Ziya
Selçuk Rüya Mı Görüyor, ‘Devrimcilik’ Mi
Oynuyor?
Atalay
Girgin*
Birinci sorunun yanıtını,
“Ziya Selçuk rüya mı görüyor?”1 başlıklı
yazısında, Şahin Aybek vermişti. Aybek’in yazısı gösteriyor ki “Niye hiç kimse Eğitim Vizyonu 2023’ün
felsefesine dair yazmadı” diye yakınan, sitem eden Milli Eğitim Bakanı’nın
rüyası bile başka birinin patentini taşıyor: İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun.
Çok söz edilen ‘Felsefesi’ ise esinlendiği ya da beslendiği kaynaklar2 bir yana, neliği ve gerçekliği temelinde
ele alındığında, ilmeği boynunda gezen bambaşka bir sorun. Ziya Selçuk’un “Niye
hiç kimse Eğitim Vizyonu 2023’ün felsefesine dair yazmadı?” sorusunu, bir
felsefe öğretmeni olarak üzerime alınsam da buna ilişkin değerlendirme bu
yazının formatını ve sınırlarını çok aşacağı için şimdilik bu konuya girmiyorum
ve başlangıç niteliğinde yalnızca şu sözle yetiniyorum:
“2023 Eğitim Vizyonu”, ontolojisi, yalnızca ontoloji kavramına
yüklenmiş, ilmeği boynunda gezen, felsefi kavram ve önermelerle yüklü, buna
rağmen misyonun gölgesinde gezinen, başta hamisi olmak üzere, herkese “mavi
boncuk” göndermeye çalışan eklektik bir metindir. Felsefi bir metnin en temel
özelliği tutarlılıktır. Oysa söz konusu metin, final cümlesiyle, tutarlılık özelliği
açısından tüm söylediklerini çöpe atmıştır. (Bu değerlendirmenin tamamını merak
eden okur, devamını “Eleştirel Pedagoji
Dergisi”nin yeni sayısında bulacaktır.)
Peki; Ya Devrim ve Devrimcilik?
“Söz meclisten dışarı”
diyerek, bir girizgâhla, bir genellemeyle başlayalım ki kimse üzerine
alınmasın! Ya da iyi saatte olsunlar, durduk yere havadan nem kapmasın!
Siyasal tarih tanıktır ki
Dünyanın hiçbir yerinde devrimler ve devrim süreçleri sarayların, saraylıların
icazetiyle başlamaz. Onların icazetiyle gerçekleşmez. Keza dünyanın hiçbir
yerinde de devrimcilik saraylıların lütfuyla, onların bahşettikleri makam
koltukları ve statüler aracılığıyla yapılmaz. Çünkü devrimin de devrimciliğin
de hem ödenmesi gereken bedeli hem de bireysel ve toplumsal anlamda ahlaki ve
etik sorumluluğu vardır.
Bu bedeli ödemeyi göze
alamayanlar, bu ahlaki ve etik sorumluluğu taşımaya muktedir olmayanlar / olamayanlar
ise meşruiyeti ulusal ya da uluslararası sarayların ve saraylıların kapısında,
onların hamiliğinde ararlar. Hatta sarayların tekaüte ayrılmış adamlarının
aracılığına başvururlar. Onlara, “Emrinize amadeyim” dercesine, sonu “Sizin”,
“Kıymetliniz”, “Sevdalınız”, “Kulunuz”, vb sözcüklerle biten mektuplar yazarak
yardım dilenir, lütuf beklerler.
Eğer onlar da
böylelerinin, istedikleri kıvama geldiğini düşünürler ya da daha da uygun
kıvama gelmesini isterlerse lütufkârlıkta hiç de cimri davranmazlar. Bakanlık,
generallik, vekillik, senatörlük, başkanlık, başbakanlık, eş başkanlık-şeş
başkanlık, hatta krallık ve sultanlık lütfetmekte cömerttirler. ‘Demokrasi’ ve
‘özgürlük’ adına darbeler yapılmasına göz yummakta mahirdirler. Her türlü yolla,
bireysel olarak zenginleşmelerine, hanedanlıklar kurmalarına, yerine göre kendilerine
bile bağırıp çağırmalarına, sözüm ona dayılanmalarına ses çıkarmazlar.
Böylelerini onore etmek,
egolarını şişirmek için hiçbir fırsatı kaçırmazlar. Hatta özel fırsatlar
yaratırlar. Örneğin; kitap okumayı hiç sevmediğini, dillendirdiği hiçbir metni
kendinin yazmadığını bildikleri halde, böylelerine yüzyılın düşünürleri
sıralamasında bir numaracık bahşederler. Boyunlarına, görünmez zincirlerinin
ucunu kendi ellerinde tuttukları ve adına madalya dedikleri çok değerli altın
tasmalar takarlar. Sırtına türlü türlü kıyafetler geçirir ne olduğunu bile
düşünüp anlamaya fırsat bırakmadan ebleh ebleh sırıtan fotoğraflarını çekerler.
İzzeti ikramda bulunmaktan geri durmazlar. Masalarına, sofralarına davet ederek
altlarına bir koltuk, önlerine bir tabak yemek koyup onurlandırırlar. Peki;
neyin ve nelerin karşılığında?
Bu uluslararası
saraylılar bilir ki kurtarılanlar, en iyi ihtimalle kurtarıcılarının
ayaklarının dibine yakışır. Keza yine onlar bilir ki toplumsal çözülme ve kültürel
çürümenin siyasetten yargıya, dinden eğitime dek tüm kurumları sarmalına aldığı
dönemlerde lütuf, makam, statü, vb. ayrıcalık bekleyişi içinde kapılarına
gelen, lütuflarına mazhar olabilmek için
karşılarında el pençe divan duranlar, tespih taneleri gibi hizaya girenler de
en iyi ihtimalle, lütfedenlerin eteklerinin dibine yaraşır.
Bundan dolayıdır ki ulusal
ya da uluslararası sarayların ve saraylıların desteğiyle bunların hamiliğinde,
gözetiminde, kol kanat germeleri altında gerçekleşen herhangi bir şeyin adı
devrim olmadığı gibi, bunu gerçekleştirenlerin sıfatı da devrimci değildir ve
olamaz.
Bu uzun girizgâhın
ardından başlıktaki soruya dönelim.
Devrimi
Devrimciler Yapar ve Devrimcilik Bir Oyun Değildir
Baştan belirtelim ki Ziya
Selçuk bir devrimci değildir ve aklı başında hiç kimsenin de ondan devrimcilik beklemesi
söz konusu değildir. Ancak bu satırların yazarı dâhil olmak üzere, eğer Selçuk,
başta kendisine makam, statü lütfedenlerden başlayarak herkesi yanıltır ve
mucize kabilinden kavramın neliği ve gerçekliğine uygun bir devrim
gerçekleştirirse de bugün söylediklerini eleştirenler sonuna kadar yanında ve
arkasında saf tutmaktan geri durmazlar. Lakin akılda, bilimde ve felsefede
mucizenin yeri yoktur.
Buna rağmen Milli Eğitim
Bakanı Ziya Selçuk, “2023 Eğitim Vizyonu”nu sunarken, devletlûların önünde, hem
de yüzlerine baka baka ve gururla bir “devrim”den söz etti. Hatta hiç
çekinmeden, tebliğ edercesine, alenen bir devrim bildiriminde bulundu: Nitelik
devrimi.
Bırakın devrimi,
üzerinden yıllar geçmesine rağmen, “Gezi” sözünü duyduklarında bile tüyleri diken
diken olan, uykuları kaçanlar; ayakları yerden kesilip korkularından nereye
konacaklarına bile karar veremeyenler; meydan meydan, ekran ekran gezip sarıldıkları
endazesiz yalanları utanıp arlanmadan, zerrece yüzleri kızarmadan günlerce
anlatanlar; her biri dürüst, namuslu Müslüman birer ‘gazeteci’ olarak aynı
yalanları, noktasına, virgülüne dek köşelerine taşımaktan utanmayanlar hala yaşıyorken ve bu olup
bitenler hafızalardayken,.. Ziya Selçuk
nasıl oldu da bir “devrim”den, hem de “nitelik devrimi”nden söz edebildi? Acaba
karşımızda yıllardır kendini ve ‘devrimci’ fikirlerini gizlemiş, “uysallık”
postuna bürünmüş bir asi, bir devrimci mi vardı?
Elbette ki hayır! Tarihte
ve günümüzde devrimi daima devrimciler ilan eder, devrim süreçlerini daima devrimciler
başlatır. Ziya Selçuk, bir devrim ilanında bulunmuş olsa da bu onu bir devrimci
kılmaya yetmez. En iyi ihtimalle her yaptığı ve söylediği birilerinin icazeti
olmadan hüküm taşımayan bir ‘devrimci’ olarak nitelenmesine vesile olabilir.
Daha ötesi değil.
İktidarın
Eğitimde İkinci ‘Devrim’ İlanı
Peki; ilan edilen şu
“Nitelik devrimi” neyin nesidir? Bu, mevcut iktidarın, iktidar eylediği süre
içinde “Eğitimde yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” anlayışıyla dile
getirilen ikinci ‘devrim’dir.
Ziya Selçuk’un Talim
Terbiye Kurulu Başkanı, Hüseyin Çelik’in de Milli Eğitim Bakanı olduğu sırada,
“Newtoncu eğitim anlayışından Kuantumcu eğitim anlayışına geçiyoruz” denilerek
yapılanların “Eğitimde devrim” olarak sunulup pazarlandığı günleri geride bıraktık.
Bu dönemde gerçekleştirilen uygulamalarla, eğitim sisteminin nasıl bir yapboz
tahtasına çevrildiğini, çocukların nasıl bir kobaya dönüştürüldüğünü hep
birlikte gördük ve yaşadık. (Buna “İşte iktidarın MEB’teki en başarılı bakanı”3 başlıklı yazıda değindiğim için yeniden
ele almıyorum.)
İlan edilen ve adına
“Nitelik devrimi” denilen bu süreç, aslında geçmişte yapılanlara ilişkin bir
aczin ve başarısızlığın ikrarıdır. Lakin bunu, lütfedilen statü ve makamlardan
apaçık söyleyebilmek mümkün değildir. Keza yaşanan önceki sürecin, yani
eğitimde birinci ‘devrim’in mimarlarından biri de Ziya Selçuk’tur.
İlkine bakarak,
ikincisine, yani üç yıla yayılması planlanan eğitimde “Nitelik devrimi”ne
ilişkin şimdiden şunu söyleyebiliriz: Kimse mucize beklemesin. Ziya Selçuk’un,
her biri lütuf ve icazet makamının onayına tabii düşleri, sözleri, halisane niyeti,
duygu ve düşünceleri bir yana, “Nitelik devrimi”yle yapılması planlanan ve
yapılabilecek her şey birincisinin üzerine tüy dikecektir. Çünkü daha o
yıllarda planlanan ve bir kısmı kadük de olsa parça parça hayata geçirilen
tasarılar, önümüzdeki süreçte daha da sistemli olarak uygulama safhasına
sokulacaktır.
Zaten, sanki bunu
müjdelercesine ve biat bildiriminde bulunur, güven tazelemek istercesine
telaffuz edilen, dahası ‘devrimcilik’ oyunu da bu işin felsefesi de bir yere
kadar dedirten, “16 yıllık süreçte
yapılanlara, ortaya çıkan ihtiyaçlar çerçevesinde yeni halkalar eklenecektir” sözü
bunun teminatı gibidir. Aslında metnin final cümlesi olan bu söz, o ana dek
baştan aşağı “2023 Eğitim Vizyonu”nun üzerine örtülen güzelleme şalının çekilip
alınmasıdır. Lakin çekilen şalın altındakini şimdi göremeyen, hala
güzellemelere kananlar da yakın bir gelecekte işin aslını farkedecektir.
Elbette o günlerden önce
lütfedenler bir sabah ya da bir gece yarısı ansızın lütuflarından vazgeçmezler
ya da gün doğmadan neler doğar sözünü anımsatırcasına lütfedenler ve lütfedilenler
birlikte sırra kadem basmazsa…
Okur
için not: “2023 Eğitim Vizyonu” içine serpiştirilmiş, oldukça
önemsediğim öneriler de var. Ancak söylenenleri hem veri olan toplumsal-siyasal
koşullar, hem de neliği ve gerçekliği temelinde ve metnin bütünlüğü içinde
değerlendirdiğimde ne yazık ki bunlar sözüm ona “toplumsal mutabakat” sağlama
adına, ayrıntı olarak araya sıkıştırılmış, eğreti “mavi boncuklar” olmaktan
öteye gitmiyor. Bu önerilere takılıp, eklektik bir metnin içinden bunlara
odaklanmak, “ağaçlardan ormanını görememek” olacaktır. Bunun yanı sıra,
yalnızca metnin bazı noktalarını öne çıkarıp buradan hareketle metne övgüler
düzmek de birilerine yaraşmak isteyen “cambaza bak”çıların işidir. Benim değil.
23 Kasım 2018
* Felsefenin Işığında / Felsefece : http://atalaygirgin.blogspot.com
2 http://www.egitimajansi.com/sahin-aybek/ziya-selcukun-beserden-tam-insana-giden-cift-kanatli-egitim-felsefesinin-felsefesi-kose-yazisi-1668y.html
Şahin Aybek’in linkteki ve Ziya Selçuk’a ilişkin diğer yazılarından, bakanın hangi
kaynaklardan beslendiğini ve kimlerden yararlandığını, esinlendiğini tespit
etmek mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder