden karşılayarak. Acaba neden?
Elbette iş burada
kalmamıştır. Sırada çıbanbaşı olarak görülen Köy Enstitüleri vardır. Onun da
icabına bakılmalıdır. Amerikalı bir uzman görevlendirilir. Bu uzmanın
hazırladığı rapor doğrultusunda, Köy Enstitülerinin de kapatılmasına karar
verilir ve kapatılır. Yıl 1957’dir. Yere göğe koyulamayan Menderes ve onun
Bakanı Celal Yardımcı görevlerini başarıyla ifa eylemişlerdir. Yani adları
boşuna yaşatılmaya çalışılmıyor. Adamlar hak etmişler!
Sonraki yıllar ise
koalisyon dönemlerinin de etkisiyle, yapılan Milli Eğitim Şuralarına rağmen,
eğitimi ve eğitim politikalarını toplumun ve çağın gereklerine uygun hale
getirmek yerine, siyasi partilerin Bakanlık ve alt birimlerinde, yönetim
kademelerinde kadro kapma çekişmeleriyle geçmiştir. Öğretmenler içinse cezalar
ve sürgünlerle… Ta ki 12 Eylül 1980 Darbesine dek.
12 Eylül 1980 sonrası
iktidara gelen Turgut Özal ve ANAP’la birlikte eğitimde Türk-İslam sentezi
bayraklaştırılır. 1980 öncesinin kadrolaşma kavgasına gerek yoktur artık. Her
şey tek partili iktidarın ve bakanlarının meşrebince yürütülür.
Eğitim alanında, kâğıt
üzerinde birilerini çok fazla rahatsız edecek radikal bir değişikliğe
gidilmeden, Milli Eğitim Temel Kanununun her türlü esnekliğe cevaz veren
eklektik yapısı kullanılarak, Türk-İslam sentezine uygun gerekli müdahale ve uygulamalar
yapılır. İtiraz edenlerin cılız sesleri (Hasan Celal Güzel’in Bakanlığı
sırasında düzenlenen Milli Eğitim Şurasında protestocu muhaliflere karşı yapılanları
anımsayın) ise gerektiğinde şiddet kullanılarak bastırılır. Eğitim politikaları
ve uygulamaları açısından görünmez asli zemin olan sermeye birikim biçiminin
gerekleri doğrultusunda adımlar atılır. Ekonomide ihracata dönük sermeye
birikim ve serbest piyasa dönemidir. Ve bu doğrultuda eğitimde hızla
dershanelerin önü açılır, özel okulların sayısı (bugünkü kadar her mahallede
bir bakkal dükkanı, market, süpermarket misali olmasa da) artmaya başlar.
Yine bu dönemde, 12
Eylül’le zorunlu hale getirilen din dersi uygulaması sürdürülür ve mevcut İmam
Hatiplerin yanına hızla yenileri eklenir.
Birilerinin “Arka
bahçemiz” dediği bu okulların asli işlevinin imam ve hatip yetiştirmek olmadığı
“bakar körler”ce anlaşıldığında vakit çok geçtir. Ancak yine de 90’ların sonuna
doğru, son bir gayretle kadük ve yasak savma kabilinden 8 yıllık kesintisiz
eğitim hamlesi yapılır ve kendilerince tedbir babında üniversite sınavlarında
katsayı önlemi getirilir. Lakin atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir.
Oyun
Üzerine Oyun ya da Eğitimde Tarumar Dönemi
Mevcut iktidarın ve
liderinin ve onun görev tevdi ettiği Milli Eğitim Bakanlarının ve kadrolarının
2002 Kasım’ından bugüne kadar yaptıkları ise “iş bilmezlik”le açıklanamaz. Aksine
bu, eğitim sisteminde geçmişten kalan iler tutar son kırıntıları da planlı bir
bozma, bunun sonrasında da ne yazık ki bir sav sözden, slogandan öte gitmeyen
“Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirme” misyonunu, adım adım “kindar
ve dindar nesil” yetiştirme misyonuyla değiştiren bir eğitim sistemi inşa etme
sürecidir.
Başka bir yazının konusu
olsa da belirteyim: Başının üzerinde “Demoklesin Kılıcı” misali bu misyonun
gölgesini taşıyan ve bu misyona hizmet etmeyecek hiçbir eğitim vizyonu başarılı
olamaz. Aynı zamanda, hangi bilgi birikimine, hangi entelektüel kapasiteye
sahip olursa olsun, kendisine makam, sıfat ve statü lütfedenler karşısında
ilinekleşmeye, hatta ilineklerin de ilineği olmaya mahkûm bakanlar,
bürokratlar, ‘öğretmen’ler yaratmaktan öte gidemez. Oysa eğitimin sorunları
ilinek ve ilinekleşen insanlarla çözülemeyeceği gibi, eğitim-öğretim faaliyeti
de ilineklerin de ilineğine dönüştürülen, “kurşun asker” misali “hık” deyici ‘öğretmen’lere
teslim edilemez.
Buradan hareketle; hemen
söyleyelim ki Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un ağzından çıkan sözlerin,
değeri ne olursa olsun, kendisine o makamı, sıfatı, statüyü lütfedenlerin
icazet patentini taşımadığı sürece, ömrü yirmi dört saat bile değildir.
Düşünün bir kez: Milli
Eğitim Bakanı, mevcut müfredatı “çağdışı” olarak niteledi. Hatta biraz daha
ileri giderek, “Dışarıdan propagandist şekilde çocuklara verilen, hayattan
uzak, bayat müfredatların sorgulanması gerektiğini”
belirtti. Yani çaktırmadan, sözüm ona iktidarın bugüne kadar MEB’te
yaptıklarının üzerini çiziverdi. Peki; bu müfredat hazırlanırken Talim Terbiye
Kurulu (TTK) Başkanı olan Ziya Selçuk, yukarıdaki sözleri hafıza kaybı
nedeniyle mi söyledi? Elbette ki hayır!
Öyleyse sadede gelelim: İktidarın
eğitim alanındaki oyunu, Hüseyin Çelik’in bakan, Ziya Selçuk’un da TTK Başkanı
olduğu 2003 yılından itibaren başlamıştır. O yıllarda, hükümet olmalarına
rağmen iktidar olamadıklarını düşünenler, uluslararası kurum, kuruluş ve kişiler
nezdinde icazet arayışındaydılar.
Hatırlayın! Ziya Selçuk’a
bakanlık lütfeden birileri ABD ileri gelenlerine, adının altında “Sizin”
ibaresi taşıyan mektup yazıyordu. Avrupa Birliği kapıları aşındırılıyor ve
onlara şirinlikler yapılıyordu. Peki; Ziya Selçuk, bunları bilmiyor ya da
unutmuş olabilir mi? Elbette ki hayır!
Keza; bu şirinlikler
doğrultusunda şaşaalı bir biçimde, “Eğitimde devrim” diye sunulan ve “Newton’cu
eğitim anlayışından kuantumcu eğitim anlayışına geçiyoruz” diye pazarlanan
müfredat düzenlemeleri de bu dönemin eseridir. Öte yandan ilköğretim ve
ortaöğretimde yakın zamanda yapılan son müfredat değişiklikleri de mevcut
iktidarın bakanlarının ve kadrolarının denetiminde, yine aynı liderin onayıyla
uygulamaya konulmuştur. Peki; Ziya Selçuk, bunları bilmiyor olabilir mi? Yanıt
yine hayır!
Uluslararası güçlerin
doğrudan ya da dolaylı, açık ya da örtük desteği altında, Gülen Cemaatiyle kol
kola yapılan bir dizi ‘mıntıka ve saha temizleme’ operasyonunun ardından Avrupa
Birliği’ne şirinlik yapma ihtiyacı kalmadığına kanaat getiren iktidar, “kindar
ve dindar nesil” misyonu doğrultusunda eğitimde düzenlemelere girişmiştir.
Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer zamanında 4+4+4’e geçerken, ilköğretime başlama
yaşı 5’e düşürülmüştür. İlköğretimden lise sona kadar zorunlu olan din dersini
yetersiz görenler, ardı sıra ortaöğretimde de seçmeli/zorunlu kabilinden
Kuran-ı Kerim, Siyer, Hz Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler vb. dersleri
eklemiştir. Giderek Biyoloji dersinden Darwin’i ve evrimi kovmuşlardır. Lakin
bunlar yeterli değildir daha.
Okulların eğitim öğretim
kadrolarına da el atmaları gerektiğinin farkındadırlar. Bu uğurda daha önce
konulan ve ayaklarına dolaştığını düşündükleri kural ve uygulamaların yanı sıra
kendi koydukları kuralları bile değiştirmeye girişirler. Örneğin, Anadolu
Liselerine Öğretmen Seçme Sınavında 70 olan baraj notunu, önce 60’a, sonra
40’a, daha sonra da 0’a (yazıyla da sıfıra) indiriverirler. Çünkü sınavlarda
kendi istedikleri öğretmenlerin birçoğu o barajları geçememektedir. Yani
sınavda daha önceleri 45, sonra da 50 alamayan öğrenciyi başarısız sayan Milli
Eğitim, 40 puan barajını bile geçemeyen öğretmenleri Anadolu Liselerine öğretmen
atamak için her yola başvurmuştur. Danıştay, “sınavla öğrenci alınan okula
sınavsız öğretmen atanamaz” kararını verince de hemen işin kolayını bulmuşlar
ve tüm okulların adına “Anadolu” sıfatını ekleyivermişlerdir. Ne var ki bu da
yeterli gelmemiştir.
Ardı sıra “Proje
Okulları” adı altında, doğrudan kendi özel onaylarından geçecek öğretmenlerin
görevlendirileceği steril eğitim kurumları kurmaya girişmişlerdir. Buralara
alınacak öğretmenler için sınav gibi ilkel (!) seçme yöntemlerine gerek
kalmamıştır artık. Çünkü sınav yapınca, dibini koklayarak alınan kavun misali seçtikleri
‘öğretmen’ler değil, ayrıkotu kabilinden ve hala memurlaştıramadıkları öğretmenler
barajı aşıp karşılarına çıkmaktadır. Bunlarla uğraşmanın ne gereği vardır ki
diyenler kesmece karpuz misali öğretmen seçmenin yolunu bulmuşlardır.
Ancak bununla da
yetinmemişlerdir. İşi daha da sağlama almak için bir yandan ücretli ve
sözleşmeli öğretmenliği yaygınlaştırırken, KPSS sonrasında öğretmen alımlarında
da adına “mülakat” denilen ve her türlü kayırmacılığın işin içinde yer
alabildiği öznel değerlendirme ve eleme sistemini uygulamaya sokmuşlardır. KPSS’de
50 puanı anca alabilmiş icazetli birini, 85-90 alan icazetsiz birilerinin önüne
koyabilmek için. Yeter ki biat ediyor olsun! Yeter ki ilineğin ilineklerinin de
ilineği olma ve itaat yolunda sınır tanımayacak olsun! Peki; eğitim alanında
yapılan ve sergilenen, yukarıdan beri sıralanan tüm bu oyunları Ziya Selçuk’un
bilmiyor, görmüyor olması mümkün olabilir mi? Yanıtı siz verin!
Eğitim alanını bilenler,
yukarıda değinilen ve yazılanların, olup bitenler karşısında devede kulak
kaldığının farkındadır. Ben de farkındayım. Lakin bitirmem gerek artık.
Bir atıf ve son bir
soruyla bitireyim: Althusser’in deyişiyle “siyasetin ve ideolojinin göreli
özerkliği”ni nihai sınırlarına dek zorlama kararlığındaki mevcut iktidar ve kendilerine
makam, sıfat, statü lütfedilen hempaları “kindar ve dindar nesil” misyonu
doğrultusunda sınır tanımamakta, uysa da olur uymasa da olur zihniyetiyle
eğitim alanında oyun üzerine oyun oynamakta kararlıdır. Hem de küçücük
çocukları kobaya dönüştürmek pahasına… Hem de bedelini tüm topluma ödetmek
pahasına…
Peki; lütfedilen bir
makam, sıfat, statü uğruna tüm bunlara göz yumduktan sonra, bilgi birikimi
derya deniz de olsa entelektüel kapasitesi arşa erişiyor da olsa, bir kişinin,
toplum nezdinde insan olarak ne değeri kalır? O kişi, hangi sıfatı taşıyor
olursa olsun, aynalara, hadi aynalardan geçtim, çocuklarının gözlerine nasıl
bakar ki…
Bunlar yetmezmiş gibi,
Ziya Selçuk diyor ki “eğitimin temeli ahlak olacak”.
Bu ahlak, kendisinin de
bildiği, tanık olduğu ve bugüne kadar yaşananlarda arzı endam eyleyen,
kendisine makam lütfeden ve rol model olarak öne çıkanların davranış ve
söylemlerinde dışa vuran ahlaksa, yandı gülüm keten helva!
Biz onu hiç almayalım!
Sizlerin olsun! Hatta mümkünse sizler de bir an önce kurtulun o ahlaktan!
* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
**
Ne
yaman çelişki ama! Devşirmeleriyle ünlü Osmanlı’nın, torunları ve tosuncukları
dinci muhafazakarından ülkücü-Turancısına dek başkalarının devşirmeleri olarak
arz-ı endam eylemişler ve bundan hiç mi hiç gocunmamışlardır. O devşirmeler
aracılığıyla yetiştirilenler de kısa bir zaman sonra tüm kurumlara sirayet
etmişler ya da yerleştirilmişlerdir. 1950’den günümüze dek, İlim Yayma
Cemiyeti, MTTB, Komünizmle Mücadele Derneği/Dernekleri, Türk Fikir Ajansı,
vb.’nin fundalık toprağında yetiştirilip devşirilenlerin kurdukları ve siyasi
kadrolarını oluşturdukları, kimisi paravan kurum ve kuruluşların
faaliyetlerini, dahası ‘derin mahfiller’ce korunup kollanan komanda kamplarını
ve Fethullah Gülen önderliğinde yapılan dini eğitim kamplarını ve buralarda yer
alanların ayak izlerini takip edin ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
(Hatta “Hüseyin Feyzullah”ın “sağ kolu” olacak denli yakınında yer alan, Hergün
Gazetesi’nin yöneticisi, CİA’nın Türkiye’de görev yapan önemli istasyon şefi
Ruzi Nazarov’un neredeyse her şeyini emanet edebilecek kadar yakını, aynı
zamanda MİT ajanı olan, şu anda tutuklu bulunan ve MHP’nin “Af tasarısı” ile
salıverilmesi beklenen zatın seceresine bakın. İlişkilerin nasıl da çok yönlü
ve girift olduğunu göreceksiniz.) Geçmişten günümüze tüm resmi kurumlarda
kadrolaşmanın havuzu buralardan devşirilenler ve bir silsile içinde bunların
yetiştirdikleri ve referans olduklarıdır. Bugün sorulması gereken soru, ABD-CİA
ilişkisini yalnızca Fethullah Gülen ve Cemaatine endeksleyen ve bunun üzerinden
göstermek ve okutmak isteyenler, acaba bu ilişkinin hangi boyutlarını ve
taraflarını gizlemeye çalışmaktadırlar? Olup bitenlere ilişkin şimdilik kısa
bir yanıt: Bu kavga tarafların “Baba”larına karşı değildir. Aksine yaşanan “Baba”ları
nezdinde evlat-ı makbul olmak için verilen bir kardeş kavgasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder