Gelinin Kerameti
Atalay
Girgin
Kevser’in kayınbabası Keramettin
Hörgüçlüzade’nin ikindi namazının sonrasında, başında kukuletası, sırtında
entarisi, tepeden tırnağa bembeyaz yatak kıyafetlerine bürünüp gündüz uykusuna
yatmasından ve rüyasında gördüklerinin etkisiyle kan ter içinde gözlerini
açmasından iki gün öncesiydi. Başkent’i kavuran sıcak Haziran günleri daha
gelmemişti. Ama eli kulağındaydı.
Onun sessizliğini dört
beş günlüğüne de olsa ayrılacak olmalarına yoran kocası, teselli etmek
istercesine sevecen bir sesle “Canım, üzülme!” dedi, “Allah’ın izniyle göz açıp
kapayıncaya dek gelirim. Sen de yokluğumda annenle hasret giderirsin. Annen
bebeğe bakarken, sitede yaşayan uzun süredir görüşmediğin arkadaşlarınla vakit
geçirir, dertleşir, sohbet edersin. Şehrin gürültüsünden uzak, ağaçların,
çiçeklerin arasında, yemyeşil bahçede gezinir, çıplak ayakla toprağa basar,
geceleri yıldızları seyredersin. Cıvıl cıvıl kuş sesleriyle uyanırsın sabaha.
Fena mı olur?”
O sırada bir başka hayale
kendini kaptırmış ve yolun bir an önce bitmesi için sabırsızlanmakta olan
Kevser, kocasının söylediklerini işitse de tam olarak ne dediğini algılayamamıştı.
Ancak zihninden geçenleri anlayıvereceği kaygısıyla, dikiz aynasından kendisine
bakan gözlerden bakışlarını kaçırarak, duyulur duyulmaz bir sesle, “Hı… Hıı”
diye karşılık verdi, “Lütfen çabuk gel! Daha fazla özletme kendini!”
Otomobil, Haymana
Yolu’ndan lüks villaların bulunduğu sitenin caddesine saptığında, Kevser’in
gözleri parlamaya, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına hızla atmaya,
başörtüsünün açıkta bıraktığı beyaz yanakları pembeleşmeye, dudakları tatlı bir
tebessümle kıvrılmaya başladı. Ellerinin arasında tuttuğu cep telefonundan
saati kontrol etti. Kendini haz deryasına bırakmaya az bir zamanı kalmıştı.
Dört bir yanı duvarlar ve
tel örgülerle çevrili, gün yirmi dört saat kapısında nöbet tutulan, gireni
çıkanı kameralarla izlenen siteye varmışlar, sıra sıra dizilmiş büyük bahçeli villaların
arasından annesinin yaşadığı villanın kapısına yaklaşmaktaydılar. Gözlerini
kocasına çevirip “Allah vere de oyalanmasa bari!” diye düşündü ve hemen ardı
sıra tüm şirinliğini takınarak gülümsedi:
- Canım benim! İstersen
bizi bırakır bırakmaz sen git. Malum yolun uzun. Annem, bütün kaynanalar gibi
biraz sitem edecek olsa da ben onu idare ederim. Ne dersin?
Belli etmek istemese de
kaynanasına başlangıçtan beri bir türlü ısınamayan kocası, Kevser’in sözlerini
onayladığını belirtmek için, “Canıma minnet” dercesine, dikiz aynasından ona
gülümseyerek göz kırptı:
- Olur canım! Sizi ve
eşyalarınızı indireyim, kapıdan selamlaşır, elini öper dönerim. Gerisi sana kalmış
artık.
Dakikalar hızla azalıyor
olsa da her şey Kevser’in istediği gibi gelişmekteydi. Kocası daha bahçe
kapısından çıkmadan aceleyle eve girdi. Hemencecik giysilerini aralayıp
avuçladığı memelerinin her birinden, bebek için süt sağıp biberona doldurdu.
Mışıl mışıl uyumakta olan bebeğe baktı. “İki üç saat daha uyanmaz!” diye
düşündü.
Bebeği uyandırmaktan
korkarcasına fısıltıyla, “Karnın aç mı kızım? Yiyecek bir şeyler hazırlayayım
mı?” diyen annesine, “Yok anneciğim!” karşılığını verdi, “Arkadaşlarla
haberleşmiştik öncesinden. Beni bekliyorlardır. Onlarda yerim. Daha fazla
gecikmeden gideyim. Bebek de hemen uyanmaz zaten. Bir şey olursa ararsın. Çabucak
gelirim.”
Annesinin söylenmesine
fırsat vermeden kapıya yönelip ayakkabılarını giydi ve koşar adımlarla çimlerle
kaplı bahçeyi geçti. Ardından şangırtıyla kapanan demir bahçe kapısının
gürültüsüne bile aldırmadı. Yürümüyor adeta kanatlanmış uçuyordu. Hızından,
yerlere dek uzanan dökümlü giysisinin etekleri havalanıyor, çıplak ayak
bilekleri gözler önüne seriliyordu. Okullar daha tatile girmediğinden ortalıkta
kimsecikler yoktu. Yaz kış sitede kalan az sayıdaki yaşlı erkek ve kadınlar ise
bastıran öğle sıcağıyla birlikte ya evlerin içine çekilmişler ya da ağaç
gölgesine attıkları koltuklarında uyuklamaktaydılar. Kevser’i telaşla koşar
adım yürürken görecek birileri yoktu. İki sıra ötedeki villaya erişip kapı
ziline basıncaya dek saç diplerinden, koltuk altlarından, terler fışkırmakta,
bedeninin görünür görünmeyen yerlerinden süzülüp, bacaklarının arasındaki
ıslaklığa ve yangına eşlik etmekteydi.
İkinci kez basmasına
gerek kalmadı zile. Kapı aralandı. Kevser usulca içeri süzülürken, gözleri
atletik yapılı, uzun boylu, geniş omuzlu, kıvırcık saçlı, badem bıyıklı erkeğin
gözlerindeydi. Kollarını onun boynuna dolayıp, bedenini bedenine teslim
edercesine bırakırken, genizden gelen bir sesle, fısıldadı:
- Geldim aşkım! Geldim!
Uzun sürdü, aylar aylar geçti, yıl geride kaldı, ama geldim. Hadi, eski
günlerdeki gibi uçur beni. Maviliklerden soy, maviliklere uçur.
Erkek, dudaklarını
Kevser’in ıslak dudaklarıyla birleştirirken iri ve kemikli ellerinin tüm
hoyratlığıyla diri kalçalarını da avuçlamaktaydı. Sıkıp sıkıp bıraktıkça
kadının kalçaları ayrılıp ayrılıp yeniden birleşmekte, bedenini kuşatan arzuyu
tetiklemekteydi. Erkek soluklanmak için dudaklarını aralar aralamaz, fısıltıyla
sordu:
- Mavi misin Gülpembem,
mavi misin?
Kevser, başını, sımsıkı
sarıldığı erkeğin göğsüne yaslayarak karşılık verdi:
- Hem de tepeden tırnağa
her şeyimle! Yalnız senin için giyindim. Her şeyimle masmaviyim aşkım. Hadi
maviliklerden soy beni…