18 Şubat 2018

Memurdan Öğretmen Öğretmenden Memur Olur Mu?

Memurdan Öğretmen, Öğretmenden Memur Olur Mu?
Atalay Girgin*

Gerçekliğin hakikatinin sırra kadem bastığı, yanılsamaların hakikat sanıldığı yerde, soran, sorgulayan, düşünen ve düşündüğünü söyleyen insanlar sevilmez. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözü haklı kılınırcasına, bir anda “günah keçisi” ilan ediliverirler. “Onuncu Köy”ün kapısına bile kilit vuruluverir. 

Ne var ki bunu göze almadan da gerçekliğin hakikatini dillendirmek, sanıldığı kadar kolay değildir. Hem öğretmen olup hem de öğretmenler ve öğretmenlik üzerine, gerçekliğin hakikatine dair eleştirel düşünceleri ifade etmek, ne yazık ki, neredeyse hiç hoş karşılanmaz. Çünkü bu, alkışa teşne bir biçimde egoları şişirip akıntıya kürek çekmek varken, bir alabalık misali, akıntıya karşı yüzmeye, çağlayan çıkmaya yeltenmektir. Ama olsun, yine de bir yerinden başlamak gerek.

Memurdan Öğretmen, Öğretmenden Memur Olmaz

“Memur öğretmenler”, öğretmen memurlar konusu da bu türden netameli konulardan biridir. Öğretmenin ve öğretmenliğin neliği ve değişen gerçekliği dikkate alınıp düşünülmeden, telaffuz edilen ve kabullenilen “memur öğretmen”, “öğretmen memur” nitelemesi kendi başına bir sorundur. Çünkü kelimenin gerçek anlamında öğretmenden memur, memurdan da öğretmen1 olmaz.

Bunun temel nedeni, memurluk ile öğretmenliğin uzlaşmaz oluşudur. Memur zihniyetiyle ya da memurluğu içselleştiren bir bilinç haliyle öğretmenlik yapılamaz. Memurluk zihniyetiyle yapılan öğretmenlik, eğer hâlâ geçerli ve doğru olduğu kabul ediliyorsa, “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirme” işlevini yerine getirilemez. Çünkü memurluk, hiyerarşik bir işleyiş kabulü temelinde, genelgelere, yönergelere, amirin emir ve isteklerine göre yapılan ve asıl olarak, ast-üst ilişkisine dayanan biçimsel bir iştir.

Öğretmenlik ise, yetiştireceği nesillerden önce, asıl olarak öğretmenin fikir, irfan ve vicdan açısından “hür” olmasını gerektiren, en büyük düşmanı biçimsellik olan bir iş, bir sanattır. Öğretmenin, öğretirken öğrenmesini, öğrenirken öğretmesini ve her daim kendini hem alanında hem de genelde, yenileyip değiştirmesini gerektirir. Dahası soran, sorgulayan ve eleştirel bir yaklaşım ve düşünsel ufuk zenginliğiyle kendini taçlandıran biri olmasını da…

Ne yazık ki yıllardır, öğretmen açısından olması gereken ile olan arasındaki açı sürekli genişlemiş ve ikincinin hükmü, bir gerçeklik olarak tepeden tırnağa arz-ı endam eylemiştir. Günümüzde, olan ile olması gereken birbirine aykırı yönlere doğru bakmaktadır. Bu gerçekliğin, günümüz bir yana, yakın bir gelecekte değişeceğine dair de herhangi bir emare yoktur. Bunun iki temel nedeni vardır: Bunlardan birincisi, öğretmeni memurlaştırmak, ikincisi ise memurdan öğretmen yaratmaktır.

04 Şubat 2018

İnsanların nefes almasını da yasaklayabilir misiniz?

İnsanların nefes almasını da yasaklayabilir misiniz?

Fikret Başkaya


Müslüman Kardeşlerin Türkiye versiyonu olan Politik İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 3 Y ile mücadele vaadiyle iktidara geldi: Yoksulluk, Yolsuzluk, Yasaklar... Daha sonra adını fiilen değiştirdi, AK Parti oldu... Herhalde bunu adaleti ve kalkınmayı parantez içine almak için yapmışlardı. Adalet ve Kalkınma böylece görünür olmaktan çıktı. Üstelik yeni adını söylemeyeni düşman saydılar... Bir bildikleri varmış NETEKİM!... Geride kalan 15 yılda artık adaletin esamesi okunmadı. Zaten kalkınma diye bir kaygıları da yoktu ve olamazdı... Politik İslamcı bir iktidarın o tarakta bezi olması mümkün değildir. Zira Politik İslamcıların bir toplum projesi yoktur. Kaldı ki, dünyayı anlamaktan da acizdirler. Çözümü geride, eskide aramak gibi bir aymazlıkla malûldürler... Onlar kalkınmadan bu ülkenin varını-yoğunu talan etmeyi, yağmalamayı, kendilerini ve kendilerine benzeyenleri zengin etmeyi anlıyorlar... Ve artık yağmalanmamış, talan edilmemiş bir şey de bırakmadılar. Akıl almaz bir "rant düzeni" kurdular. Boş buldukları her yeri betonlaştırdılar, kentleri öldürdüler, 'Büyük Projelerle' ekolojik dokuyu, eko-sistemi mahvettiler...

Bir de ülkeyi 'askeri vesayetten' kurtarmayı vadetmişlerdi. Tabii askeri vesayete halisane özgürlükçü/demokratik kaygılarla karşı değillerdi. Kendi vesayetlerini tesis etmede askeri vesayeti bir engel olarak gördükleri için... Gerçek niyetlerinin ne olduğunun anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Bağnaz özgürlük ve demokrasi düşmanı olan Politik İslamcıların öylesi kaygılara sahip olması zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Hakların, özgürlüklerin, hukukun, adaletin kırıntısına bile tahammülü olmayan bir dinci iktidarın kendi vesayetini dayatmaktan başka bir kaygısı olabilir miydi? Netice itibariyle kendi dinci/gerici/yağmacı/talancı vesayetlerini dayatmak için başkalarının vesayetini bahane etmişlerdi...

Adnan Oktar ya da Harun Yahya Gerçekleri

Adnan Oktar Gerçekleri
Çağlar Ezikoğlu
"Tarafıma karşı "Atalay Girgin Yanılıyor" başlığıyla üfürükten bir yazı kaleme alan, İslam'ın ve Müslümanların mümtaz temsilcisi, müritlerine-Müslümanlara  "sonsuz hayat kapısını aralayan" Adnan Oktar'a, yani nam-ı diğer Harun Yahya ya da "Adnan Hoca"ya dair gerçeklerden hareketle bir kaç hakikat... 
Bugüne kadar kendisine ve televizyonunda İslam ve Müslümanlar için yaptıklarına karşı hiçbir kayda değer siyasetçinin tek bir kelime etmediği bu zat-ı muhteremin seçkin canlı yayın konukları arasında AKP iktidarının milletvekili, Anayasa profesörü Burhan Kuzu'nun da yer aldığını unutmayın! Keza İslam ve Müslümanlık üzerine ahkam kesen bir dizi zevatın da..."
 Ve aşağıdaki yazıyı okurken düşünün: Neden, her önüne gelene dinden, imandan, manevi değerlerden söz edenlerin, milli ve yerli olmaktan dem vuranların Adnan Oktar ve avenesinin-müritlerinin yaptıklarına ilişkin hiç bir itiraz ve eleştiride bulunmadığını düşünün... Dahası, "din nedir" bunu da düşünün...

Son günlerin en tartışılan figürlerinden birisi oldu Adnan Oktar. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ile girdiği sözlü münakaşadan sonra, özellikle magazinsel bir figür olmasından mütevellit toplumun bazı kesimleri tarafından şirin gösterilmeye çalışıldı. Tıpkı, açık giyindiğini iddia ettiği kadınların taciz edilmesi gerektiğini savunan fakat iktidar tarafından gözaltına alındıktan sonra ‘muhalif İslamcı’ diye pazarlanmaya çalışılan Alpaslan Kuytul gibi. Diyanet İşleri Başkanlığının kurduğu çarpık düzeni yazmaya sayfalar yetmez elbet, ama sırf Diyanet ile tartışmaya başladı diye Adnan Oktar’ı sütten çıkmış bir ak kaşık gibi pazarlamak, tarihsel gerçekleri çarpıtmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmez. Peki nedir bu tarihsel gerçekler? Şöyle bir geçmişe dönelim, tarihin tozlu sayfalarını yeniden açalım.
Tarih yaprakları 12 Kasım 1999’u gösteriyordu. O gece emniyet güçleri, kamuoyunda ‘Adnan Hocacılar’ olarak bilinen dini bir tarikate karşı operasyon başlattı. Tarikat evleri bir anda basıldı ve tarikat lideri Adnan Oktar yani Adnan Hoca "uygunsuz" bir haldeyken ele geçirildi. Hoca, o gece kendisine sunulan genç bir kızı koynuna almaya hazırlanırken yakalanmıştı. O kız, henüz 19 yaşında Adnan Hocacıların tuzağına düşmüş manken Tuğçe Doras’tı. Kendisi gibi manken olan yakın arkadaşı Seçkin Piriler, erkek arkadaşından yeni ayrılan Tuğçe’yi, Adnan Hocacılar grubunun içerisinde yer alan yakışıklı iyi giyimli genç erkekler ile görüştürmeye başlamıştı. Bu çevreden ve Adnan Hocacıların ileride vaat ettiklerinden etkilenen Tuğçe zaman ilerledikçe tarikate daha çok ilgi duymaya başladı. Tuğçe, artık tarikatın dini toplantılarına katılıyor, Seçkin ile birlikte "Kardeşler" denilen grupla görüşüyordu. Sonunda Adnan Hoca'yla tanıştı. Genç kızı Silivri'deki çiftlikte gören Adnan Oktar'ın ilk sözü, "Sende İslamı görüyorum" oldu. Ve Hoca, o akşam, Tuğçe'nin Kandilli'deki villada kendisine getirilmesini istedi. Tuğçe, Adnan Hoca'nın cariyesi olacaktı. Ancak, polis baskını genç kızı bu tuzağa düşmekten kurtardı. Gözaltına alınanlar arasında Tuğçe de vardı. İlk başta konuşmak istemedi. Ama diğer genç kızların durumunu görünce nasıl bir uçurumun kenarından döndüğünü anladı. Ve tarikatın çirkin yüzünü bir bir anlattı.
Tuğçe’nin itiraflarına ve tarikatın gerçek yüzüne geçmeden evvel birkaç kelam edelim. Adnan Hoca ve tarikatının gerçeklerini yazmak aslında bu ülkenin basın yayın organlarında pek fazla görülmemiş bir husus. Muhalif medya organlarında veya o organlarda köşeleri olan yazarların da Adnan Oktar meselesi konusunda ne kadar ketum olduğunu görüyoruz yıllardır. Zira Adnan Oktar kendisi hakkında eleştiride bulunanları dava veya başka yollarla yıldırma politikasını ısrarla sürdürüyor. Ama son günlerde yeniden gündem oldu Adnan Oktar ve tarikatı. Viyana’da yaşayan Türk bir baba kızlarının Adnan Oktar ve tarikatı tarafından zorla alıkonulduğunu iddia edip Türkiye’ye gelerek gerekli mercilere şikayette bulundu. Ama her ne hikmetse hala istediği sonucu alamadı. Size daha vahim bir noktayı söyleyeyim. Son birkaç aydır Adnan Oktar, ‘kedicik’ olarak adlandırılan kadın müritleri ile neredeyse kucak dansına varacak erotik danslar eşliğinde programlar yapıyor. Bırakın Adnan Oktar ve tarikatı hakkında yaptırımı, bugün televizyon ekranlarındaki alkolü buzlayan, küfürü bipleyen siyasi iktidarın temsilcilerinden hiçbirisi Adnan Oktar hakkında bir çift laf dahi edemiyor. Bahane olarak, ‘ama internetten yayın yapıyorlar, bir şey yapamıyoruz’ diyen RTÜK yetkilileri bu ülkede tek bir imza ile istenilen her internet sitesinin rahatlıkla kapatılabileceğini bilmiyorlar m? Her fırsatta dinden, ahlaktan, muhafazakarlıktan dem vuran o yandaş medyanın yazar çizer tayfası bir Allah’ın günü Adnan Oktar’ı köşelerine yazamadılar. Peki nedir bu korkunun sebebi? Ya da nedir bu Adnan Oktar’ın dokunulmazlığı?

24 Ocak 2018

Emperyalizmin Truva Atı: STK'lar

   EMPERYALİZMİN TRUVA ATI:STK’LAR

                                                                     Atalay Girgin                      
           
Sivil toplum· kurumları (STK) denilince, ilk akla gelen, sendikalar, dernekler, vakıflar gibi kuruluşlardır. Sivil toplum örgütü (STÖ) olarak da nitelenen bu kuruluşların (istisnaları olsa da), emperyalizmle, hem de onun “Truva Atı” olabilecek denli bir ilişki içerisinde olması mümkün müdür? Dahası, genelde toplumsal sorunlarla ilgilenen, bulundukları ülkelerde devlete ya da varolan düzene muhalif olan, hatta yer yer düzenin siyasal bilinç sınırları dışında bir söyleme de sahip olan STK’lar ve yöneticileriyle, emperyalist-kapitalist devletlerin egemen sınıfları ve onların resmi ya da gayri resmi uluslararası faaliyette bulunan kurumları neden ve niçin, doğrudan ya da dolaylı ilişki kursun ki? Ya da tersine; bu kurumlarla, STK’lar ve yöneticileri neden ve niçin, doğrudan ya da dolaylı ilişki kuruyor olsun ki? Eğer iki taraf da karşılıklı olarak bir ilişki içindeyse, bu, neden, niçin, nasıl olmaktadır? Görünüşte çıkar birliği içinde olmaları mümkün görünmeyen bu kesimler arasında bir ilişki kurmak ya da bunları ilişkilendirmek, asılsız bir iddia, karalama ya da bir iftira mıdır?

Hem sorulara hem de yanıtlara ilişkin kuşku elden bırakılmamalıdır. Ama bunun yanısıra da unutulmamalıdır ki, her şey değişmektedir. Dolayısıyla her şeyin değiştiği bir dünyada, kapitalizmin gelişimine, sermayenin yoğunlaşmasına bağlı olarak, burjuvazinin ihtiyaçları, yönelişleri de ekonomik, sosyal, siyasal ve ideolojik anlamda değişimler göstermektedir. Elbette ki ilişkilenme biçimleri, yöntemleri ve araçları da... Bundan dolayıdır ki, sorulara ve yanıtlara ilişkin korunması gereken kuşku, gerçekliğin, özellikle bu yazının konusunu oluşturan STK’lara ilişkin gerçekliğin, bize sunulan tüm (yazılı, sözlü, görsel, hatta eylemsel) görünümlerine ilişkin de kıskançlık ve kararlılıkla sürdürülmelidir.

14 Ocak 2018

Arzu ve Aşk... Platonik Aşk... Şizofrenik Aşkların Kılıfı

Platonik Aşk Ya Da Şizofrenik aşkların ‘kılıfı’

Atalay GİRGİN

Arzu ve aşk… Önce arzu vardır. Sonra aşk…

Aşık olunan her insan, aynı zamanda arzulanandır. Ama arzulanan her insan, aynı zamanda aşık olunan değildir. Arzulanmayan hiçbir insana aşık olunmaz. Arzulanan her insana da aşık…



Ancak arzu ile aşk arasında nesnesine yönelişleri ve ilişki kurma biçimleri açısından temel farklılıklar vardır.

Arzu, öncelikle yönelenin yöneldiği nesneyle, esas olarak iki tür ilişki kurma biçiminde kendini gösterir.


Bunlardan birincisi, ona sahip olma, onu kendinin kılma isteğidir. Bu isteğin şiddeti, arzulayanın arzuladığını, bir nesne olarak elde edip onu tüketmesine de, elde edemeyip kendini tüketmesine de, dahası hem kendini hem de nesnesi yok etmesine de yol açabilir.

18 Ekim 2017

Evrim, ‘Kedicikler’ ve Piltdown

Evrim, ‘Kedicikler’ ve Piltdown

Tayfun Atay

Her tarafım tırmık çizik içinde!
Hay, şu “Darwin ve din” yazısını yazmaz olaydım!..
Adnan Oktar'ın “Kedicikler”i “tweet-retweet” olup tırmaladı, ısırdı her yanımı…
“Allah’ı inkâr eden en büyük sistem olan Evrim’in kurucusu Darwin”in dindar olduğunu söylediğime bozuldular.
“Evrim’in ne demek olduğunu biliyor musunuz Tayfun Bey” diye sordular.
“Yaratılış”ı ispatlayan 700 milyon fosili yüzüme çarptılar.
“Darwin, Allah yok, her şey tesadüf dedi” yumurtlamasında bulunup altına “Sizce bunlar tesadüfle mi oluştu” diye güzel mi güzel, tatlı mı tatlı böğürtlen, çilek, kiraz, portakal, süt, peynir, kaymak görüntüleri serpiştirdiler.
***
Hâlbuki ben de aynı saatlerde Mehdiliğini şafak sayar gibi beklediğimiz Adnan Hoca’mızın Boğaz’da yat sefasında görkemlice oturduğu masanın etrafına dizilmiş, aynen güzel mi güzel, tatlı mı tatlı diğer “Kedicikler”e bakıyordum.
Ve zaten ikna oluyordum: Bunların hiçbiri “tesadüf”le oluşmadı!
Yaratılışı ispatlamak için önüme 700 milyon fosil sermeye gerek yok.
"Kedicikler" bizatihi ispatlıyor: Her tarafları, dudakları, burunları, yanakları, kaşları, kalçaları… Hepsi tam bir yaratılış, hem de “baştan yaratılış” harikası!..

DARWİN ve DİN

DARWİN ve DİN

Tayfun Atay

Dan Brown’ın bu ayın başında çıkan yeni romanı “Başlangıç”, Frankfurt Kitap Fuarı’nda yazarın katıldığı basın toplantısıyla tartışmaya açılmış. Dün, Ertuğrul Özkök de Brown’la yaptığı röportajı sundu köşesinde. 

Tanrı, dinler, yaratılış, evrim gibi birbiriyle hayli gerilimli titreşim içindeki kavram, kurum ve kuramlar üzerinden şekillendiği, dolayısıyla elbette “çok-satacak” romanı henüz okumadım ama ilk fırsatta okuyup değerlendirme yazmak istiyorum.

Özkök’ün röportajına bakılırsa roman, Tanrı inancını sorgularken evrim kuramını savunan bir mesaj vermekte. Brown’a romanda “Darwin’in Evrim Teorisi”ni sıkı bir şekilde savunduğunu belirtip bir soru yöneltiyor o… 

Bir de “Ölüm döşeğine geldiğinizde rahip çağıracak mısınız” şeklinde, kendince “kritik” saydığı bir soru sormuş. Brown’ın cevabı, “Yanıma gelecek bir rahip bulunacağını sanmam” şeklinde… 

Bu cevap beni toprağı bol olasıca Darwin’in son nefesi noktasında rahiplerle ilişkisini hatırlamaya sevk etti!..

27 Eylül 2017

Vaclav Havel Ödülü Burhan Sönmez'e Verildi.

VaclavHavel Ödülü “İstanbul İstanbul” Romanına Verildi
Haymanalı Yazara Uluslararası Ödül

2013 yılında “Şehriyle buluşan yazarlar” etkinliği çerçevesinde Haymana Nuri Bektaş Anadolu Lisesi’ne de konuk olan, öğrencilerle söyleşen Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul romanıyla VaclavHavel Ödülü’ne layık görüldü. Sönmez, ödülün Türkiye’de yazmaya cesaret gösteren herkes için verilen bir ödül olduğu değerlendirmesinde bulundu.

Yazar Burhan Sönmez, İstanbul İstanbul adlı romanıyla VaclavHavel Ödülü’nün sahibi oldu. VaclavHavel Kütüphanesi Vakfı Genel Müdürü PavlaNiklova, ödülü duyurduğu konuşmasında “VaclavHavel’in savunduğu demokratik değerler için korkusuzca ayağa kalkan Türkiye’nin en seçkin yazarlarından birine bu ödülü vermekten büyük onur duyuyoruz” dedi.

Özgürlük temelindeki yaratıcı çalışmasından dolayı ödüle layık görülen Sönmez, BirGün’e yaptığı değerlendirmede ödülü kalemi ve kürsüsü baskı altında elinden alınmış tüm akademisyen, yazar ve gazeteciler için aldığını ifade etti.

Sönmez ödüle layık görülmesine ilişkin şunları söyledi:

“Edebiyatın ölçülür duygusuyla kendisine yer bulunabildiği ve baskıya maruz kalabileceği çok açık bir çağda yaşıyoruz. Tarih içerisinde de bunun bedelini çok ağır ödeyen yazarlar oldu. Stefan Zweig’tan Sabahattin Ali’ye birçok yazardan bahsedebiliriz… Ödenen bu bedelleri göz önünde bulundurduğumuzda ise geçmişe dönüp baktığımızda bugün hâlâ aynı yerde olduğumuzu görüyoruz. Ancak aynı yerde olduğumuz hep kötü gidiyor anlamına da gelmez. İnsana verilen değerler açısından hala önemli bir yer kaplıyoruz. Böyle bir ödülü almak da Türkiye gibi bir yerde kişisel bir şey değil. Verilen ödül bir yazara değil, yazmaya cesaret gösteren herkese verilmiştir. Ödülü, baskı altında, kalemi ve kürsüsü elinden alınmış gazeteci, akademisyenler ve yazarlar için alacağım.”

28 Eylül’de New York’ta takdim edilecek

Ödül için 28 Eylül’de New York BohemianNationalHall’de bir tören düzenlenecek. Ödül, The New York Review of Books’un baş editörü Ian Buruma tarafından Burhan Sönmez’e takdim edilecek. Burhan Sönmez’in çeviri hakları 25 dile satılan son romanı İstanbul İstanbul geçen yıl ABD, İngiltere ve Hindistan’da İngilizce yayımlanmıştı.

Her yıl verilen ödülün sahibi, kitabı İngilizce yayımlanmış yazarlar arasından belirleniyor. VaclavHavel Ödülü’nün ödül komitesi bu yılki aday listesini hazırlarken, Uluslararası Af Örgütü, Index on Censorship, Uluslararası Pen, VaclavHavel Kütüphanesi, WordsWithoutBorders gibi kurumlardan görüş aldı.
Ödül daha önce Nadia Murad, LyudmilaAlexeyeva ve Anar Mammadli’ye verilmişti.


29 Ağustos 2017

Felsefe ve İnanç Ya da İnanç ve Felsefe

"Felsefe hakikatin peşindedir" Ya Din...?



Geçtiği­miz hafta pek çok yazarın köşesine taşıdığı bu iddia, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından çıkarılan aylık ‘Diyanet’ dergisinin ağustos sayısında “Deizm, Ateizm, Nihi­lizm Kıskacında İnsanlık” konu­sunun işlenmesinin ardından alevlenmişti.Türkiye’de ve dünyada semavi dinlere sempati azalıyor. Deizm hızla yaygınlaşıyor. Peki neden? HaberTürk gazetesinde Kübra Par bu konuyu İmam hatip mezunu ve imam hatip ve ilahiyat mezunu olan  ODTÜ Fel­sefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Yasin Ceylan’a sordu.
İşte o röportajdan çarpıcı başlıklar;

"Kutsal kitap­lardaki metinlerin bilimlerle çeliştiğine inananların sayısı arttı"

"Deizm, tüm evrenin gerisinde hareket veren bir güç olduğuna inanan bir Tanrı inancıdır. Ancak bu Tanrı insanların ilişkilerine karışmaz. Sadece ilk hareketi verir, dolayısıyla bir elçi göndermez, kut­sal kitap göndermez. Yasaklar koymaz. Bir Tanrı vardır ama sadece evrene baş­langıç hareketi veren bir kudrettir. Gençle­rin neden deizme yön­lendiğiyle ilgili ben bir araştırma yapmadım ama Batı basınında da bu tür makaleler çıkıyor. Kutsal kitap­lardaki metinlerin bilimlerle çeliştiğine inananların sayısı arttı. Batı’da, modern çağda artık geleneksel Hıris­tiyanlık inancındaki Tanrı’yı kabul eden, kiliselere giden çok az kişi kaldı."

13 Ağustos 2017

Sakın Bu 'Üniversiteliler'den Olmayın!

Sakın Bu 'Üniversiteliler'den Olmayın!!!

‘Buraya kitap okumaya değil, diploma almaya geldik!’


Aşağıdaki yazıyı okuduğunuzda başlığı da anlayacaksınız. Eğer o 'üniversiteliler'den biri olursanız, ülkeyi yöneten siyasetçilerden, birilerinin önünde vecd içinde secde  ederek, onun bunun elini eteğini öperek makam-statü-servet sahibi kişilerden biri olabilirsiniz belki... Lakin, sorun kendinize "Ya İnsan?" olabilir, insan kalabilir misiniz? Eğer insan olmak ve insan kalabilmek sizin için önemli  değilse, koyverin gitsin! Bu yazıyı da okumanıza gerek yok zaten...

İşte  TAYFUN ATAY'ın kaleme aldığı o yazı:



"ÖSYS sonuçları ve kontenjan açıkları tartışılması gereken o kadar çok eksene sahip ki kanımca en doğrusu bir “yazı dizisi” hazırlamak olabilir. Bunu düşünecek arkadaşlarım için başlık da önereyim: “Üniversite nereye?”

Veya çok daha güçlü ve vurucu şekilde, “Elveda Üniversite!..”

Böyle bir başlığı bana en çok duyumsatan, sevgili hocam Prof. Bozkurt Güvenç’in öğrenciliği dâhil olmak üzere neredeyse ömrünün 70 yılını verdiği üniversite ortamına “veda”sına sebep teşkil eden bir hadise...

Kendisinden insan nedir, kültür nedir, toplum nedir, bilim nedir öğrendiğim, dolayısıyla öğrettikleriyle bırakın bin yılı sonsuza dek kulu-kölesi olacağım Bozkurt Hoca, 1990’larda emekli olduktan sonra da okumaya, yazmaya, öğrenmeye, öğretmeye devam etmiş, neredeyse asırlık bir üniversite emekçisi..."

Devamı: