Edebiyatta
Felsefe
Atalay
GİRGİN*
Edebiyat felsefe
ilişkisi, antik dönem tragedyaları da dâhil, edebiyatın verili ve olası tüm
türleri için geçerlidir. Felsefi olan, şu ya da bu ölçüde ve biçimde, edebiyata
içseldir, içselleştirilmiştir. Özellikle de bir tür olarak, roman, öykü, şiir, tiyatro
yapıtları, vb. söz konusu olduğunda…
Şiir, Aristoteles’e
göre felsefeye en yakın olandır. Melih Cevdet Anday’a göre de, “şiir felsefeye
bitişir.” Afşar Timuçin ise romanda, öyküde, şiirde felsefi sıfatını
ekledikleri yeni kategoriler oluşturmaya girişenlerin tümüne birden yanıt
verircesine, “Edebiyatın felsefeleştiği, felsefenin edebiyatlaştığı (…) bir
çağda yaşıyoruz.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürür: Özellikle XIX.
yüzyıl bu bütünlüklü kavrayışın geliştiği bir çağ oldu. Ancak insanlık XV. ve
XVI. yüzyıllardan başlayarak böylesi bir bütünleşmenin temellerini atmaya doğru
gitti. XVII. yüzyılın klasikleşmiş yapıtları felsefeleşmiş bir edebiyatın
varlığına tanıklık ederler. XVIII. yüzyılda Fransız aydınlanması edebiyata
felsefeyi getirirken felsefeye de edebi bir görünüm kazandırdı. Yalnız edebiyat
değil tüm sanatlar kendilerini felsefi bir derinlikte ortaya koymaya yöneldiler1.
Bunları bir yana
bıraktığımızda, edebiyatta felsefenin varoluşunu iki boyutta ele almak
mümkündür. Bunlardan ilki, bilinçli bir biçimde içselleştirilişi; diğeri ise
kendiliğinden, etik ilişkiler bazında içselleşişi. İlkinden başlayalım:
Edebiyatta
Felsefenin Bilinçli Var Kılınışı
Edebiyatta felsefe ya
da tek tek edebi türler ve bunlara ait yapıtlarda felsefe, felsefi olan, etik
ilişkiyi şimdilik paranteze alırsak, öncelikle ve esas olarak iki kanaldan var
olur. Bunlardan birincisi, yapıtın yaratıcısı olan sanatçının / yazarın, verili
felsefe akımlarının ya da tek tek filozofların / düşünürlerin, insan anlayışı
başta olmak üzere, şu ya da bu konudaki fikir ve önermelerini, anlatıya edebi
bir biçimde içselleştirmesi; tasarlayıp kurguladığı olay örgüsünde, kişiler ve
kişilerarası ilişkiler bazında etik kişi ve etik ilişkiler olarak sergilemesiyle
gerçekleşir. İster bir olumlamaya isterse bir olumsuzlamaya delalet etsin,
burada felsefe ve felsefi olan esas itibariyle, yazara dışsaldır. Yazar,
kabullensin ya da kabullenmesin, benimsesin ya da benimsemesin, kendisinden
bağımsız olarak var olan / var olmuş bir felsefi düşünüşü, anlayışı yapıtına
içselleştirmektedir. Elbette bunu, bir filozof gibi, adlandırarak, kavramlar
arası ilişkiler kurup neliği ve gerçekliği temelinde kavram çözümlemeleri ve
temellendirmeler yaparak, terminolojik bir anlatımla gerçekleştirmez. Bir
sanatçı olarak yazardan, böyle bir şeyi yapması ne istenir ne de beklenir. Bu
bir anlamda yazarın / “sanatçının, filozofa göre bir ayrıcalığı”dır.