Recep Sıcak Sever*
Atalay Girgin
Sübyancı
Kulampara
"Eğri ya da doğru ne halt ettiyse
etti, kapatalım gitsin. Recep, bizim Recep! Hırlıysa da hırsızsa da bizim
Recep… Zamparaysa da bizim Recep, kulamparaysa da… Aynı camiye gidip, aynı
safta durmuyor muyuz? Alnımız aynı secdeye değmiyor mu? Allah’ımız bir,
kitabımız, peygamberimiz bir değil mi? Yüzümüzü aynı Kabe’ye dönmüyor muyuz? Allah’a
havale edin gitsin! Kapatın bu işi…"
Yılın
son ayı, felaket habercisi gibi, önüne kattığı her şeyi oradan oraya savuran
soğuk ve estikçe camlarda ıslık çalan bir rüzgâr ve ona eşlik edercesine tipiye
dönüşen karla gelmişti. Kar ve tipi arada sıra durup, yerini ayaza buza bıraksa
da o bir türlü dinmek bilmiyor, uzayıp giden ıslıkları birbirine ekleniyor,
bitmeyen, uzadıkça bıkkınlık veren bir senfoni gibi aralıksız devam ediyordu.
Elektrik direkleri devriliyor, birbiri ardına elektrik telleri kopuyor,
çatılar, çatılardaki kiremitler, televizyon antenleri uçuşuyor, bazı
minarelerin şerefeleri yıkılıyordu. Kaç haftadır Pazar bile kurulamıyordu. Kimileri
olup biteni hayra, kimileri şerre yorarken, kimileri kıyamet alameti olarak
değerlendiriyor, kimileri “Allah’ın gazabı” olarak niteliyor, kimileri ise
“Allah’ın hikmeti işte! Hikmetinden sual olunmaz ya… Hayırsa da şerse de her
şey Allah’tan…” diyordu.
Rüzgâr
ise hakkındaki yorumları umursamadan, kulakları sağır edercesine, sanki
öfkesini kusuyor, “Gerçek benim! Hakikat benim sesimdedir. Beni dinleyin! Beni
anlayın! Beni anlamadığınız, gerçeği görüp, hakikati kavramadığınız sürece
gitmeyeceğim!” dercesine bağırıyordu. Yalnızca
ağaçlardaki yaprakları koparmak, zayıf ve cılız ağaçları kökleyip çıkarmak, sağda
solda bulduğu öteberiyi fırlatıp atmak için değil, köşede bucakta gizli saklı
fısıltıyla konuşulan her şeyi sağır sultanlara bile duyurmak istercesine, bir
çığlık misali esip duruyordu. Yatağını döşeğini şehrin üzerine sermiş, saniye
bile sektirmeksizin, ne zaman biteceği belirsiz mesaisine devam ediyordu.
Evlerden
dışarı çıkmak da dertti, eve dönmek de… Kahvehaneler bomboştu. Hele emekli
kahvehaneleri, bu havada avlayacak sinek bile bulmakta zorlanıyordu. Bir
vesileyle dışarı çıkmak zorunda kalan ve sokakta, caddede konuşanların sözlerini,
daha ağızlarından çıkmadan, sözcük sözcük, hece hece, harf harf dağıtıyor,
bölük pörçük anlamsız parçalara dönüştürüyordu. Onlar da seslerini birbirine
duyurabilmek için bağırdıkça bağırıyorlardı. Ama nafileydi.