Eğitim, Toplum, Siyaset, Edebiyat ve Felsefe Üzerine Haber, Yorum ve Eleştiri Yazıları
11 Ocak 2014
ELEŞTİREL PEDAGOJİ Dergisi & ÖĞRETMEN
ELEŞTİREL PEDAGOJİ Dergisi... Soran, Sorgulayan, Eleştirel Düşünen ve "Düzenin Duvarındaki Tuğla" Olmak İstemeyen Öğretmenler ve Eğitimbilimciler İçin... 31. SAYI KİTABEVLERİNDE...
VE.... ÖĞRETMEN; Düzenin Duvarındaki Tuğla
Fikret Başkaya'nın Önsözüyle... Kitabevlerinde...
10 Ocak 2014
Hegemonya ve Meşruiyet Krizi
“Bu Yalnızca Hegemonya Krizi Değil, Aynı Zamanda Bir Meşruiyet Krizidir”
Fikret Başkaya-Gün Zileli Söyleşisi
Gün Zileli - Osman Tiftikçi ile yaptığın röportaj son derece ilgi
çekici. Osman Tiftikçi, esas çatışmanın AKP-Cemaat çatışması olmadığını
belirttikten sonra şöyle diyor:
"Çatışma özünde emperyalizm, geleneksel sermaye
ve İslami sermaye arasındadır. AKP ve İslami sermaye rakibine direnecek güçte
görünmüyor. Cemaatler 90’lı yıllara kadar küçük ve orta boy ticari, sınai
işletmelere sahiptiler. Bunlar sonradan holdinglere dönüştü. AKP iktidarları
döneminde uluslararası hale geldiler. Tarihlerinde görülmemiş biçimde siyasi
iktidarın, belediyelerin ekonomik ve diğer nimetlerinden yararlandılar.
Özellikle eğitimde gayrı resmi önemli bir güç haline geldiler. Toplumda
bunların ideolojik havası esmeye başladı... Ama gene de İslami sermaye,
emperyalizme, geleneksel sermayeye ve bunların elindeki devlete direnecek güçte
değil. Gülen hareketi ile başlatılan öncü saldırıda bile dağılıp, ne yaptığını
bilemez bir hale düşmeleri de bunu gösteriyor."
Buradan çıkan sonuç, çatışmanın esasen, İslami
sermayeyi temsil eden AKP iktidarı ile geleneksel sermaye denen, cumhuriyet
döneminde büyüyen ve tekelleşen sermaye arasında olduğu, emperyalizmin bu çatışmada
geleneksel sermayenin çıkarları doğrultusunda müdahil olduğu, devlet içinde
yuvalanmış Cemaatin ise, geleneksel sermayenin AKP iktidarına saldırısında araç
rolü oynadığıdır. Sen bu yoruma katılıyor musun? Cemaat, geleneksel sermayenin
hizmetinde mi gerçekten, o zaman islami sermaye ile Cemaat ayrı yerlerde mi
konuşlanmış oluyor? Dendiği gibi bu bir "devlet krizi" midir?
Ordunun, geçmişten farklı olarak, restorasyon için darbe yapamaz hale geldiği
koşullarda, parlamento içinden bir alternatif (röportajda dendiği gibi yeni bir
CHPiktidarı) bunu sağlayabilir mi?
Fikret Başkaya- Türkiye’de
devletle ilgili, devlete dair konuşurken, daima tarihsel geri planı hatırda
tutmak gerekiyor. İkincisi, devlet düzeyinde herhangi bir düzenleme veya
“çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörü, “dış
belirleyiciliği” de dikkate almak gerekiyor. Yaklaşık iki yüz yıldır devlette
belirli aralıklarla, [20-25 yıl] işte 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960,
1971, 980, 1997 ve şimdilerde AKP
döneminde yapılan restorasyonlar bu bütünlük içinde anlaşılabilir ancak.
Velhasıl düzenlemelerin emperyalizmle
uyumlanarak yapılması söz konusu.
Hiçbir önemli düzenlemeyi, dış faktörü, emperyalizmi hesaba katmadan
anlamak mümkün değildir.
Aksi
takdirde yaptığımız tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir.
Osmanlı
İmparatorluğunda devlet kutsaldı, devlet her şeydi. Cumhuriyet döneminde de
devlet kutsallığını korudu. Neden? Çünkü Cumhuriyetle birlikte [1923] bir kopuş
olmadı da ondan. Cumhuriyet ilan edilmeden önce kimler yönetiyorsa,
cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Asla bir alt-üst oluş
söz konusu değildi. Eğer devlet kutsalsa, o zaman her şey kutsal devletin
bekasına hizmet edecek şekilde kurgulanmak zorundadır.
01 Ocak 2014
ÖĞRETMEN; Düzenin Duvarındaki Tuğla
ÖĞRETMEN
Düzenin Duvarındaki Tuğla
Düzenin Duvarındaki Tuğla
Geliştirilmiş ve Düzeltilmiş Yeni Baskı, Prof. Dr. FİKRET BAŞKAYA'nın Önsözüyle...
Ocak 2014'te Tüm Türkiye'de D&R, İNKİLÂP, REMZİ Kitabevlerinde...
Ankara'da İMGE, DOST ve TURHAN Kitapevlerinde...
İzmir'de YAKIN Kitapevi ve diğerlerinde...
İstanbul'da D&R, İNKİLÂP, REMZİ kitabevlerinin yanı sıra, başta PANDORA, MEFİSTO olmak üzere diğerlerinde...
Bunların yanı sıra, Bursa, Antalya, Mersin, Konya, Adana, Eskişehir, Samsun vd. illerin tanınmış kitabevlerinde...
Ve İnternette: Başta İDEFİX, KİTAPYURDU Olmak Üzere, Tüm İnternet Kitap Satış Sitelerinde...
ARAYIN... SORUN... İSTEYİN...
Öğretmenlerin, Eğitim Sendikalarının ve diğer okurların toplu taleplerinde net %50 indirim. Ön Sipariş ve Kitap İsteme Adresi: http://www.sobilyayin.com/?pnum=53&pt=%C3%96%C4%9Fretmen%20(D%C3%BCzenin%20Duvar%C4%B1ndaki%20Tu%C4%9Fla)
20 Kasım 2013
Neden ZENGİNLERİN YOKSULLARA İHTİYACI VARDIR?
Neden zenginlerin yoksullara ihtiyacı
vardır?
Fikret Başkaya*
“ Yoksullara yiyecek verdiğimde bana
ermiş diyorlar. Yoksullar neden yoksul diye sorduğumda da, komünist
olduğumu söylüyorlar”.
Dom Helder Camara
Her 6 saniyede 1, her
dakikada 10, her saatte 600, her gün 14 400
ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Neden? Dünya nüfusunun %2’si
dünya zenginliğinin %55’ine el koyduğu için. Başka türlü ifade edersek, dünya
nüfusunun %98’i dünya zenginliğinin
45’ni alıyor da ondan... Dünya nüfusunun binde beşini oluşturan en
zengin 24 milyon, 545 bin 900 zengin, dünya zenginliğinin %36’sına al koyuyor.
Ve süper zengin 1000 yetişkin kişi, dünya nüfusunun %92’sinden 10 bin kat daha
zengin... Tabii bunca zenginliğe el koymakla iş bitmiyor, bir de onun
genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi
gerekiyor. Kapitalizmin mantığının bir gereği olarak. Mârifet üretmek değil yeniden
üretmekle, sahip olmak değil, daha çoğuna sahip olmakla ilgili. En zengin 100
kişinin servetlerini son bir yılda 200 milyar dolar arttırdıkları söyleniyor.
2016 yılına kadar milyonerlerin ve milyarderlerin sayısının %37 artacağı da tahmin
ediliyor! Fakat iyi haberler de var: söylendiğine göre 2015 yılında günde 1.25
dolardan az gelirle “yaşayan“ aşırı yoksulların sayısı 1 milyara inecekmiş...
Asıl iyi haber de, Allah’ın izniyle, 2030 yılında “aşırı yoksulluğun” kökü
kazınacakmış...
Bir kısım aklı evvel çıkıp
bir yoksulluk sınırı çiziyor. Hızını alamayıp bir de aşırı yoksulluk [extreme
poverty] sınırı çiziyor. İşte günde 1.25 doların altında geliri olanlar aşırı
yoksulluk sınırının altında olanlar. Gerçi o sınırın üstünde olanlar, mesela
günde 2, 2,5 dolarla yaşayanlar da
yoksul sayılıyor ama onların durumu o kadar da kötü sayılmıyor ... Öncelik
aşırı yoksullara veriliyor. Aceleye gerek yok, sıra öteki yoksullara da gelecektir
elbette... “Sabrın sonu selâmettir” denmiştir.
Bir kere böyle sınırlar çizildiğinde ve yoksulluk şu kadar dolara
indirgendiğinde, artık rakamlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak mümkündür...
Daha doğrusu yoksullarla alay etmek mümkün hale geliyor. Tabii yoksukluk tanımı
ve sınırı herkes için aynı anlama gelmiyor. Söz konusu tanım ve sınır, yeryüzünün lânetlileri” cephesi için geçerli sadece... Zira hiç bir
emperyalist ülkede [Batı dünyasında densin], yoksulluk söz konusu olduğunda
kimsenin aklına 1, 25 veya 2,50 dolar sınırı gelmiyor. Oralarda günde 10 dolar
gelir bile “aşırı yoksulluk” sınırının altında sayılıyor...
2013 DÜNYA FELSEFE GÜNÜ BİLDİRİSİ
2013
Dünya Felsefe Günü Bildirisi:
“KAPSAYICI TOPLUMLAR,
SÜRDÜRÜLEBİLİR GEZEGEN”*
21 Kasım 2013
Bu yıl Dünya Felsefe
Günü, “Kapsayıcı Toplumlar,
Sürdürülebilir Gezegen” konusuna yöneldi. Bu gün, kendileri ve çevreleri
arasında gittikçe artan bir çeşitlilik arz eden ve sürekli daha fazla çatışan
toplumların kapsayıcılığı ve sürdürülebilirliği sorununu yeniden düşünmek için
bir davettir.
Küreselleşme, insan
davranışı, yeni teknolojilerin hızlı gelişimi ve biyoteknolojiler; toplumsal,
insani ve doğal düzen arasındaki sınırları bulanıklaştırdı. İnsan edimi gezegen sisteminde gelişimin ana
sürücüsü haline geldi- “Antroposen” (İnsan Çağı) devrini açtı. Çevre artık
bizim tamamen dışımızda değil - edimlerimiz onu şekillendiriyor. Çevresel hasar,
sırasıyla toplumumuzun düzenini, göç örüntüsünü ve işbirliğini etkiliyor.
Birçok dallanmanın
olduğu bu dünyada, sürdürülebilir gelişim öncelikle ülkeler ve onların
toplumları arasında paylaşılan refaha bağımlıdır. Bu farklılıklar dünyasında kapsayıcılık, her zamankinden daha çok, diyalog
ve hukuk, insan onuru ve insan haklarına saygıdan geliyor. Bu 150. Yıldönümünü
kutladığımız Swami Vivekananda’nın mesajıydı: “Başkaları pahasına direnin! Ben dünyaya bunun için gelmedim!
Biz, birbirine bağlı doğal çevrelerimize
gittikçe daha fazla bağlanıyoruz. Bu kabul, yeni devlet politikalarına ilham
vermeli, buna sosyal politikalar da dahil. Bu sezgi yüz yıl önce doğmuş Paul
Ricoer tarafından ifade edilmişti: “Eğer
biz dünya hakkında konuşamayacaksak, ne hakkında konuşacağız?” Bu radikal
karşılıklı bağımlılığa cevabında, Rio+20 zirvesi, gelişimin ekonomik, sosyal ve
çevresel görünüşünü ifade etmeye muktedir daha tamamlayıcı politikalar
oluşturmak için çağrıda bulundu.
Bu meydan okumaya cevap
sadece teknik gelişmeler ya da politik veya ekonomik düzenlemelerden
gelmeyecek. Tüm bireylerin erken yaşlardan itibaren eleştirel düşünme ve toplum
ruhunu okullar ve medya vasıtasıyla geliştirmelerini sağlamak daha karmaşık
risk, daha büyük ihtiyaç. Bu meydan okuma 2013’te Rio’da yapılan Dünya Bilim
Forumu ve Unesco’nun “Küreselleşen
Çevrenin Değişimi” hakkındaki Dünya Sosyal Bilimler Raporunun esasını
oluşturuyor. Birçok kırılmanın olduğu bu dünyada felsefe, insan onuru ve uyumu
düşünme ve eyleme için zorunlu bir rol oynuyor. Felsefe bize zihinsel
kaynağımızın, sahip olduğumuz tek gerçek yenilenebilir kaynak olduğunu
hatırlatıyor. Bugün, UNESCO ağıyla dünyadaki tüm profesyonellere, yazarlara ve öğretmenlere
bu gücü serbest bırakmaları için çağrıda bulunuyorum.
Irina Bokova
10 Ekim 2013
"Nice Paketler Gördüm Boştular!"
“Nice paketler gördüm boştular!”
Fikret Başkaya
“Çoğunluğun onayı yanlışı doğru
yapmaz”.
Mohandas Karamchand Gandhi
AKP iktidarı on yıldır “demokrasi
paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve
başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi,
demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan
beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor... Son paket daha ilan
edilmeden “tartışma” konusu oldu ama pakette ne olduğu bilinmediği için, bazı
tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu var mı, bu var mı?” gibi. Aslında
rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir
şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi... Bir de paketin kapalı kapılar ardında hazırlanmasına
itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği
Müsteşarlığı’nda hazırlanmıştı yani polisin eseriydi. Öyle olunca da “güvenlik
gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tabii paket polis
tarafından değil de anlı şanlı hukuk profesörleri, “konunun uzmanları”
tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En gerici yasaların ve
anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından
yapılması kuraldır... 1882 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk
hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu adamları, kadınları neden
profesör yapıyorlar sanıyorsunuz... Yalanı ve yanlışı sıradan birine
söyletseniz pek inandırıcı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan
zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar... Artık o aşamadan sonra
“bilimseldir” çünkü...
09 Eylül 2013
ZİLLER RADYASYONLU EĞİTİM İÇİN ÇALACAK!!!
Ziller
Radyasyonlu Eğitim İçin Çalacak!
Atalay
Girgin*
Veliler, öğretmenler ve öğrenciler için zor bir dönem başlıyor. Radyasyonlu çay,
radyasyonlu fındık, radyasyonlu süt, vb. derken şimdi sıra okullara geldi. Her
eğitim-öğretim yılının başlangıç habercisi olan ziller, bu kez radyasyonlu
okullarda eğitim için çalacak.
Fatih Projesi, bu
eğitim öğretim yılından itibaren, adım adım her öğrenci ve öğretmeni yoğun bir
biçimde radyasyonla tanıştıracak. Okullarda radyasyonu tatmayan, onu
hücrelerine dek soğurmayan canlı kalmayacak. Alt yapısının tamamlandığı,
etkileşimli ya da akıllı tahtaların kurulduğu ve özellikle de tablet
bilgisayarların dağıtıldığı hiçbir okulda bundan kaçış yok.
Zararlı ve kanserojen
olduğu tespit edilen Radyo Frekans (RF) radyasyonlu ortamlarda yapılacak
eğitime ilişkin ise bu güne dek bakanlıkça yapılmış, hiçbir ölçüm, söz konusu
değil. Hakkında “İnsan sağlığına
zararsızdır” hükmü verilemeyen Fatih Projesi’yle öğrenci ve öğretmenlerin
bir bilinmeze sürüklenip, toplu halde kobaylaştırılmaları sürecinde geri sayım
başladı.
Sağlık
Faciasına Hazırlıklı Olunmalı
Basında ve kamuoyunda
genellikle, şatafatlı tanıtım, rant ve ihale haberleriyle gündeme getirilen
Fatih Projesi, aslında potansiyel bir sağlık faciasının habercisi. Ne var ki,
bazı duyarlı kişiler ve az sayıda bilimsel araştırma kuruluşu dışında işin bu
yönü üzerinde duran yok. Eylül ayı sayısıyla bu duyarlılığı gösterenlere eğitim
alanında yayın yapan Eleştirel Pedagoji
Dergisi1 de eklendi.
Eleştirel Pedagoji
Dergisi, 29. Sayısında yer verdiği “Öğretmen
ve Öğrencileri Bekleyen Kanserojen Tehlikesi: RADYASYONLU OKULLAR” başlıklı
yazıyla Fatih Projesi’nin asıl duyarlılık gösterilmesi gereken yönlerinin
başında sağlık sorununun geldiğine işaret ediyor.
Gazi Üniversitesi, Gazi
Non-İyonizan Radyasyondan Korunma Merkezi-GNRK’nın hazırladığı rapora2 göndermelerde bulunulan yazıda, tablet
bilgisayarlı ortamda oluşacak Radyo Frekans (RF) radyasyonun, kanserojen olduğu
belirtilmektedir. GNRK’nın raporunda yer alan, “Uluslararası Kanser Araştırma
Ajansı (IARC – International Agency for Research on Cancer) 2004 yılında ELF
manyetik alanları, 2011 yılında ise RF radyasyonu 2B sınıfı olası kanserojen
sınıfına almıştır” hükmü vurgulanarak, sorunun yalnızca kanserden ibaret
olmadığının altı çizilmektedir.
Çünkü
RF radyasyonun, “değişik
biyolojik etkilere neden olduğunu gösteren çok sayıda çalışma mevcuttur. Bu
çalışmalar çeşitli kanser türleri, lösemi ve lenfoma, kan beyin bariyeri
geçirgenliğinin artması, beyin sıcaklığının, hücre ve DNA sentezinin artması,
üremede azalma, kromozomal bozulmalar, beyin elektriksel aktivitesinin (EEG),
kan basıncının artması, davranış bozukluğu, çocuklarda öğrenme güçlüğü gibi pek
çok etki”si vardır.
Öğrenciler ve Öğretmenler Tehdit Altında
Şu ana kadar
sendikalardan ve velilerden kayda değer herhangi bir tepkinin gelmediği
uygulamadan en fazla etkileneceklerin başında öğrenciler ve öğretmenler yer
almakta. Bunların yanı sıra, hizmetliler de aynı tehdit altında. Özellikle
40-45 dakikadan günde 6-7-8 saat RF radyasyona maruz kalacak ve onu sürekli soğuracak
olan öğrenci ve öğretmenlerin hayati sağlık sorunlarından kaçınabilmesi mümkün
görünmüyor.
Peki; mevcut koşullarda
ne yapılmalı? Bu konuda yetkililerden beklenebilecek yegâne önlem, bu projeden
ve özellikle de tablet bilgisayarlı ortamlarda eğitim ısrarından
vazgeçmeleridir. Ancak işin içinde onca rant varken, iktidarın ve yetkililerin
bu uygulamayı kolayca kenara bırakıvereceklerini düşünmek ve onlardan bunu
beklemek de saflıktır. Çünkü rant varken, insan sağlığının, küçücük çocukların,
gençlerin ve öğretmenlerin karşılaşacakları hayati sorunların onlar için, lafzi
olmaktan öte, herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Bu durumda
yapılabilecek her şey velilerin, öğrencilerin ve öğretmenlerin hem bireysel hem
de grupsal anlamda birlikte alabilecekleri tedbirlere bağlı kalmaktadır.
Veliler çocuklarının RF
radyasyonlu ortamlarda eğitim görmesini istemediklerini belirten dilekçelerle
okul müdürlüklerine, il ve ilçe müdürlüklerine başvurabilirler. Buna rağmen
çocukları RF radyasyonlu sınıflarda eğitime zorlanırsa, doğabilecek en küçük
sağlık sorununda bile maddi ve manevi olarak, ilgililer ve yetkililer hakkında
ceza davası açacaklarını yazılı olarak belirtebilirler.
Öğretmenler, eğitim
öğretim yılı başında tam teşekküllü bir hastaneden sağlık raporu alarak, RF
radyasyonlu sınıflarda çalışmak istemediklerini ve doğabilecek sağlık
sorunlarına bağlı olarak yetkililer hakkında maddi ve manevi ceza davası
açacaklarını belirten yazılı başvurularda bulunabilirler.
Elbette bunlar sorunun
çözümüne yönelik geçici tedbirlerdir. Asıl yapılması gereken, öğrenci ve
öğretmenleri yoğun bir radyasyon ortamında kalmaya mahkûm bırakan Fatih
Projesi’nden bir an önce vazgeçilmesidir. Yine de karar velilerin, öğretmenlerin
ve öğrencilerindir. Çünkü hayati risk altına girecek olanlar onlardır.
Çocukları bir dizi sağlık sorunuyla karşılaşacak olanlar öğrenci velileridir.
Not: Bu konuda daha
ayrıntılı bilgi ve öneriler ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi’nin 29. sayısında yer
almaktadır. Soruna duyarlı veliler ve öğretmenler derginin ilgili sayısını
okuyabilirler.
SURİYE'Yİ NEDEN ÇÖKERTMEK İSTİYORLAR?
Suriye’yi Neden Çökertmek İstiyorlar?
“Gaz kullanımıyla ilgili tereddütleri
anlamakta güçlük çekiyorum. Oysa biz Barış Konferansında gazı sürekli bir savaş
yöntemi olarak kesin karara bağladık. Şahsen uygar olmayan halklara karşı
zehirli gaz kullanılmasına açıkça taraftarım.”
Winston Churchill, War Office
Minute, 12 Mayıs 1919
Burjuva
uygarlığı yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart üzerinde yol alıyor. Bu alandaki
aşırılığın ve hoyratlığın ortalama insanı isyan ettirmemesi mümkün değil.
Görünen o ki, isyan edenler çoğunluk değil... Aslınla insanlığın nasıl da
sefil, rezil ve kepaze duruma düşürüldüğünü görmek için derin “bilimsel
açılımlar”, rafine sosyo-psikolojik tahliller, gerekmiyor. “Yüzünü Suriye’ye
çevir anlarsın” denecektir. Elbette yalan, ikiyüzlülük ve çifte standart
burjuva uygarlığının bir keşfi değildi. İnsan toplumunun sınıflara ayrıldığı
günden beri varolan bir şey... Zira egemenlik [iktidar] gizlemekle mümkün ve
gizlemek aldatmak için gerekli. Bu yüzden gizlemesini
bilmeyen yönetmesini de bilemez denmiştir. Kim bilir, belki bilinen tarihin
hiç bir döneminde böylesi bir kepazelik yaşanmamıştır... İletişim alanındaki
devasa gelişme, yalan cephesine büyük imkânlar sunuyor. Artık yalanı büyütmek
ve yaymak çok kolay...
Suriye
halkı tam 28 aydır NATO’cu emperyalist cephenin, Siyonist İsrail ve Türkiye
başta olmak üzere bölgedeki gerici/Amerikancı, pro-emperyalist, pro-Siyonist
devletlerin saldırısına karşı kahramanca direniyor. Otuz düvelle birden savaşıyor.
Sadece otuz düvelle de savaşmıyor, bir de devasa bir küresel medya ordusuyla
savaşıyor. Gerçek durum bu ama insanlara başka hikâye anlatılıyor, başka
fotoğraf gösteriliyor. Vicdan sahibi –eğer hâlâ vicdan diye bir şey kalmışsa-
bir insanın bu utanmaz duruma itiraz etmesi gerekmiyor mu? Peki; neden itiraz etmiyor/
edemiyor veya itirazın neden reel bir karşılığı yok? Bunun iki nedeni var:
Birincisi yeteri kadar durumun bilincine varamamak ve ikincisi de örgütsüzlük.
Örgüt yoksa bilinç pek işe yaramıyor...
Suriye’ye
saldırının gerekçesi, “halkı diktatörden kurtarmak, oraya demokrasi götürmek”...
Eğer “uygar dünya” veya emperyalist kamp, böylesi yüksek insanî kaygılar
taşıyor olsaydı, geride kalan yaklaşık 60 yılda sayısız darbeler peydahlamazlar
onca kanlı diktatörü sonuna kadar desteklemezlerdi. Dünyanın bu tarafında
diktatörlükler her zaman emperyalist Batı’nın en çok tercih ettiği rejimler
oldu. Zira, emperyalizmin varlığı demokrasinin engellenmesine bağlıdır. Demokrasi
sosyal eşitliği varsaydığı için... Gerçek durum böyledir ama söylem farklıdır.
Tabii diktatör emperyalist çıkarlara hizmet etmek kaydıyla... Eğer artık emperyalist
çıkarlarına hizmet etmiyorsa, kontrolden çıkmışsa veya çıkma potansiyeli seziliyorsa,
anında kanlı diktatör, zalim, halk düşmanı, dünya barışı için tehlikeli, çıban
başı, vb. ilan edilir ve artık katli vaciptir. Hemen bir şeytanlaştırma
kampanyası başlatılır. Medya devreye sokulur... Panama’da Noriega’nın başına
gelen, söylemek istediğime tipik bir örnektir... Kendi çıkarlarına hizmet
ettikleri sürece diktatörlere diktatör demezler. Birbirlerini karşılıklı hediyelere
boğarlar, barış ödülleri alıp-verirler... Diktatörün “bölge ve dünya barışına
değerli katkılarından, “tarihi dostluktan” söz edilir. Demokratik, kendi halklarının
çıkarlarına sahip çıkan, kendi ayakları ütünde durabilen, kolonyalist/emperyalist
sömürü, yağma ve talana izin vermeyen, beşeri ve doğal kaynaklarını kendi
halkının yararı ve refahı için kullanan rejimlerin varlığı, emperyalistlerin
korkulu rüyasıdır. Kendisiyle ilgili kararları kendi veren, ulusal bilince
sahip bir halk emperyalist sömürüye izin verir mi, itilip-kakılmaya razı olur
mu? Netice itibariyle emperyalistlerin ağzına insan hakları, barış, demokrasi
gibi kavramlar yakışmaz.
05 Eylül 2013
RADYASYONLU OKULLAR AÇILIYOR!!!
Öğretmen
ve Öğrencileri Bekleyen Kanserojen Tehlikesi:
Radyasyonlu Okullar
Atalay
Girgin*
İnsan hayatına ve
sağlığına gösterilen hassasiyetin dinsel temelli ve saplantılı
siyasal-ideolojik söylem ve düzenlemelerden, ekonomik ve askeri kaygılardan, manipülatif
amaçlı kanunlardan öteye gitmediği toplumlarda, radyasyonlu okul gibi uygulamalar bir turnusol kâğıdı işlevi görür:
İnsan hayatını ve sağlığını korumanın ilkesel olup olmadığını açığa
çıkarıveren.
Kadını ve erkeğiyle, çocuğundan gencine ve yaşlısına
toplumun her kesiminin sağlığını koruma görevinin olduğunu ileri sürerek, alkol
ve sigara konusunda düzenlemelere girişenler, bu yaklaşımın kendileri için
ilkesel bir değerinin olmadığını bir kez daha ortaya koymaktalar.
Önceliklerini, insan hayatı ve sağlığını her koşulda koruma ilkesinin değil,
dinsel temelli saplantılı / hastalıklı / yanılsamalı siyasal-ideolojik
kabullerin belirlediğini sergilemekteler. Bunun en son ve tipik örneği; Fatih
Projesi adı altında, şatafatlı bir biçimde kamuoyuna sunulan radyasyonlu sınıflar
ve radyasyonlu okullardır. Radyasyonlu okullar, kamuoyunda ve basında Fatih Projesi adıyla bilinmekte, ne var ki adı telaffuz edilmemektedir. Buna bağlı olarak da akıllı tahta ve öğrencilere dağıtılacak olan tablet bilgisayarlar bağlamında, genellikle iktidar yandaşı kesimlere dağıtılan / dağıtılması olası rant haberleriyle gündeme gelmektedir. Ancak asıl can alıcı sorun gözardı edilmektedir. Bu sorun, ilköğretim birinci ve ikinci aşamadaki çocukların, ortaöğretimdeki gençlerin ve öğretmenlerin hayatı ve sağlığıdır. Söz konusu projenin uygulamaya geçmesiyle birlikte milyonlarca öğrenci ve yüzbinlerce öğretmen risk altına sokulacaktır. Ve bu tehlike artık kapıdadır.
Radyasyonlu okulların bu eğitim
öğretim yılıyla birlikte hızla yaygınlaştırılacağı bilinmektedir. Her sınıfta
bir akıllı tahta, en az otuz tablet bilgisayar olacaktır. Bunlar gün boyu,
okulun türüne ve aşamasına göre 40-45 dakikalık süreler halinde 5-6-7-8 ders
saati çalışacaktır. Bunun en basitinden, kısaca anlamı şudur: Sınıf ortamı
Radyo Frekans (RF) radyasyonuyla kaplanacaktır. Yani her sınıf, birer RF
radyasyonu alanına dönüşecektir.
Bu sınıflardaki
öğrenciler ise doğrudan çocuklardır. Oysa ilköğretim birinci ve ikinci
aşamadaki ve ortaöğretimdeki çocuklardan oluşacak sınıflarda RF radyasyonun
özgül soğurulma oranı (SAR) üzerine, uzun erimli hiçbir çalışma yapılmamıştır.
Ne sağlık bakanlığı başta olmak üzere devletin herhangi bir bilimsel
kuruluşunun ne de uluslararası bilimsel kuruluşlardan herhangi birinin elinde
bu konuda yapılmış ve olumlu referans oluşturacak bir çalışma vardır. Milli
Eğitim Bakanlığı, hiçbir ölçüm yapılmamış, dolayısıyla ellerinde olumlu bir değer
oluşturacak herhangi bir sonuç olmamasına rağmen, öğrencileri ve öğretmenleri
RF radyasyonlu sınıflara mahkûm etmeye çalışmaktadır. Oysa böylesi bir
uygulama, tabiri caizse öğrenci ve öğretmenleri, Nazilerin Yahudileri gaz
odalarına kapatması gibi, RF radyasyonlu sınıflara kapatıp hastalanmalarını, ağır
ağır ölmelerini ya da sakat kalmalarını beklemektir.
Sıfatına statüsüne,
etkisine yetkisine bakılmaksızın, hangi hastalıklı zihnin ürünü olursa olsun, bu
kabul edilebilecek bir durum değildir. Hiçbir velinin, çocuğunun bu sınıflarda
ders görmesini isteyeceğine, öğretmen sıfatını hak eden hiçbir öğretmenin bu
uygulamayı kabul edip öğrencileri bu sınıflara zorla sokacağına ihtimal verilemez.
Elbette bunun iyi niyetli bir ifade ve temenni olduğunun da bilincindeyim.
Çünkü her ülkenin her toplumun Hitleri de Hitlercikleri de onların karşısında
“ölü yıkayıcının elindeki ölü kadar itaatkâr olmanın” erdemlerine inanan Eichmannları
da vardır. Hele hele “yalnızca yasaların gereğini”1 yaptığını, hükümetin ve üstlerinin emirlerine
uyduğunu söyleyerek kendisini savunmaya, masum göstermeye çalışacak Eichmanların
sayısı hiç de azımsanmayacak denli çoktur. Bunu anlamak ve öğrenmek için de
tarihin tozlu sayfalarında araştırma yapmaya, fazla ötelere gitmeye gerek yok.
Baktığını gören, gördüğünü anlayabilenler için 12 Eylül’e, işkencehanelerdeki
polislere, Mısır’da yaşananlara, Gezi olaylarında olup bitenlere göz ucuyla
bakmak bile yeterli, arif olanlar için…
09 Temmuz 2013
BONAPARTINI ARAYAN ÜLKE: MISIR
Bonapartını
Arayan Ülke: Mısır
Atalay
Girgin*
Karl Marx ünlü
eserlerinden biri olan “Lois Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”nin daha giriş
cümlelerinde şöyle der: Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün
tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel
eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi…
Mısır’da 2011 ve 2013
yılı Tahrir’inde gerçekleşenlerden ve kapısını araladıklarından hangisinin kimler
için trajedi kimler için komedi olduğunu şimdiden söylemek kolay olmasa da,
kısa dönemde gelişen olayların ve gelişme potansiyeli olan olayların hiç de iç
açıcı olmadığı ortada. Bu durum, yalnızca Mursi taraftarı Müslüman Kardeşler ve
onlara karşı 30 Haziran’da Tahrir Meydanı’nı doldurarak bugünkü gelişmelerin
vesilesi yapılmış muhalefet için değil, keskin bir ayrışmanın yaşandığı tüm
Mısır için geçerli.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)