EMPERYALİZMİN TRUVA
ATI:STK’LAR
Atalay
Girgin
Sivil toplum· kurumları (STK) denilince, ilk akla gelen,
sendikalar, dernekler, vakıflar gibi kuruluşlardır. Sivil toplum örgütü (STÖ)
olarak da nitelenen bu kuruluşların (istisnaları olsa da), emperyalizmle, hem
de onun “Truva Atı” olabilecek denli bir ilişki içerisinde olması mümkün müdür?
Dahası, genelde toplumsal sorunlarla ilgilenen, bulundukları ülkelerde devlete
ya da varolan düzene muhalif olan, hatta yer yer düzenin siyasal bilinç
sınırları dışında bir söyleme de sahip olan STK’lar ve yöneticileriyle,
emperyalist-kapitalist devletlerin egemen sınıfları ve onların resmi ya da
gayri resmi uluslararası faaliyette bulunan kurumları neden ve niçin, doğrudan
ya da dolaylı ilişki kursun ki? Ya da tersine; bu kurumlarla, STK’lar ve
yöneticileri neden ve niçin, doğrudan ya da dolaylı ilişki kuruyor olsun ki?
Eğer iki taraf da karşılıklı olarak bir ilişki içindeyse, bu, neden, niçin,
nasıl olmaktadır? Görünüşte çıkar birliği içinde olmaları mümkün görünmeyen bu
kesimler arasında bir ilişki kurmak ya da bunları ilişkilendirmek, asılsız bir
iddia, karalama ya da bir iftira mıdır?
Hem sorulara hem de yanıtlara ilişkin
kuşku elden bırakılmamalıdır. Ama bunun yanısıra da unutulmamalıdır ki, her şey
değişmektedir. Dolayısıyla her şeyin değiştiği bir dünyada, kapitalizmin
gelişimine, sermayenin yoğunlaşmasına bağlı olarak, burjuvazinin ihtiyaçları,
yönelişleri de ekonomik, sosyal, siyasal ve ideolojik anlamda değişimler
göstermektedir. Elbette ki ilişkilenme biçimleri, yöntemleri ve araçları da...
Bundan dolayıdır ki, sorulara ve yanıtlara ilişkin korunması gereken kuşku,
gerçekliğin, özellikle bu yazının konusunu oluşturan STK’lara ilişkin
gerçekliğin, bize sunulan tüm (yazılı, sözlü, görsel, hatta eylemsel)
görünümlerine ilişkin de kıskançlık ve kararlılıkla sürdürülmelidir.
Egemenler, egemenliklerini ve kurulu düzenlerini,
yanlızca, kendisine karşı gelenleri kılıçtan geçirip, katlederek; geride
kalanları tutuklama, sürgün, tehcir, malların müsaderesi, v.b cezalandırma
uygulamalarıyla sürdürmezler. Aynı zamanda, yenilenlerin temsilcilerinden arda
kalan kimilerini, derleyip devşirerek, mali, v.b ayrıcalıklarla ödüllendirerek
ya da tatlı sert yöntemlerle düzenin hizmetine
koşarak; kimilerine sığınma, korunma, barınma hakkı tanıyarak da
yaparlar bunu. Çünkü bu da bir tür meşruluk ilişkisi yaratır onlar için. Ki bu
yöntemlerin bazıları günümüzde varlığını
korusa da, bir çoğu geride kalmıştır artık. Ama egemenler, yengilerinden de
kısa dönemli yenilgi an ve süreçlerinden de dersler çıkararak, yeni yöntemler
ve araçlar geliştirmekte mahirdirler.
Yirminci yüzyılın yaklaşık olarak son çeyreği de,
dünya kapitalizminin ve onun egemen sınıfı burjuvazinin ve uluslararası
kuruluşlarının (başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere) sermaye birikim
biçimindeki değişikliğe, ulus-devleti aşmaya yönelişlerine koşut olarak,
ekonomik, siyasal ve ideolojik anlamda da “yeni” diye nitelenen yaklaşım,
söylem ve girişimlerine sahne olmuştur. “Yeni ekonomik düzen”, “yeni dünya
düzeni” bunların, kısmen de olsa,
bilinen örnekleridir. Ki bu
yaklaşım ve girişimlerin, toplumlardan, toplumsal sınıflardan ve toplumsal
hareketlerden bağımsız ve onlarla ilişkilenmekten arî olması söz konusu
değildir. Bunlarla ilişkileniş de genel olarak, temel toplumsal ve siyasal
kurumlar, örgütler ve önderlikleri aracılığıyla sağlanmaktadır. Dolayısıyla
bunların toplumlar, toplumsal hareketler ve özellikle de sınıfların örgütlenme
ve mücadeleleri üzerinde,
önderliklerinden hareketle, siyasal ve ideolojik olarak yönlendirici, biçimlendirici, kendisine eklemleyici, yer yer de devşirici
etkileri ve sonuçları vardır. İşte STK’ların işlevi burada ortaya çıkmaktadır.
STK
Finansörlerinden Biri Ya Da Bir Yemleyici: NED
Yönlendirici, biçimlendirici, eklemleyici ve devşirici
niteliklere haiz ilişkilerin tarihi, tahakküme, sömürüye, talana dayanan
ekonomik, sosyal, siyasi grupların ve bunlar arasındaki çıkar ve egemenlik
mücadelesinin ortaya çıkışına dek geri götürülebilse de; 1980’in ilk yıllarında
başlayan süreç, kapitalizmin gelişimi içerisinde, İkinci Dünya Savaşı
sonrasında yapılanlara (ileriki sayfalarda buna değineceğim) göre de, “yeni” diye adlandırılabilecek, önemli bir
dönemeçtir.
Tüm hazırlıkların ABD yönetimince yapılmasının
ardından, dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan’ın 1982 yılında İngiliz
parlamentosunda yaptığı konuşmada, insan hakları ve “demokrasi cihadı” ilan
edişi, bu sürecin, aleniyet kazanan başlangıcıdır da *(Roger
Burbach, Düşük Yoğunluklu Demokrasi, sy. 129, Alan Yayı.). Bu konuşmanın
öncesinde, “ABD yönetimi, resmi olarak dışarıda demokratik kurumlar inşa etmeye
adanmış bir dış politika silahı geliştir”ir ki, bunun adı, “Demokrasiye Ulusal
Katkı”(NED, National Endowment For Democracy)’dir(a.g.e aynı yer, Alan
Yayıncılık). Amerikalı muhalif gazeteci William Blum’un, “Truva Atı”(
William Blum, Haydut Devlet, sy. 213, YeniHayat Kitaplığı) olarak
nitelediği NED’in “demokrasiye ulusal katkı” faaliyetleri, nedense hep Amerika
dışındadır, yani diğer ülkelere yöneliktir.
“Burada amaçlanan ve umulan şey, CIA’nın on yıllardan beri yaptığı
işlerin açıkça yapılması ve böylece CIA’nın örtülü operasyonlarının yarattığı
kabul edilemezlik duygusunun ortadan kalkması idi.”( a.g.e aynı yer, YeniHayat
Kitaplığı) “Bu bir başyapıttı.” der
William Blum, “Bir politika, halkla ilişkiler ve kinizm başyapıtı.” Bu
satırlarının birkaç paragraf sonrasında aktardığı, NED’in kuruluşuna ilişkin
yasa taslağının hazırlanmasına katılan Allen Weinstein’in “Bugün yaptığımız
birçok şey, 25 yıl önce CIA tarafından örtülü olarak yapılıyordu” sözü ise
“mert-i kıpti secaat eylerken sirkatin söyler” dedirtecek niteliktedir.
Fonlarının büyük bir bölümü, içlerinde uluslararası
bir işçi örgütünün de olduğu dört örgüt(bkz: Roger Burbach, Düşük Yoğunluklu
Demokrasi, sy. 130, Alan Yayıncılık; William Blum, Haydut Devlet, sy. 214,
YeniHayat Kitaplığı) tarafından alınan ve dağıtılan NED, dünyanın dört bir
yanında, “belirlediği siyasi gruplara, sivil örgütlere, işçi sendikalarına,
muhalefet hareketlerine, öğrenci gruplarına, kitap yayıncılarına, gazetelere, diğer medya ve
benzeri kuruluşlara maddi yardım” sağlamakta ve bunun yanısıra eğitmektedir
de... Aslında sormak gerek: Neden? Niçin? Amacı ne bunların?
1980’li yılların başlangıcından itibaren, ABD’nin
NED’i ile başlayan süreç AB’nin vakıflarıyla gelişmektedir. Eğitimden siyasete,
sendikalardan ekonomik kurumlara ve çevreden kadın sorunlarına kadar birçok
alana ilgi(!) gösteren bu kuruluşlar, çok yönlü bir faaliyet içerisindedir.
Yerel kuruluşlara, yani adına STK denilen sendikalara, vakıflara, derneklere ve
toplumsal hareketlere mali destek, eğitim hizmeti, teknik yardım(bilgisayar,
faks cihazı, fotokopi makinesi, hatta otomobil, v.b., araçlar) sunan bu ABD ve
AB kökenli sözüm ona “hükümet-dışı kuruluşlar”, bu hizmeti “demokrasi ve insan
hakları” için “hiçbir karşılık beklemeden”(!) yaptıkları iddiasında bulunsalar
da, buna inanmak için herhangi bir neden yoktur. Keza bu kuruluşlarla
karşılıklı ilişkiler içerisinde, ortak eğitim etkinlikleri düzenleyen, finansal
destek alan yerel STK yönetici ve üyelerinin bu türden beyanlarına inanmak için
de... Çünkü ‘saf’lığın alemi de gereği de yok... Ne de olsa, bilindiği üzere,
“Bozacının şahidi şıracıdır”...
Amerikan kuruluşu NED’in ve AB vakıflarının, 2001 yılı
itibariyle STK’lara aktardıkları bilinen rakam, 7 milyar dolardır. Bunların
yanısıra, Amerikan Ford Vakfı, Rokfeller, v.b gibi özel kuruluşların, Dünya
Bankası gibi uluslararası kurumların da STK’ları mali olarak fonladığı bilinmektedir.
Keza “islami” etiketli Rabıta gibi kuruluşların ve çeşitli programlar
çerçevesinde, ABD ve AB devletinin resmi kurumlarının mali aktarımlarını da
bunlara eklemek gerek... Dolayısıyla, STK’lara aktarılan, yerel önderleri
kazanmak, devşirmek için harcanan para çok daha yüksektir·.
Emperyalist-kapitalist devletlerin ve
onların egemen sınıfı sermaye ve burjuvazinin, 1980 sonrasında STK’lara
yönelik, milyarlarca dolar harcayacak denli
ilgi ve desteğinin, elbette ki birden çok nedeni vardır. Ancak bunları,
en genel haliyle iki madde halinde toplayıp ifade etmek mümkündür.
Bunlardan biri, James Petras’ın
“Küreselleşme ve Direniş” adlı kitabındaki deyişiyle, “çatışma potansiyeli
gösteren toplumsal sınıflar arasına girip bir “toplumsal tampon” yarat”maktır.
“Toplumsal tampon” yaratma, en azından
başlangıçta, o sınıfların dışındaki örgütler ve önderlikler aracılığıyla
gerçekleştirilemez. Bundan dolayı, uluslararası donörler/yemleyici/verici
kuruluşlar alandaki ya da tabandaki bilinen muhalefet örgüt ve önderliklerine
yönelirler. İlişkiler bunlarla kurulur ve sürdürülür. Bu ilişki, iki tarafın da
meşruluğunu farklı kesimler nezdinde güçlendirir. Özellikle muhalif, yer yer
düzenin siyasal bilinç sınırları dışında bir söylem geliştiren yerel örgütler,
bu kuruluşlarla geliştirdikleri ilişkilere paralel olarak, devlet karşısında
seslerini daha fazla çıkarmaya ve biraz daha ‘rahat’ hareket etmeye başlarlar.
Devletin müdahalelerine maruz kaldıklarında ise
uluslararası yemleyicilerin farklı yan kuruluşlarından gelen hem
kendilerine destek hem de yapılanları kınayan açıklamaları yanlarında bulurlar.
Mali yardımın da ötesine geçen, karşılıklı ziyaretler ve davetlerle gelişen bu
süreç, hazırlanıp sunulan raporlar, fonlardan yararlanmaya uygun projeler ve
birlikte yapılan etkinliklerle pekişir. Yerel iktidara karşı, bu kuruluşlarla
ilişkileri sayesinde “ellerini”, konumlarını güçlendiren örgütler, kendi
alanlarında öne çıkarken, ne var ki, farkına bile varamadan, kapitalist sömürü
düzenine ve sermayenin ve burjuvazinin dünya-evrensel düzeyde uyguladığı
neo-liberal politikalara dönük mücadele ve örgütlenmede ise güçsüzleşir;
sesleri kısılır. Arada sırada
yaptıkları, yemleyicilerin de görmezlikten duymazlıktan geldikleri, bazı
açıklamalarda ise lafzi ve kitabi klişe sözlerden, “Adet sünnet yerini bulsun”
ya da “Dostlar alış verişte görsün” anlayışından öteye geçemezler. Hatta
dillerinin ucundan tesadüfen kaçan sözler olduğunda, bunlara, “Acaba ..... ne
derler, şu sıra yardım da alıyorduk” türünden ifadeler eşlik eder.· Neylersiniz ki, “körle yatan şaşı
kalkar”... Ve dünün toplumsal muhalefet
yapan ya da yapmaya çalışan örgütleri,
önderliklerinden hareketle, denetlenip kontrol altına alınırken, söz
konusu kimi önderler de derlenir, devşirilir, genel düzeyde sisteme ve onun
egemen sınıflarına eklemlenir.
Bir diğer neden ise, ulus-devletlerin
aşılması sürecidir.
Kapitalizmin gelişimi ve burjuvazinin
ihtiyaçları doğrultusunda ve “kendi kaderini tayin hakkı” söylemi çerçevesinde,
ekonomik, sosyal, siyasal bir örgütlenme birimi olarak, emperyalist devletler
ve onların egemenleri tarafından, kendi
çıkarlarına denk düşen her durumda öne çıkarılan ve bayraklaştırılan
ulus-devlet anlayışı ve olgusu, geçen zaman içerisinde sürecin diyalektiği
gereği, yanılsamalı bir biçimde, kapitalist sömürü düzeninin ekonomik, sosyal,
siyasal-ideolojik, askeri v.b. kimi etkili ve yetkili hizmetkarlarınca da
“kadir-i mutlak” bir anlayış olarak kavranmış ve bilinç olarak
içselleştirilmiştir. “Milli”liğin ve “milliyetçilik”in, önüne getirilen sıfatla
değer kazandığını sanarak, yanılsamalı bir bilinç geliştiren bu kesimler, hem
milliyetçiliğin kabesinin kapitalist sömürü düzeni ve efendisinin de burjuvazi
olduğunu unuttukları, hem de kapitalizmin gelişimini ve artık ulusötesileşen
kimliği ile arz-ı endam eden efendilerinin ihtiyaçlarını kavramakta
geciktikleri için, “yeni” yönelişin önünde geçici bir ayakbağına
dönüşmüşlerdir.
Sosyal, siyasal, sınıfsal tercihini,
bilinçli ya da bilinçsizce kapitalist sömürü düzeninden ve burjuvazinin hizmetkarlığından
yana yapanların ayakbağlığının ömrü, pastadan arda kalan kırıntının artışına
kadardır. Çünkü bu çelişkili ve eşyanın tabiatına aykırı durum ilanihaye
süremez. Efendileri de beklemez elbet, keyfi yerine gelecek diye...
İşte bu noktada, ulus-devlet geleneği ve
anlayışı içinde yetişmelerini sağladıkları
kadrolarla, istediklerini ve “yeni” yönelişlerini hemen uygulamaya
koyamayacaklarının farkına varan egemenler, STK’lara yönelir (ki elbette bu
yöneliş salt bunlarla sınırlı değildir).
Emperyalist güçler STK’ları yerel iktidara karşı, değişik araçlar ve
yöntemlerle desteklerken, STK’ların ve yöneticilerinin bile farkına varmadan
(yoksa bazıları farkında mıydı?! ), onları, toplumsal ve siyasal olarak, hem
egemen sınıflar içindeki hem de siyasi ve bürokratik kurumlar içindeki,
‘geleneksel’ siyaset anlayışını ısrarla koruma ve sürdürme tavır ve anlayışına
sahip kesimlerin karşısında bir iç dinamik kılarak, kendi ihtiyaçları
doğrultusunda ülke içindeki ve dışındaki ulusötesi sermaye ve burjuvazinin müttefikine,
destekçisine dönüştürür. STK kartı, ‘geleneksel’ siyaset anlayışını sürdürmekte
ısrar eden kesimlere de bir anlamda “aba altından sopa göstermek”tir. Bu
sayede, hem STK’larla içerden hem de IMF ve Dünya Bankası gibi uluslarüstüleşen
kurumlarla dışarıdan baskı ve basınç oluşturulur, ulus-devlet anlayışında ayak
direyenler üzerinde; sonuçta, bunların bir kısmı ehlileştirilirken, bir kısmı
da tasfiye edilir ki bu süreç devam etmektedir hala.
İnsanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist
sömürü düzenini ulus-devlet sınırları içinde sürdürmek isteyenlerle, bu sömürü
düzenini, şimdilik, “insan hakları ve demokrasi” şemsiyesi altında ve
neo-liberal politikalar çerçevesinde AB gibi bölgesel-kıtasal çağdaş
‘imparatorluk’larla sürdürmek isteyenler arasındaki çekişmede, ikincilerin
atına dönüşür bu STK’lar ve yöneticileri de seyise. Ya üyeleri?... Varolan
düzen karşısında, kendi hak ve çıkarlarını örgütlü bir güçle savunmak, yeni
haklar kazanmak için bu STK’lara üye olanlar... Kırdırıldıkları eylemler bile
kendilerine “zafer” olarak sunulanlar...
I. Wallerstein’ın, yanılmıyorsam “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” adlı
kitabında belirttiği, sistemin toplumsal hareketleri bile kendini tahkim etmek,
geliştirmek için kullandığı, sözünü
anımsamanın yeridir. Düşünmenin, sorup sorgulamanın, yanıtlar üretmeye
girişmenin vakti saati gelmemiş midir hala?...
Bu STK’ların ve yöneticilerinin
unuttukları ya da bilmezlikten, görmezlikten, duymazlıktan geldikleri hakikat
ise, toplumsal sınıflardan ve bunlar arasındaki mücadeleden bağımsız, soyut ve
sınıflarüstü bir demokrasinin ve insan haklarının olmadığıdır. Bu hakikati
unutanlar, şunu unutmamalıdır: Emperyalist devletlerin ve onların egemenlerinin
resmi ya da sivil yemleyici kurum ve kuruluşlarıyla girilen her ilişkinin
ardından geriye kalan, fiili ve potansiyel boyutuyla yeni devşirmeler
olmaktadır ve olacaktır da. Şu ya da bu biçimde emperyalizmin mali
kaynaklarından nemalanan, onun kurumlarıyla eğitim başta olmak üzere, ortak
etkinlikler düzenleyen hiçbir STK temiz değildir. Bundan dolayı hiç kimse
“benimki iyidir, temizdir” diyerek, yaşanan sürecin ve ilişkilerin üzerini
örtmeye yeltenmemeli; aksine, daha fazla gecikmeden deşifre etmeli bunları...
Biraz Tarih, Bir Kuruluş ve Türkiye
Yengilerinden ve yenilgilerinden dersler
çıkarmayı bilen, kapitalist sömürü düzeninin egemen sınıfı sermaye ve burjuvazi
ve onun siyasal ve ideolojik temsilcileri, 2. Dünya Savaşı sonrası, karşılarına
çıkan fırsatı da değerlendirerek, uluslararası düzeyde bir işçi örgütünün
oluşumuna ve gelişimine katkı sunmaktan kaçınmazlar; neredeyse ellerinde
büyütürler. Bu örgütün adı, ICFTU (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları
Federasyonu)dur. ICFTU’nun Avrupa kolu ise ETUC (Avrupa Sendikalar
Konfederasyonu).
CIA’nın hamiliğinde, onun mali desteği ve
yönlendiriciliğiyle kurulan bu örgütün kurucu sendikalarından bazılarının ileri
gelen yöneticileri, aynı zamanda,
Marshall yardımı projesinin değişik kademelerinde yetkili olarak çalışmaktadır.
Marshall yardımı ise, 2. Dünya Savaşı’ndan kapitalizmin lideri payesini alarak,
pekiştirerek çıkan ABD’nin, Truman Doktrini’yle de bağlantılı bir biçimde,
uluslararası işbölümünü yeniden işler kılmaya, hiyerarşik yapılanmayı
işlevselleştirmeye yönelik bir uygulamasıdır. Bu uygulama, elbette ki salt
ekonomik boyutla sınırlı değildir. Kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimine,
egemen sınıflarının ihtiyaçlarına uygun bir biçimde, tüm kurumlarının
(ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, ‘demokratik’, askeri, kültürel, v.b)
koşulları da gözeterek, kısmi ve tedrici bir düzeyde, ilişki kurulan, yapılanma
içerisine alınan toplumlar nezdinde genelleştirilmesini de içerir. İşte bu süreçte, ICFTU’ya kuruculuk yapan
bazı sendikaların yöneticileri aktif bir etkinlik içindedir. Hem ICFTU’ya yeni
üyeler kazandırmak için çalışırlarken hem de Marshall yardımı projesindeki
görevlerini yürütürler. Yani hem işçiler için çalışmaktadırlar(!) hem de kapitalizme ve onun egemen sınıfının
çıkarlarına hizmet için... Şaşıracak bir şey yok. Efendilerine hizmette bu
denli maharetli olmasalar ne işleri var oralarda...
Başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de
sendikaların kuruluşu ve örgütlenmesiyle, sendikacıların eğitimiyle yakından ilgilenir ve destek sunar ICFTU. Bu
ilginin ve desteğin 1950’li yıllarda yoğunlaştığı sendika ise TÜRK-İŞ’tir. “Türk-İş’in
AID, ICFTU ve OECD gibi kuruluşlardan
yardım aldığı sır değil. Çalışma raporlarında yer alıyor” diyerek ekliyor İlhan
Akalın, “Çalışma raporlarında yer alan bir başka bilgi de şöyle: 1966 yılında
Türk-İş’de 65 personel çalışmaktadır. Bunlardan 33’ünün ücreti doğrudan AID
tarafından ödenmektedir ve ücretler diğerlerinin iki katıdır (Türk-İş 6. Genel
Kurul Çalışma Raporu 1966 s. 172-173)”. Destek ve ilgi bu kadarla sınırlı
değildir. Sendikacıları “Amerika’da staja” tabii tutmak yetmez Amerikalılara,
Türk-İş için bir de eğitim programı yaparlar (İlhan Akalın, Sendikaların
Mahzun Öyküsü, sy.90, Gelenek Yayınları). Amerika’ya kadar
götüremediklerini de Türkiye’de eğitmek için...
Denilebilir ki, ne var bunda... Amerikan Ford Vakfı da mali desteği ve fikri
yönlendiriciliğiyle hazırlattığı ilköğretim programıyla, bu programın amaçları
doğrultusunda Türkiye’de milyonlarca insanın eğitilmesini sağlamadı mı
yani...
Bu yıllarda hem devletle hem de
sendikalarla içli dışlıdır ICFTU ve ona bağlı sendikaların yöneticileri.
Keza Marshall yardımı plan ve
projelerinin yanısıra CIA ile de... Çünkü bu dönemde, ne ulus-devletin aşılması
ne de sermaye birikim biçiminde bir değişiklik söz konusudur. Olası “komünizm
tehdidine” karşı güçlü bir ulus-devlet güvence
görülürken, ekonomide de ithal ikameci politikalar uygulanmaktadır.
1980 sonrasında ise bu ilişkiler en
azından görünüşte ayrışır. Bunun yanısıra, ithal ikamecilikten ihracata dönük
ekonomik büyüme politikalarına geçiş ve ulus-devletin, sermaye hareketlerinin
önünde engel haline gelişi, emperyalist güçlerin ve kurumlarının hem “yeni
ekonomik düzen” ve bunu izleyen yıllarda da “yeni dünya düzeni” söylem ve
uygulamalarını hem de insan hakları ve “demokrasi cihadı”na girişmelerini
beraberinde getirir.
Bu ayrışmanın ve politika
değişikliklerinin etkisiyle midir, yoksa başka saiklerle midir bilinmez(?!)
ama, özellikle 1980’li yıllarda TÜRK-İŞ’in yolunu izleyerek, ICFTU saflarında
yer alan sendikaların sayısı artar. Keza ETUC saflarına katılanların da... Bu kuruluşların ve bunlara üye olanların
neo-liberal politikaların uygulanmasına karşı, tüm işçilerin çıkarları bir
yana, kendi üyelerinin çıkarlarını geliştirmek ve korumakta ne denli başarılı
olduğu ise tartışmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Malum; “Kılavuzu karga
olanın burnu boktan kurtulmaz”mış...
ICFTU ve ETUC’a üye olan hiçbir sendikanın
ne işçi haklarını korumak ve geliştirmek ne de özelleştirmeler karşısında
tutarlı ve kararlı bir mücadele yürütmesi beklenebilir. Çünkü her iki
uluslararası kuruluş da daha başlangıçta, ortaya çıkışlarını, gelişip
örgütlenmelerini bile sermayenin ve burjuvazinin ekonomik, siyasal desteğine ve
CIA gibi ünlü bir istihbarat kuruluşunun hamiliğine borçludur. Onların elinde
büyümüş, onların elinden beslenmiştir bu kuruluşlar... Bundan dolayı kime
hizmet edeceklerini çok iyi bilirler. Ancak, yerel iktidarın egemenleri
karşısında icazet arayanlar için de, ICFTU ve ETUC üyeliğinden daha iyi bir
referans ne olabilir ki...
İşte yerel sendikaların, bu uluslararası
sendikal örgütlerle ilişkileri de, bundan dolayı dikkat çekicidir. Aslında
“dikkat çekici” sözü oldukça hafif kalmaktadır, düşünmek ve ilişkileri
anlamlandırmak açısından... Türkiye’de birçok sendikanın üyesi olmakla
böbürlendiği ICFTU ve ETUC, bilinçli bir biçimde kapitalizme ve onun egemen
sınıflarına hizmet etmekte ve üye sendikalar aracılığıyla da diğer ülkelerdeki
sınıf mücadelesinin gelişimini ve seyrini sermaye ve burjuvazinin ihtiyaçlarına
uygun bir biçimde yönlendirip, kontrol etmektedir... ICFTU ve ETUC’un bu misyonu,
önerilerine dek yansımaktadır.
İşte bir örnek: ETUC tarafından düzenlenen ve 1999
yılında Brüksel’de toplanan, üyeleri içerisinde Türkiye Sendikal
Hareketi’nin de yer aldığı, “ETUC-Güney Doğu Avrupa İstikrar
Forumu”nca onaylanan bir metin oldukça ilginç maddeler
taşımaktadır. Bu ilginç maddelerden bazıları şunlardır:
1.Bölgede, özelleştirme sürecinden kaynaklanan
sorunlar sadece özelleştirmenin
yavaş ilerlemesi ve tatminkar düzeyde olmaması değil(abç), bunun yanısıra sosyal eşitsizlik ve kirliliğin
de egemen durumda olmasıdır. Madde 10.
2. Bölge kalkınması açısından büyük yatırımlara
ihtiyaç duyulduğu ortadadır. Bu kalkınmanın sağlanabilmesi için Bölgenin
imajını geliştirerek ve şeffaf
özelleştirme uygulamaları üzerinden yabancı doğrudan yatırımcılar için
elverişli bir ortamın yaratılması(abç); yatırımlar önündeki temel engellerin belirlenmesi ve
bu engellerin (?) en hızlı şekilde kaldırılması ve çok taraflı olarak üzerinde
mutabakat sağlanan açık, şeffaf ve dürüst bir rekabet sisteminin tesis edilmesi
gerekmektedir. Madde 21, 22, 23.
3. Bölgede yabancı doğrudan yatırımları garanti altına
alan Çok Taraflı bir Yatırımlar Garanti Şirketi (MIGA) kurulması ile bir piyasa
ekonomisi oluşturulması ve ticaretin serbestleştirilmesi önerilmektedir. Madde
30.
4. Bölge ülkeleri arasında ve Bölge ülkeleri ile AB
arasında Serbest Ticaret Bölgeleri kurulması gerekmektedir. Madde 34.
5. Dünya Bankası’nca hazırlanmış olan “Ticaret ve
Ulaştırma Yardımları Projesi” bölge ülkeleri ile Avrupa ve diğer dünya ülkeleri
arasındaki ekonomik ticari ilişkilerde sınır problemlerinin aşılmasında tüzük,
standart ve gümrük birliği, vergi ve maliye politikaları, fikri mülkiyet
hakları, ticari ilişkilerde vize kolaylıkları gibi temel alanlarda bölgenin
dünya ile bütünleşmesine yardımcı olacaktır. Madde 36.
Yukarıdaki
maddeleri de aktaran Gaye Yılmaz’ın deyişiyle, “Avrupa Sendikal Hareketi’nin
(...) önerdiği ekonomi politikasının Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası
gibi kapitalist sistemin yürütme kurullarınca öngörülen neo-liberal
politikalardan hiçbir farkı kalmamıştır.”((üstteki italik bölüm ve alıntı:
Gaye Yılmaz, Kapitalizmin Kaleleri-1- IMF, WB, AB, sy. 53-54, Türkiye MAI ve
Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu)
İlginç...
İlginç olduğu kadar da düşündürücü... “özelleştirmenin yavaş ilerlemesi ve
tatminkar düzeyde olmaması”ndan yakından
ETUC’un üyesi olan sendikalar, eğitimden sağlığa dek yaşamın tüm
alanlarında özelleştirmeye karşı olduklarına; ekonomik, sosyal boyutuyla
işçilerin haklarını korumak ve geliştirmek konusunda kararlı bir mücadele
yürüttüklerine inanmasını istiyorlar üyelerinin ve diğer emekçi kesimlerinin...
Neylersiniz
ki, ABD’nin, AB’nin, sermayenin ve burjuvazinin özel ya da resmi kurumlarının
finansal desteğini alan, onlara projeler sunan, raporlar hazırlayan kimi
STK’lar ve yöneticileri de, söz konusu güçlerin “insan hakları ve
demokrasi” için, milyarlarca dolarlarını da vererek, cansiperane ve “masum”ane
bir biçimde hiçbir beklentileri ve çıkarları olmadan çalıştıklarına inanmasını istiyorlar insanların...
Elbette ki bunlara inanan ve inanacak yeterince “saf” vardır. Keza farklı
saiklerle alkış tutacak olanlar da...
Bense
bir külah bırakıyorum orta yere... Ve diyorum ki, Truva Atı, “Truva Atı” oluşu
anlaşılmadan önce dostluğun nişanesi olarak sunulan ve kabul gören güzel,
gösterişli ve ‘anlam’lı bir armağandır... Ve burada ‘anlam’ çok yönlüdür...
Herkes kendi payına düşeni alacak ve ödeyecektir bedelini... Böyle olmamış
mıdır tarihte de... İsterseniz bir de Troyalılara sorun...
Kaynaklar:
1- Düşük Yoğunluklu Demokrasi, Alan Yayıncılık
2- Jemas Petras, Küreselleşme ve Direniş, Cosmopolitik
Kitaplığı
3- William Blum, Haydut Devlet, YeniHayat Kütüphanesi
4- İlhan Akalın, Sendikaların Mahzun Öyküsü, Gelenek
Doğan Ergun, Sosyoloji ve Eğitim, V Ya
· Sivil toplum
ve buna bağlı olarak da sivil toplum örgütü/kurumu adlandırmasının tartışmalı,
dahası yanılsamalı bir niteleme olduğunu düşünüyor olmama rağmen, şimdilik, bu
yazı çerçevesinde STK’yı kullanmaya devam edeceğim. Bir başka yazıda “sivil
toplum”un varolup olmadığına dair düşüncelerimi dile getirmek istiyorum.
*
ABD yönetimince NED’in
kurulması ve ABD Başkanı Reagan’ın 1982’de “demokrasi cihadı” ilanı ile,
Türkiye’de de kimi çevrelerin (?) “Sivil Toplum” söylem ve tartışmalarını
başlatışındaki eşzamanlılık ve bunun peşi sıra Demokratik Kitle Örgütü (DKÖ)
nitelemesinden hızla “Sivil Toplum Örgütü/Kurumu” (STÖ ya da STK) nitelemesine
geçiş oldukça ilginç ve düşündürücüdür (başkalarını bilemem ama, en azından
benim için, bu eş zamanlılığı fark ettiğim andan beri düşündürücü).
·
2003 yılının son aylarında, British Consull Ankara’da bir eğitim etkinliği
düzenledi. Bu etkinliğe Türkiye’nin değişik illerinden gelen katılımcılar lüks
bir otelde ceplerinden tek kuruş bile harcamadan, hatta, bazı iddialara göre,
kendilerine harcırah da verilerek ağırlandı. Tüm giderleri British Consull
tarafından karşılandı. Amaç neydi acaba... Hayırseverlik mi, yoksa...
·
Benzeri bir durum (...) sendikasının genel merkez yönetim kurulunda
yaşanmıştır. Aynı yönetim kurulundaki
üyelerden birisi, bir bildirinin
kaleme alınışı sırasında telaffuz edilen bazı sözler üzerine, “başkanın araya
girip, şu anda yardım da alıyoruz, bu ifadeler uygun olur mu ki” dediğini
aktarmaktadır. Söz konusu sendikanın genel başkanı hala aynı kişidir... Keza
aynı toplantıda bulunanlardan bazıları da hala yönetim kurulunda...
NOT: Bu yazı 2004 yılı başında kaleme alınmış, hem basılı dergilerde hem de farklı internet sitelerinde kopyalanarak yayınlanmıştır. Kendi sitemde yani "Felsefenin Işığında / Felsefece"de yayımlamak bugüne tesadüf etti. Vesile olan iMehmet Tanju Akad'a teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder