‘Kabataş Yalanı’ ve ‘Camide İçki’den Kâbe Resmine Kadar Din Bir Araçtır
Atalay
Girgin*
Ancak
düşünsel yaratıcılıklarını da yitirmişler artık… Onca besleme kalemşora,
üniversitelere yerleştirdikleri onca elemana rağmen; özgün bir hikâye, özgün
bir senaryo bile koyamıyorlar ortaya…
“Fikri
bir buhran içinde çırpınıyoruz” deyişleri ayniyle vaki sanki…
Sormamak
elde değil… Çaresizce sahnelenen yine aynı hikâyenin farklı senaryoları mı?
Peki; bu kez yönetmen kim? Kayda alan kim? Oyuncu ya da figüran kim?
Anımsarsınız!
“Gezi” olaylarında ne yapacaklarını, nereye konacaklarını şaşırmışlar, havada
döne döne bir hâl olmuşlardı. Korkudan mıydı, yoksa tutunacak bir dal
arayışlarından mıydı, bilinmez. Tahmin edilebilir olsa da telaffuz edilmez!
Lakin
ayakları toprağa bastıktan ve akılları başlarına geldikten kısa bir süre sonra,
“Camide içki içtiler” yalanına sarılmışlardı önce...
Ardı
sıra daha çok alıcısı olacağını düşündüklerinden midir? Yoksa başka bir şeyden
midir, bilinmez. Bu kez de can havliyle ve “denize düşen” misali, genç ve mahir
bir gelinin tam bir hayal ürünü fantezilerine bel bağlamışlardı. Hem de dört
bir koldan…
Sözüm
ona, güpegündüz, hem de onca kalabalığa rağmen… Hikâyeye, daha doğrusu fanteziye
göre; bu başörtülü genç ve mahir gelin, Kabataş İskelesi’nde üzerleri çıplak,
elleri deri eldivenli, başlarında tuhaf bantlı 70-100 kadar adamın saldırısına
uğramıştı. Yine sözüm ona ve fanteziye göre bu adamlar, neler yapmamışlardı ki…
Üzerine idrarlarını yapacak kadar ileri gitmişler, kirletmişler, kirletmişler,
kirletmişlerdi! Öyle kirlenmişti ki saat başı yıkanmazsa temiz kalamayacağını
düşünür hale gelmişti!
Kayıtlara
“Kabataş Olayı1” ya da “Kabataş Yalanı”
olarak geçen bu hayal ürünü fantezi, birilerinin “can simidi” olmuştu. Maksat başörtülü
bir gelinin fantezisinden yeni bir mağduriyet hikâyesi yaratmaktı. Toplumu
nefret diliyle bölüp parçalamak!
Öylesine
umut bağlamışlardı ki bu fanteziye, meydan meydan, televizyon televizyon gezerek
bu hikâyeyi anlatmışlardı cümle âleme… Hem de günler ve haftalarca… “Başörtülü
bacıma saldırdılar” diyerek ve ardı sıra eklemişlerdi, “Görüntüler bu Cuma
yayınlanacak!” Bir türlü gelmek bilmeyen “Bu Cuma”nın üzerinden neredeyse sekiz
yıl geçti. Onlarca mobese kamerasına rağmen hâlâ ne bir karecik görüntü var
ortada ne de bir tanık…
Yalnızca
bu da değil! Ardı sıra kullanılmaya elverişli, ağızlarına ne verilirse onu
gevelemeye ve söylemeye teşne kadınlar ve erkekler bulmuşlardı. Birisi hariç,
her biri Müslüman, namuslu, ahlâklı ve dürüst gazeteciler… Görevleri ağızlarına
verileni söylemek, ellerine tutuşturulanı yazmaktı. Yani aynı fanteziyi, aynı
yalanı, bir hakikatmişçesine gazete köşelerinden, televizyon ekranlarından
aktarmak! Hem de hiç utanıp sıkılmadan… Ne de olsa onlar Müslüman’dı.
“Camide İçki İçtiler” Yalanı
Malum,
tam bir hayal ürünü olan bu başörtülü gelin fantezisinin öncesinde “Camide içki
içtiler” yalanı vardı. Kırkpınar’ın ünlü cazgırı Kel Ali gibi, televizyonlarda,
meydanlarda bağırdıkça bağırıyorlardı. Aklını ve kalemini birilerinin ipoteğine
vermiş, onların hizmetine sunmuş kullanışlı kadın ve erkek ‘gazeteci’ler,
köşelerinden kükredikçe kükrüyorlardı. Gerçeklik ve onun hakikati zerre
umurlarında bile değildi.
Sanki
kükredikçe, ses kat sayısı yükseldikçe yaşanan gerçeklik ortadan kalkacak,
hakikat sırra kadem basıp terk-i diyar eyleyecekti. Eylemedi de… Hakikat ehli,
dindar bir Müslüman, sonuna kadar, bedeli ne olur olsun dercesine sözünün
ardında durdu. Hakikati dile getirmekten vazgeçmedi.
O
hakikat ehli, dindar Müslüman’ın adı Fuat Yıldırım’dı. Yani “Gezi”
eylemcilerinin içinde içki içtikleri yalanının uydurulduğu, Bezmiâlem
Valide Sultan Camisi’nin müezzini… Şimdi sorun kendinize: Çevrenizde,
kaç tane böyle dindar Müslüman var?
İşte o günlerden bu günlere geldik. Şimdi sıra “Yerdeki Kâbe
Resmi”nde…
Dertleri Ne Kâbe Ne Kuran
Öylesine
çaresizlik içinde çırpınıyorlar ki “Yerdeki Kâbe Resmi”ne mal bulmuş Mağribi
gibi sarılıyorlar. Bunun üzerinden nefretlerini kusuyorlar dört bir yandan… Ve
insanları, grupları hedef gösteriyorlar. Onları etiketliyorlar! Hem de en
yetkili ağızlardan…
Oysa
dertleri ne Kâbe ne de Kuran… Keza doğrudan, “suç” saydıkları bu yere koyma
eyleminin failini bulmak da değil öncelikli dertleri… Eğer dertleri ve
niyetleri bu olmuş olsaydı işleri çok kolaydı. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi
öğrencilerinin günlerdir sürdürdükleri protesto eylem ve etkinliklerini,
neredeyse salise salise, saniye saniye kaydedenler için bu çocuk oyuncağıydı. Anında
bulurlardı.
Lakin
dert ve niyet bu olmadığından, servis edilen görüntülerde, resmi yere koyan
kişi ya da kişilerden zerre emare yoktu. Her ne hikmetse, her şeyi kaydedenler
eylemi yapan kişi ya da kişileri görüntülemeyi es geçmişlerdi!!! Belki de bile
isteye o bölümü çıkarmışlardı. Kim bilir belki de resmi yere koyan görevli bir “eleman”dı.
Neden olmasın ki burası Türkiye…
Dert Başka Hem de Bambaşka
“Kâbe-i
Muazzama nasıl yere konur? Bu saygısızlıktır” diyerek ahkâm kesen çemişler,
birileri “Bakara makara” diyerek dalga geçerken, başka birileri Kâbe’li, Kuran’lı
pasta2 yapıp onu dilim dilim kesip yerken suspustular.
Keza
Kâbe resimleri ilk kez yere, çöpe, ateşe atılmıyor bu ülkede. Her yıl dağıtılan
Kâbe resimli takvimlere, Ramazan aylarında basılan Kâbe resimli gazetelere,
afişlere ne oluyor sanıyorsunuz ki…
Koskoca
bir toplum o resimleri kesip, evladiyelik niyetine, onlarca yıldır sandıklarda
mı saklıyor? Elbette hayır… Hatta aynı şey Kuran ayetlerinin yazılı olduğu
takvim yapraklarının ve gazete sayfalarının, hatta kitapların da başına
geliyor.
Peki;
bu memleketin, adlarının önünde taşıdıkları sıfattan dolayı kendini değerli
sanan kelli felli çemişleri bunları bilmiyorlar mı? Bilmez olurlar mı hiç?
Elbette biliyorlar. Ama dedik ya… Onların derdi ne Kâbe ne de Kuran… Aksine
onların asıl derdi, “Allah, Kuran, Peygamber” diyerek sağladıkları Dünya’daki
cennetlerini yitirmemek…
Din Bir Araçtır
Bunun
yolunun da nefret söylemiyle toplumu düşman kamplara bölmekten geçtiğini çok
iyi biliyorlar. Ve kullanmayı çok iyi bildikleri, ellerindeki en güçlü araca
sarılıyorlar: Din.
Anımsayacaksınız.
“Din bir araçtır” demişti dün. Bugün “Fikri bir buhran içinde çırpınıyoruz”
diyenler… Boşuna değil! Din elbette bir araçtır.
Hem
de egemenlerin elinde, yerine göre toplumu biat ve itaate zorlayıp tahakküm
altına almak ve toplumsal zenginliğe el koymak için… Yerine göre nefret diline
sarılıp aynı toplumu düşman kamplara bölerek, birbirlerinin üzerine sürmek için…
Kapkaranlık ışık sızdırmaz bir şal misali, gerçeğin ve hakikatin üzerini örtmek
için en güçlü, en dokunulmaz ve sorgulanmaz bir araçtır din. Yeter ki bir
biçimde el koydukları zenginliklerine bir halel gelmesin!
İşte
asıl dert budur. Ne Kâbe’dir ne de Kuran… Gerisi laf-ı güzaftır efendim.
* Ankara
Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi
Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 İşte ünlü “KABATAŞ YALANI”. Lütfen okuyun ve bu
ibretlik yalanın, zerre utanması olmayan yalancılarını öğrenin ve asla
unutmayın: https://tr.wikipedia.org/wiki/Kabataş_Olayı
2 İşte “Kabe’li Pasta” haberi: https://www.haberler.com/kabe-seklinde-pasta-kesmisler-7234118-haberi/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder