Oligarşinin,
oligarşi tarafından, oligarşi için iktidarı= Temsili Demokrasi
[II]
Fikret
Başkaya*
Demokrasi bahsinde gerçek durum tevatür
edilenden farklı. Sanıldığı/inanıldığı gibi, asla “halkın, halk tarafından,
halk için hükümeti“ söz konusu değil. Doğrusu “oligarşinin, oligarşi
tarafından, oligarşi için iktidarı”. Genel iradenin [ milli iradenin] gerçekleşmesi
diye bir şey söz konusu değil. Velhasıl insanların kaderi, seçilmiş temsilciler
tarafından parlamentolarda, senatolarda, belediye meclislerinde tecelli etmiyor.
Başka yerlerde başkaları tarafından belirleniyor. Seçimler, vekiller ve onlardan
oluşan parlamentolar, seyirciyi aldatıp-oyalamaya yarıyor. Kaldı ki, geçerli
durumda ekonomik alanın yönetimiyle, politik alanın yönetimi birbirlerinden
ayrılmış durumda. Şimdilerde neoliberal küreselleşme çağında ekonomik alanın yönetimi
münhasıran oligarşinin adamlarının etkinlik alanı. [orada kadınlar yok gibidir]
Şöyle bir işbölümü söz konusu: Ekonomik
alanın yönetimi oligarşinin işi, politik alanda da insanlar oy vererek sürece
dahil olduklarını sanıyorlar ama verdikleri oyun reel bir karşılığı yok...
Profesyonel politikacılar aracılığıyla oligarşinin oyununa gelmenin ötesinde
bir kıymet-i harbiyesi yok... Ekonomik yaşama ve esas itibariyle insanların
kaderine yön verenler seçilmişlerin oluşturduğu parlamentolar değil. Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü,
OECD, G8, G20, gibi seçimle oluşmayan
formel örgütler ve, Triletarel
Commission, Bilderber Group, Dünya Ekonomik Forumu [Davos] gibi küresel
oligarşinin formel olmayan dar örgütleri. Ve şöyle bir yönetim hiyerarşisi
oluşmuş durumda: Oligarşinin doğrudan örgütlerinde [ Trileteral, Bilderberg,
Davos...] , kapalı kapılar ardında alınan kararlar, yine seçilmemişlerden
oluşan kurumlar tarafından [IMF, Dünya Bankası, DT, Avrupa Konseyi, vb.] formüle
edilip, seçilmiş parlamentolardan çıkan hükümetlere tavsiye diliyor. Aslında
dayatılıyor demek daha doğru. Bütün bu alanda yapılanı, olup- biteni
meşrulaştırma işi de ekonomi biliminin timsâli iktisatcı taifesine ve bilimi
kendinden menkul zevata ihale edilmiş durumda. Her kepazelik, her saçmalık, ne
mene bir şeyse, ekonominin gereği safsatasına
dayandırılıyor. Sanırsınız ki, orda geçerli olan doğa yasalarıdır...
O halde iki şey: Birincisi, geçerli
siyaset yapma pratiğinde parlamentolar by-pass edilmiş durumda ve ikincisi,
parlamentolar da zaten oligarşinin adamları tarafından dolduruluyor. Bu yüzden
reel bir değeri ve karşılığı yok. Mâlum, kadınlar parti örgütlerinde ve
parlamentolarda her yerdeki kadar var... Parlamentolara seçilebilmek, büyük
harcamalar gerektiren seçim kampanyasını yürütebilmekle mümkün. Seçilebilmek için
ya milyoner olmak ya da milyonerler/milyarderler tarafından desteklenmek,
“cömert” bir sponsor bulmak gerekiyor. Aksi halde parlamentoya ancak “misafir’
olarak yaka kartıyla girilebilir. Milyonerler ve/veya onlar tarafından finanse
edilen adamlar seçilince ne yapar? Kime hizmet eder? Fakat hepsi bu kadar
değil. Devlet bürokrasisinin yükseklerindekiler, büyük sermaye gruplarının
yöneticileri [CEO diyorlar] ve profesyonel politikacılar arasında yatay geçişler söz konusu. Bakıyorsunuz
bir yüksek bürokrat bir sermaye grubunun CEO’su oluyor, oradan siyaset alanına
geçip, bakan oluyor... Bir şirketin CEO’su bürokrasiye transfer oluyor, daha
sonra onu parlamento üyesi veya bakan olarak görebilir siniz.. Bir başbakan,
başbakanlığının sonunda bir büyük sermaye grubunun yönetimine dahil oluyor... Bizde
sözünü ettiğim yatay geçişlere en iyi
örnek Turgut Özal’dır. MESS başkanlığından, “iş dünyasından”, önce başbakanlık müşteşarlığına terfi etti, oradan
Amerikancı Cunta’nın başbakan yardımcısı, sonra ANAP’ın başkanı ve başbakan ve
nihayet, ne demekse “ sivil cumhurbaşkanı” oldu... Asıl ironi de herhalde
Cuntanın başbakan yardımcısının demokrasinin timsali sayılmasıydı... Bu örnek
size Türk demokrasisin çapı hakkında bir şeyler söylüyor mu?
Bir de lobiler var. ABD 2009’da
lobilerin bütçesi 3.5 milyar dolar gibi astronomik bir düzeye ulaşmıştı... Avrupa
parlamentosu söz konusu olduğunda da rakamlar her şeyi açıklıyor. Bürüksel’de 2600
büyük şirket hesabına çalışan 15 bin kadar lobici var. Parlamenter başına
yaklaşık 20 lobici düşüyor... Durum böyleyken o parlamentodan çıkan yasaların,
yapılan düzenlemelerin, alınan kararların neye benzediği, kime hizmet ettiği
açık değil mi? Velhasıl seçimleri kazanan para... Ancak reklama [televizyon,
gazete, afiş ilan, , vb.] daha çok harcayan rakiplerini altedip parlamentoya
girebilir. “Batı demokrasinin” timsâli ABD’de, 2006 yılında Senota’ya
seçilebilmek için 6.5 milyon dolar, Temsilciler Meclisi’ne seçilebilmek için de
ortalama 1,1 milyon dolar harcama yapmak gerekiyordu... Özetlersek, politika alanı milyarderlerin ve milyonerlerin
etkinlik alanı haline gelmiş durumda. İngilterede 2010 yılında başbakan David
Cameron hükümetindeki 23 bakandan 18’i milyonerdi... Sanılmasın ki, bu İngiltereye
mahsus bir durumdur... Batı Avrupa’da, ABD’de, Japonya’da, Rusya’da, Hindistan’da,
Brezilya’da... her yerde aynı şey geçerli. Politik kurumlar ve yapılar oligarşi
tarafından kuşatılmış durumda. Ünlü Hintli yazar Arundhati Roy, kendi ülkesindeki
durumla ilgili olarak şöyle diyordu: “ Milletvekillerinin
çoğunluğu milyoner. Büyük şirketlerin desteği olmadan seçim kazanmanız mümkün
değil. Hindistan’da seçim kampanyasının ABD’den daha pahalı olduğunu biliyor
muydunuz?” [1]
Seçimler dört-beş yıllığına oligarşinin
hesabına [tabii bal tutan parmağını yalar denmiştir] çalışacak bir ekibi
yetkilendirmek demek. İstedikleri kanunları çıkarsınlar, istedikleri
düzenlemeleri yapsınlar, bütçeyi, hazineyi, kamuya ait ne varsa yağmalatsınlar,
yağmalasınlar diye... Sizin verdiğiniz
oya dayanarak istedikleri kanunları çıkarıyorlar ama ekseri kendi çıkardıkları
kanunlara da uymazlar. Türkiye’de son on yılda ne tür kanunlar çıkarıldığı da,
kanun ve yönetmeliklerin nasıl by-pass edildiği de az-çok ilgili herkesin mâlumudur...
Kamuya ait ne varsa özelleştirildiğinde, paralı hale getirildiğinde, sermayeye
peşkeş çekildiğinde, bunu nasıl savunup- kabullendiriyorlar? Aslında verilen
oyların ne anlama geldiğini anlamak için bir hak talebinde bulunmak veya bir
hükümet kararına karşı çıkmak yeter. “Oy verip-seçtin daha ne istiyorsun”
derler. “Bu işin çözüm yeri parlamentodur” derler. Sandığı işaret ederler... Oysa
parlamento tam da “o işin” çözülmemesi için vardır ama retorik farklıdır... Verdiğin
oy sana biber gazı, cop, tazyikli su, gözaltı, işkence, katliam, hapis,
işsizlik, açlık, çaresizlik, aşağılanma ... şeklinde döner... Sakın ola ki,
bir hak talebinde bulunmaya, itiraz etmeye kalkma. Zira, oy verdiğin anda bütün
haklarına elveda demişsin bir kere... İşte bunların demokrasisi böyle bir şey. Gezi
Parkı’na bak anlarsın...
Oy alıp iktidar olduktan sonra artık her
türlü utanmaz yağma ve talan, baskı, şiddet, işkence, katliam, düşmanlaştırma...
mümkündür. Son yirmi-otuz yılda yapılan onca katliamın, onca siyasi cinayetin, yolsuzluğun
hesabını veren var mı? Yok! Peki bu nasıl mümkün oluyor? Temsili demokrasi
sayesinde, “hukuk devleti” dedikleri sayesinde...
Zira temsili demokrasi denilen, iktidar cephesini “sorumsuzlaştırıyor”...
Geçerli işleyişte sorumluluk sulandırılıyor...Tüm hak arama yolları “hukuk
devleti” denilen tarafından kapatılmış durumdadır... En fazla bir komisyon
kurulur, komisyona havale edilip yavaşça kapatılır veya uzunca bir süre
“bağımsız yargıda” süründürüldükten sonra “zaman aşımına” uğratılır... Hak talebi
için her sokağa çıktığında, “izinsiz gösteri’ yapmakla, “kanunsuz eylem”
yapmakla suçlanırsın, zira meydanlar ve sokaklar sana değil, oligarşiye aittir.
Oysa demokrasinin doğduğu yer meydanlardır , Agora’dır... Demokrasi açık alanları varsayar... Halk oralardadır
da ondan... Bu yüzden Gezi Parkı deneyimi son derecede önemli ve öğreticidir...
Nelerin nasıl olabileceğine dair bir fikir veriyor... İzinli gösteri olur mu? O
zaman gösterinin, itirazın, şikayetin, tepkinin ne gibi bir kiymet-i harbiyesi
olabilir ki? Yaptığın eleştiri rejimi hedef alıyorsa, önce mahkemenin yolu
görünür, sonra da hapisanenin... Neden? Demokrasinin bir gereği olarak... Gerçekten
yurttaş olsaydın bu tür saçmalıklar, kepazelikler yaşanır mıydı? Seçenle seçilen
arasında gerçekten bir temsil ilişkisi olsaydı, eleştiri düşmanlık ve hainlik
sayılıp cezalandırılır mıydı? [ 1996’da Diyarbakır hapishanesinde devletin
adamları 11 genç insanı başlarını demir çubukla ezerek hunharca öldürmüşlerdi.
Ertesi gün bir yazı yazdım o vahşeti potesto etmek için. Hemen hakkımda dava
açıldı, sonuç 9 ay hapis cezasıydı.
Gerekçeyi merak mı ediyorsunuz? “Devletin manevi şahsiyetine hakaret...] Daha
önce de defaaten yazdığım gibi, demokrasi yurttaşı varsayar ve oy sandığına
gidip, dört-beş yılda bir oy atmakla, “herkes kanunlar karşısında eşittir”
mavalıyla yurttaş olunmaz. Tebaya sen bu günden sonra artık yurttaşsın demekle
yurttaş olunmaz! Yurttaş olmak demek, her şeyden önce politik sürecin, kamusal
faaliyetin öznesi olmak demektir. Zaten Fransızca’da citoyen, [yurttaş] sitenin yani toplumun, kamunun [devletin]
sorunlarıyla ilgili olan anlamındadır.
Alaturka
demokrasi
Türkiye’de temsili demokrasiye geçiş
[1946] halkın eylemi ve talebiyle gerçekleşmedi. Elbette bu halkın öyle bir talebi
yoktu anlamında değildir. Seçme-seçilme ve genel oy hakkı mülk sahibi egemen
sınıflardan mücadeleyle koparılıp-alınmadı. Aslında demokrasiye geçiş,
egemenler cephesinin bundan sonra nasıl
yöneteceğiz? sorusunun cevabı olarak gündeme gelmişti. Yönetilenlerin talebi
ve dayatması sonucunda değil. Bu yüzden Türkiye’nin demokrasi pratiği, başka bir çok yerde de olduğu
gibi bir seçim ve temsil yanılsaması ve aldatmacası olmanın ötesine hiç bir
zaman geçemedi. 1923-1946 döneminde iktidar olan CHP içinden Demokrat Parti
çıkarıldı. Demokrasiye asıl ihtiyacı olanların örgütlenmesi, parti kurması
yasaktı. Devletin istediği partilere izin vardı. O kadarı bile rejime çok
geldiğinde, ölçünün aşıldığı, sınırın geçildiği düşünüldüğünde askeri
darbelerle araç rayına oturtuldu... Rejim ekseri tek parti iktidarı olarak yola
devam etti. Şimdilerde de aslında çok parti sistemi olsa da, reel olarak tek
parti rejimi geçerli.
Siyasi partiler ve seçim kanunları daha baştan seçimi ve
temsili bir biçim olarak bile işlevsiz hale getiriyor. 2002 seçimlerinde AKP
oyların %34’ünü aldı ama meclisteki sandalyeların %67’sine sahipti... İşte
kaşarlanmış profesyonel politikacıların dillerinden düşmeyen “milli irade”
böyle bir şey... Hem aldığın oyun iki katı milletvekili çıkaracaksın, hem de demokrasiden,
“milli iradenin” tecellisinden söz edeceksin... Bu kepazelik neden hiç sorun
edilmedi? Yüzde on [%10] barajı muhalefetin yolunu kapatırken hâlâ seçimin ve
temsilin bir değeri, bir karşılığı olur muydu? Hem % 10 barajı olacak hem de
oyların %50’sini aldım diye böbürleneceksin, demokrasiden, “milli iradeyi”
temsil etmekten söz edeceksin... Bir de devlet bütçesinden en çok oy alan
partiye bütçeden devasa kaynak transferi
yapılıyor. Bu da muhalefeti etkisizleştirmenin bir başka aracı...Tabii hepsi bu
kadar değil. Sadece reel olarak tek parti iktidarı geçerli değil, o tek parti
de bir kişinin, şefin partisi... Görüntünün ötesine geçilirse, asıl geçerli
olanın “tek adam rejimi” olduğu görülecektir... Bunun demokrasiyle ne ilgilisi
var? Aslında iki aşamalı bir işleyiş geçerli. Önce kimin milletvekili olacağına
partinin şefi karar veriyor, sonra da seçimle halka onaylatılıyor... Aslında
halk şefin işaret ettiğini “seçiyor”. Seçenle seçilen arasında biçimsel bir bağ
bile yok... Bunun 1946 öncesinden elbette bir farkı var ama tevatür edildiği
kadar değil... İşte demokrasinin vazgeçilmezi, olmazsa olmazı sayılan oligarşinin
hizmetindeki siyasi partiler böyle. Bizzat kendisi demokrasinin inkârı olan bu
tür partiler ve anti-demokratik yöntemlerle oluşmuş bir parlamento söz
konusuyken, hangi demokrasiden söz ediyorlar? Yargının ve medyanın sefil
halleri ortadayken, rejimin ne olmadığı açık değil mi?
Hakimiyet
kayıtlı ve şartlı oligarşinindir...
Siz “hakimiyet kayıtsız şartsız
milletindir” lafına inanmayın. Çok sayıda kayıt ve şartla asgari demokrasinin
kuyusuna kibrit suyu dökülmüştür. Sık sık milli iradeden söz edilir. Milli
irade denilen oligarşinin iradesinden başka bir şey değildir... Eğer milli
iradeden halkın politik süreci belirleyip, yön vermesi, kendi kaderine sahip
çıkması kastediliyorsa, bundan büyük yalan olamaz. Aslında her şey halkı
sürecin dışında tutmak üzere dizayn edilmiş durumdadır. Aksi halde bu kadar
kolay sömürebilirler, yağmalayabilirler, ülkenin varını-yoğunu talan
edebilirler, istedikleri zaman katliamlar yapabilirler, istikrarlı bir şekilde
insanlık suçu işleyebilirler miydi? Devlet
aygıtının yükseklerindekiler, siyasetciler, Cumhurbaşkanı, başbakan ve
bakanlar, oligarşiye dahil “sanatçı” tayfası, akademinin çok ünvanlı üyeleri...
her ağızlarını açtıklarında Türkiye’nin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk
devleti” olduğunu söylüyorlar. Tabii kısa bir cümleye üç yalanı sığdırmak da
bir marifettir... Onlar böyle söylüyor, cunta anayasasında öyle yazıyor diye buna
inanmamızı mı bekliyorlar?
Aslında Türkiyedeki rejimin ve tüm rejimlerin “hukuk
devleti” olduğu doğrudur. Zira, hukuku olmayan, asgari hukuk kurallarına
dayanmayan bir devlet mümkün değildir. O zaman devlet diye bir şey de
olmazdı... Hukuk devleti demek, sirke ekşidir demek gibi bir şeydir. Sirke ekşi
olduğu için sirkedir. Devlet de hukuku var diye, bir hukuka dayanıyor diye
devlettir. Fakat orada geçerli hukuk, mülk sahibi sınıflar [oligarşi] için,
mülk sahibi sınıflar tarafından oluşturulmuş bir hukuk sistemidir. Asıl amaç
mülk sahipleri sınıfını mülksüzleştirilmiş, “zararlı sınıflardan” korumaktır. Burjuva devletinin varlık nedeni
budur... Kapitalizm ve demokrasi, yan yana getirilmeleri caiz olmayan
kavramlardır. Zira kapitalizm, böler, ayrıştırır, kutuplaştırır, oysa demokrasi
sosyal eşitliği varsayar, dolayısıyla birleştiricidir... Hem iktidar
oligarşiyle ait olamaya devam edecek ve hem de demokrasiden söz edilecek! Bu
saçmalığa artık bir son vermek gerekmiyor mu? Uzun lafın kısası neden söz
ettiğini bilmek önemlidir...
----------------------------------------------------------------------------
[1] Hervé Kempf, L’oligarchie ça suffit,
vive la démocratie, Éditions du Seuil, Paris, 2012, p. 136, 137.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder