“Gizliliğe
ve yalana ihtiyacı vardır iktidarın”[i]
Roberto
Scarpinato (Palermo Başsavcısı)
Bugünkü savunmama
başlığını veren sorun hakkında düşünmeye başladığımda, birkaç yıl önce vuku
bulmuş bir olayı hatırladım. Bir Brezilya kentinde seyahatteydim ve sokakta
yürürken ufak bir kilisenin girişinde büyük kırmızı harflerle yazılmış bir
cümle gördüm. Şöyle yazıyordu: “Dünya, zalimler ve mazlumlar olarak ikiye
ayrılır: Sen ki buraya giriyorsun, sen hangi taraftasın?”
Bu cümle, insanı kendi
kendisi ve dünya karşısında hakikate bir davetti. Nitekim, üzerine her
birimizin kendini sorgulaması ve seçim yapması gereken hakikat tam da budur:
Dünya mazlumlar –şiddete, sömürüye, manevî ve maddî sefalete maruz kalanlar–
ile zalimler, yani toplumsal adaletsizliği ve ilk baştakilerin ıstıraplarını
doğuran iktidar sistemlerinin sorumluları şeklinde ikiye ayrılır.
Bu baskının failleri
iktidar çehreleridir: adaletsizliği alenen sergileyen diktatörlerin açık
çehreleri, kamu önünde cumhuriyetin meziyetlerini pohpohlayıp özelde iktidarı
kendilerinin ve ortaklarının hesabına zenginleşme maksadıyla kullanan hayâsız
kokuşmuş siyasî yöneticilerin riya ve yalan dünyasının maskeli çehreleri. Aynı
zamanda da, ötekilere cehennemi yaşatarak kendi yeryüzü cennetlerini inşa eden
büyük bankacıların ve hiçbir şeyi dert etmeyen kapitalistlerin çehreleri.
Dolayısıyla, hakikati
düşünmek, adaletsizliğin yaratılmasında güçlülerin sorumluluğunu düşünmek
demektir ve her birimizi tavır almaya çağırır. Ya zalimlerden yana, ya
mazlumlardan yana, ya da –maalesef çoğunluğun olduğu gibi– umursamazlardan
yana, yani ötekiler için kaygı duymaksızın sadece kendi tarafını tutanlardan
yana. En büyük İtalyan siyasî filozoflarından Antonio Gramsci, vahim sağlık
durumuna rağmen faşist diktatörlük tarafından on yıl boyunca tutulduğu
hapishanede, adaletsizliğin baş suç ortakları olarak işaret ettiği umursamazlara
karşı ateşli sözler sarf etmiştir.
“Umursamazlık, tarihin
ölü noktasıdır. Umursamazlığın tarihte güçlü bir etkisi vardır (…). Vuku bulup
herkesin üzerine çöken kötülük, birilerinin bunun vuku bulmasını istemelerinden
ziyade, insan kitlesi onun iradesine râm olduğu, yaptıklarına ses çıkarmadığı,
ancak kılıcın çözebileceği düğümleri üst üste yığdığı, ancak isyanın
yürürlükten kaldırabileceği yasaların çıkmasına engel olmadığı, ancak bir
ayaklanmanın alaşağı edebileceği insanları iktidara eriştirdiği için vuku
bulur. (…) Umursamazlardan nefret ediyorum (…) ezeli masum ağlaşmaları yoruyor
beni. Onların her birinden, yaşamın onlara her gün tekrar verdiği görevi ne
şekilde yerine getirdiklerini, yaptıklarını ve özellikle yapmadıklarını hesap
etmelerini istiyorum. Ve acımasız olabileceğimi; merhametimi israf etmeye,
gözyaşlarımı paylaşmaya mecbur olmadığımı hissediyorum” diye yazar Gramsci
(Olivier Favier’nin Fransızca çevirisi için bkz: dormirajamais.org)
Gizliliğe ve yalana
ihtiyacı vardır iktidarın
Hakikat ve bu hakikatin
dayattığı seçimler konusu, etiğin merkezindedir; Jean-Paul Sartre’ın yazdığı
gibi: “Kendi seçtiklerimiziz.” Şöyle ekleyeceğim: Özellikle de bir bedeli olan
seçimlerimiziz; zira artakalanı sadece laflardır ve kendimize söylediğimiz
yalanlardır. Ömrümün son otuz senesini geçirdiğim Palermo, iyiyle kötü,
hakikatle yalan –sadece hakikat ve adalet için çalışıyorlar diye onlarca hukuk
insanını, gazeteciyi, sıradan yurttaşı katleden ve devletin en üst katında
sonsuz himaye gören mafyavâri bir iktidar sistemiyle adaletsizlik kurbanları–
arasında bir seçim yapmaya zorlanılan bir yerdi.
Söylediğim gibi, hakikat
iktidara yakından bağlıdır, çünkü adaletsizliğin ve baskının yaratıcısı
olmaları hasebiyle güçlülerin sorumluluğunu söz konusu eder. Sorumluluklarını
saklamak maksadıyla gizliliğe ve yalana ihtiyacı vardır iktidarın; dolayısıyla
hakikatin düşmanıdır. 14. Louis’nin danışmanı Kardinal Jules Mazarin, iktidarın
gizlilik içinde ve yalan yoluyla hükümet etme gerekliliğini ders verircesine
ifade etmiştir. Krala şu sözü tekrarlamayı alışkanlık haline getirmişti:
“Haşmetmeapları, taht kılıçla ve toplarla alınır, fakat dogmalarla ve bâtıl
inanışlarla muhafaza edilir.” Daha açık söylersek: Yalan ve gizlilik sanatını
uygulayarak.
Ama gizlilik ve yalan,
demokrasiyle bağdaşmaz. Demokrasiyle otokrasi arasındaki fark, gizlilikle olan
ilişkilerindedir. Demokrasi, görünür iktidarın yönetimidir: Kamunun kamuya açık
yönetimidir. Otokraside gizlilik kuraldır; oysa demokraside gizlilik
istisnadır, hikmet-i hükümet gereği gizliliğe başvurulur ve bu durumda bile
görünür iktidar tarafından denetlenmelidir.
Demokrasiyle görünmez
iktidarın bağdaşmazlığının başka bir nedeni vardır: Görünmezlik, şiddet
uygulamasını kolaylaştırır. Şiddet uygulaması ise otoriter yönetimlere temel
özelliğini veren ve bir demokrasiyi bir diktatörlükten farklılaştırandır.
Demokrasimiz 1945’ten sonra toplumsal bir antlaşmayla yaratılmış, Nazi ve
faşist diktatörlüklerine has şiddetin ve gizliliğin siyasî kullanımını
yasaklayan cumhuriyet anayasalarında kayda geçmiştir. Yönetimin yaptıklarının
kamusal görünürlük üzerinden seçimler sayesinde halk yargısına tâbi kılındığı,
yurttaşların siyasî denetimini teminat altına alan bir anayasal antlaşmada.
Maalesef, gizliliğin ve
şiddetin anti-demokratik kullanımına karşı olan bu antlaşma her zaman ihlâl
edilmiş ve edilmektedir.
Demokrasinin modern
şehitleri: Gazeteciler
İtalya’da, Fransa’da ve
diğer Batılı demokrasilerin bağrında, ulusal tarihin önemli bir kısmı gizlilik
içinde vuku bulmuştur ve hâlâ öyle vuku bulmaktadır. Şiddetle, suikastlarla,
sorumluları ve azmettiricileri bazen yüksek mevkideki şahsiyetler olan
katliamlarla örülmüş bir tarihtir bu. Siyasî ve ekonomik iktidarın zirvesindeki
kişilerin karıştıkları; güç istismarı, yolsuzluk ve kirli işlerden oluşan bir
tarih.
Honoré de Balzac şöyle
yazmıştı: “İki tarih vardır: Bize öğretilen yalan dolu resmî tarih ve olayların
hakiki sebeplerinin bulunduğu utanç dolu gizli tarih.” Uzun hukukçuluk
kariyerimde, siyasî suikastlar, devlet adamlarıyla mafyacılar arasındaki suç
ortaklıkları ve uluslararası para aklama üzerine soruşturmalar yürütürken, bu
cümleyi sık sık düşündüm; bu suçların nicesinin ardında, Mayıs 1992’de
katledilen dostum yargıç Giovanni Falcone’nin deyişiyle, “büyük iktidar
oyunu”nun gizlendiğinin bilincine varmıştım.
Zira gerçekten de ders
kitaplarında anlatılan resmî tarih, sadece sahnenin önünde vuku bulmuş olan
tarihtir. Tarihin diğer kısmı, sahne dışında ve gizliliğin gölgesinde vuku
bulanı, olayları anlamak için de belirleyici olabileni, meçhul kalmaya
hasredilmiştir; çünkü iktidarın dayattığı sessizliğin damgasını yemiştir.
Cinayetlerinin izlerini silmek için aracılarıyla müdahale edip belgeleri yok
eden, tanıkları korkutan, soruşturmaları yolundan saptıran ve bu sessizlik
komplosuna muhalif hukukçuları, gazetecileri, yurttaşları eleyen bir iktidar.
Her ülkenin, resmî anlatı
tarafından sansür edilen bir gizli tarihi vardır. 2015’te Benoît Collombat ile
Étienne Davodeau’nun cesur soruşturma kitabı Cher pays de notre enfance.
Enquête sur les années de plomb de la Ve République (“Çocukluğumuzun Sevgili Ülkesi.
5. Cumhuriyet’in Kurşun Gibi Ağır Yılları Üzerine Soruşturma”) için bir sonsöz
yazmıştım. Bu kitapta Fransa tarihinin karanlık bir bölümünü tekrar inşa
ediyorlar: zorbalıklar, şantajlar, iktidar istismarı, Fransız devletinin üst
mevkilerindeki şahsiyetlerin himayesi altında hareket eden SAC’ın (Sivil Eylem
Hizmeti) bir bölümü tarafından mevcut siyasî düzenin değişmesini engellemek
maksadıyla gizlice işlenen cinayet ve katliamlar.
Hakikat kavgası: İnsanlık
tarihinin en kanlı cüzlerinden biri
Hakikat mücadelesi vermek
demek, tarihin bu gizli bölümünü açığa vurmak demektir; dolayısıyla,
anti-demokratik iktidarın yalan ve suiistimallerini açığa vurmaktır. Son derece
siyasî bir faaliyet söz konusudur; çünkü kendini sürdürmek için yapıp
ettiklerini, suiistimallerini, bazen de cinayetlerini gizlemeye ihtiyaç duyan
her siyasî düzen için, hakikat istikrarsızlaştırıcıdır. Hakikat ile iktidar
arasındaki diyalektiğin çekirdeği tam da buradadır: Hakikat, açığa vurulduğu
zaman, iktidar için aşılmaz bir engel haline gelir; hem kendi hakikatini
dayatmak isteyen diktatörlük iktidarı için, hem de kamuoyunu yönlendirerek
hakikatini dayatmak isteyen demokratik iktidar için.
Bu nedenle hakikat
kavgası daima insanlık tarihinin en kanlı cüzlerinden biri olmuştur. İtalya’da,
Doğu Avrupa’da, Rusya’da, Meksika’da ve başka yerlerde katledilen yüzlerce
gazetecinin tarihidir bu; itiraf edilemez sırları, dokunulmazlıkları olan güçlü
adamların yolsuzluk hikâyelerini ve pis işlerini soruştururken gösterdikleri
titizliği canlarıyla ödemiştir onlar. Dökülen kanın izi günümüze kadar uzanır.
Anna Politkovskaya’nın
Moskova’da 7 Ekim 2006’da katledilmesinden, Meksikalı gazeteci Javier Valdez’in
15 Mayıs 2017’de Sinaloa eyaletindeki Culiacán’da katledilmesine… Daphne
Caruana Galizia’nın Malta’da 16 Ekim 2017’de katledilmesinden, 25 Şubat 2018’de
kız arkadaşıyla beraber öldürülen genç Slovak muhabir Ján Kuciak’a… Meksika’da
2001 ile 2018 yılları arasında 171 gazeteci katledilmiştir. Uyuşturucu
baronları ile siyasî yetkililer, polis ve ordu arasındaki gizli bağların
rezalet derecesinde gerçek olduğu, kısmen yargı camiasının siyasî iktidara râm
olması sebebiyle işlenen cinayetlerin % 99’unun faili cezasız kalan modern bir
demokraside, herkesin gözü önünde hakiki bir soykırım işlenmiştir.
Hakikat kavgası
hapishanedeki gazetecilerin kavgasıdır; iktidarın sırlarını açığa vurma
cüretini gösterdikleri ya da eleştirdikleri için bazen müebbet hapis cezasına
çarptırılmaktadırlar: Türkiye’de, 3’ü müebbet hapse mahkûm edilmiş 153 gazeteci
hapistedir; Rusya’da, Çin’de, Mısır’da, Kamerun’da, Bangladeş’te, Özbekistan’da
ve başka ülkelerde de çok sayıda gazeteci hapistedir. Öldürülen ya da
hapsedilen gazetecileri, demokrasinin modern şehitleri ve çilekeşleri gibi
telakki etmek gerektiğini düşünüyorum; tıpkı yaşamları pahasına faşist ve
Frankocu diktatörlüklere karşı mücadele vermiş olanların hepsi gibi.
Bu demokrasi ve şeffaflık
kavgası 1945’te diktatörlüklerin son bulmasıyla durmamıştır. Yeni
diktatörlükler, yeni oligarşik iktidarlar, bazen içerikten yoksun bir demokrasi
kisvesi altında, haklarımızı ve özgürlüklerimizi tehdit etmektedir. Tam da
hakikat ve demokrasi için bağımsız gazeteciliğin temel rolü hususunda, Giuseppe
Fava’nın, katledilmesinden az önce yazdıklarını hatırlatmama izin verin. Fava,
yüksek mevkilerdeki girişimcilerle mafyanın suç ortaklıklarını açığa vuran
soruşturmalar yürüten cesur bir İtalyan gazeteciydi.
Fava şöyle yazmıştı: «
Malzemesi hakikat olan bir gazetecilik, yolsuzluğu engeller, şiddeti ve
suçluluğu frenler (…), adlî yargının sürekli dikkatini çeker, siyasetçilere iyi
yönetmeyi dayatır. (…) Önüne geçebileceği tüm ıstıraplar, suiistimaller,
yolsuzluklar ve baş edemediği şiddet hareketleri, hakikati ödlekliği ya da
hesapçılığı yüzünden aktaramayan bir gazetecinin vicdanına kazınır. Başarısızlığa
uğramıştır. »
Hakikatin kamu önünde
açığa vurulmasından çekiniyorlar
Hakikat kavgası aynı
zamanda katledilmiş İtalyan yargı insanlarının da kavgasıdır. İçlerinden
bazılarıyla birlikte çalışma onuruna erişmiştim ve mermilerle delik deşik
edilmiş ya da patlayan bir bombayla paramparça olmuş bedenlerini gördüm.
Bununla birlikte, beni en çok bunaltan tecrübe, onların katledilmelerinin
arkasında devlet adamlarının gizlendiğini fark etmem oldu. İtalyan yakın
tarihine elim bir damga vuran siyasî cinayetler ve katliamlar üzerine hakikatin
büyük bir bölümü hâlâ gizli mührü taşımaktadır, çünkü önemli belgeler
yargıçların bilgisine sunulmadan yok edilmiş ya da saklanmıştır; çünkü önemli
tanıklar misilleme korkusuyla susmaktadır. Bunlar da yetmiyormuş gibi, siyaset-mafya
ilişkili suikastlar üzerine soruşturmaların, davalar sırasında devlet adamları
tarafından sunulan yalancı tanıklıklarla yolundan çıkarıldığı da olmuştur.
Yıllardır İtalya’da,
siyaset ve ekonomi dünyasının geniş bir kesimi tarafından, İtalyan hukuk
camiasını siyasî mücadele için ya da kendini öne çıkarma iradesiyle gücünü
kötüye kullanmakla suçlayan amansız bir basın kampanyası yürütülmektedir.
İtalyan yargı camiasını tanımlamak için siyaset adamlarının medya organlarında
kullandıkları aşağılayıcı ifadelerin kısa bir listesi: caniler, teröristler,
ayaktakımı, bağnazlar, sadistler, işkenceciler, sapıklar, satılmışlar, kafadan
sakatlar, kalpazanlar, deliler, zırvalayan vaizler, yalancılar, mahkeme
sahtekârları, yargıç kılığına girmiş katiller, demokrasi yolunun önündeki
engeller, psikiyatri uzmanlarına havale edilmesi gereken küçük insanlar…
İtalyan yargı camiası aynı zamanda Tarih’i yargılamak istemekle de
suçlanmaktadır; yani siyaset adamlarının belirgin bir suçtaki bireysel
sorumluluklarını saptamak için değil de, bütün yönetici sınıfını ve onun
yöntemlerini yargılamak için davaları kullanmakla suçlanmaktadır.
Bu soruşturmalar ve bu
davalar İtalya’da mümkün oldu; zira Anayasa, yargı camiasının siyasî iktidardan
özerkliğini ve bağımsızlığını her durumda teminat altına alıyor. Yargıyı
yürütme erkinin emrine veren Fransız Anayasası’nın zıddıdır bu; İtalyan siyaset
dünyasının geniş bir bölümünün Fransa’yı taklit edilecek örnek gibi görmesi de
tam bu nedenledir.
İtalya’da şu son otuz
yılda vuku bulan ve kurumsal, siyasî ve ekonomik dünyadan kişileri içeren
davalardan iktidar çok çekinmiştir; çünkü, geçmişin olaylarını tekrar yaşatıp
hakikat makineleri gibi işleyerek, iktidarın gerçek işleyişini kamu önünde
açığa vurma işlevi görmektedirler.
Kamuoyu, ulusun
iktidarını ve zenginliklerini diğerleri aleyhine biçimde dar bir grubun elinde
toplamak için kamu yetkisini kullanmış olan oligarşilerin sırlarını,
yalanlarını ve cinayetlerini davalardan öğrenmiştir. Güçlüler, af, ceza
indirimi vb. yollarla sıyrılabildikleri hapishaneden korkmazlar aslında.
Gizli dümenler çevirerek
işlerini idare eden güçlülerin sesini canlı dinleyebilmek
Onların çekindikleri,
iktidarın sırlarına bağlı hakikatin kamuya açıklanmasının kamuoyu desteklerini
kaybettirmesi ve böylece, bir demokrasi görünümü ardında oligarşik uygulamalara
girişen çıkar gruplarının varlığına zarar vermesidir. Yargıçlar tarafından
düzenlenen telefon dinlemeleri, müesses nizamın/yerleşik
düzenin/“establishment”ın en çok çekindiği araçlardan biridir. Bu suç
âlemlerinde hükmü geçen sessizlik yasası ve “omerta” yüzünden, beyaz yakalıları
hedef alan yolsuzluk davalarında da, mafya mensuplarını hedef alan davalarda
da, dinlemeler hakikatin sağlanmasında vazgeçilmez bir araç olmuştur. İktidar
ve mafya suçlarının üzerini örten kalın sessizlik perdesini ancak casus
mikrofonlar aşabilmektedir. Yargı düzenlemesiyle yapılan ve basında yayınlanan
dinlemeler sayesinde, İtalyanlar, gizli dümenler çevirerek işlerini idare eden
güçlülerin sesini canlı dinleyebilmiştir. Perde kaldırılmış ve bunca riyakârın
ardında saklı olan o aşağılayıcı gerçeklik, sahne önünde meziyet timsali rolü
oynayıp özelde vicdansızca işler çeviren o her-şeye-kadirler görülmüştür.
İktidar, yargı camiasını
ve gazetecileri özel yaşama tecavüz etmekle suçlayarak tepki gösterdi ve
davalar sırasında kullanılan dinleme içeriklerinin –kamu ve kurumlar yararını
ilgilendirdiğinde bile– kamuoyuna hızlı ifşasını sınırlamak maksadıyla bir yasa
reformu istedi. Bu reform 2017’de kabul edilerek basın özgürlüğünü ve
yurttaşların haber alma hakkını ciddi biçimde tehlikeye soktu. Müesses
nizam/Establishment sadece yargı camiasına değil, bağımsız gazetecilere, iktidarı
rahatsız eden soruşturma girişimlerine de tepki gösterdi; bu da yurttaşların
yolsuzluk ve başka suiistimallere karşı eleştirel bilincini besledi.
Fazla bağımsız ve
neredeyse denetlenemez olduklarına hükmedilerek siyasî iktidarın denetimi
altındaki İtalyan televizyonundan dışlanan çok tanınmış gazetecilerin listesi
uzayıp gitmektedir. Bir sivil toplum kuruluşu olan Freedom House’a göre
İtalya’nın basın özgürlüğü bakımından 62. sırada bulunması bir tesadüf
değildir; Sınır Tanımayan Gazeteciler’in (RSF) listesinde de 51. sıradadır.
İtalya vakası, iktidar ve demokrasinin geleceği kavgasının verildiği stratejik
cepheyi, hakikatin araştırılması ve gizli tutulmasının ne derecede temsil
ettiğini göstermesi anlamında bir emsaldir. Ayırt edici özelliği demokrasilerin
dünya çapındaki krizi, eşitsizlik ve oligarşi iktidarlarının ölçüsüzce artması
olan bir tarihsel evreden geçtiğimiz sırada, her tarafta geçerli bir mücadele
söz konusudur.
Fransa’da “Mediapart”
tarafından uygulanan gazetecilik modeli
Dostum Edwy Plenel’in
Fransa’daki demokrasi krizi hususundaki bir cümlesi beni çok düşündürdü.
Fransa’yı, “Düşük yoğunluklu bir demokrasi” olarak tanımlıyor. “Başkanlık
sistemimizce garantiye alınan aldatıcı bir istikrar görünümü verirken, alttan
alta, herkesin isteğinin yerini tek bir kişinin isteğinin aldığı yegâne seçimli
monarşiyiz Avrupa’da” diyor. Aralık 2016 Referandumu’nda İtalyanlar büyük bir
çoğunlukla, hükümetin desteklediği anayasa reformuna karşı oy verdiler; bu
reformun hedefi, İtalya’ya Fransa’dakine benzer, devlet erklerini başbakanın
elinde toplayan, böylelikle de Parlamento’yu ve halk egemenliğini zayıflatan
bir sistem getirmekti.
Bazı ülkelerde hakikat
düşmanları, sırlarını korumak için, hakikatin peşinde koşup onu kamuoyuna
açıklamakta ısrarcı olanları öldürme ve hapse atma gibi açık şiddet
yöntemlerine başvuruyorlar. Başka ülkelerde ise, güçlü çıkar gruplarına râm
olmuş iktidarın icra edilişini daha az görünür kılmak için, bunlar kadar etkili
ama daha dolambaçlı stratejiler kullanıyorlar.
Batılı
demokrasilerimizde, milyarderlerden oluşan oligarşiler artık ulusal ve
uluslararası medyaların büyük bir bölümünü denetim altına almıştır. Haber
seçimi ve akışında kendi önceliklerini kamuoyuna dayatabilen oligopoller
[Oligopol: Araba ya da bilgisayar gibi, alıcının çok, satıcının ise az sayıda
olduğu pazar – Ç.N.] yaratıyor bu. Siyasî ve ekonomik iktidar gruplarını
rahatsız eden haberleri örtüyor ve dikkatleri başka haberlere çekiyorlar.
Dolayısıyla toplumsal bilginin inşasını, kitlesel dalgınlaştırma ve kültürel
ayartma operasyonlarıyla yönlendirmek mümkün hale gelmektedir. Böylece siyaset,
Paul Valéry’nin dediği gibi, kendilerini ilgilendiren şeylere insanların
karışmalarının engellenmesine dönüşmektedir.
Bir diğer dolambaçlı
strateji, kamuoyunun dikkatini siyaseten önemli ve titizce araştırılmış
olaylara çeken araştırmacı gazeteciliğin yerine, olayları açık seçik
anlatacağına, aynı düzeye yerleştirilmiş karşıt fikirlilerin çalçeneliklerini
yeğleyen oyalayıcı bir gazeteciliği çıkarmaktır. Bu da dinleyicilere, nesnel
hakikat diye bir şey olmadığı ve her şeyin tartışılabilir olduğu duygusunu
vermektedir.
Bu genel manzarada,
Fransa’da “Mediapart” tarafından uygulanan gazetecilik modeli, haberlerin
oligarşik iktidarlar ve ekonomik çıkar grupları tarafından rehin alınması
engellenmek isteniyorsa izlenecek istikameti göstermektedir. Bu gazetecilik
modeli üç kuvvet noktası üzerinde durur.
Önce, ekonomik bağımsızlık.
Kamu sübvansiyonlarına/teşviklerine, büyük sermayeden ve reklamdan mali kaynak
sağlamaya karşı çıkan gazete, sadece okurlarının abonelikleriyle yaşamaktadır.
Sonra, dijital
teknolojinin olağanüstü araçlarını kullanma kapasitesi; bu araçları ise,
verilen haberlerin doğruluğunun sıkı bir denetimden geçirildiği ve olayların
derinlemesine incelendiği hususunda garanti verebilmenin tek yolu olan
profesyonel araştırmacı gazeteciliğin hizmetine koyma kapasitesi. Bu şekilde,
internette hızla çoğalan ve haberlerinin gerçeğe uygunluğu hususunda hiçbir
garanti veremeyen haber kaynaklarından ayrılır.
Son olarak, yalanları
açığa çıkaran ve anti-demokratik iktidarların hükmetme ve çıkar sağlama
hedefleri peşindeyken biriktirdikleri sırlara ışık tutan hakikat operasyonlarıyla,
demokrasiye derin bir bağlılık.
Bu anlamda, “Mediapart”,
organ işlevi görmeksizin haber ve kültür üreten entelektüeller ile, onlar
olmasa bilme hakları ellerinden alınarak olaylardan habersiz bırakılan ya da
iktidarın hizmetindeki bir habercilikle uyuşturulan yurttaşlar arasında yeni
bir ittifaktan doğan somut bir demokrasi pratiğini hayata geçirmek için ilginç
bir laboratuvardır da.
Konuşmamın ilk başına
dönersem; her ne kadar dünya baskıcılarla baskıya uğrayanlar şeklinde ikiye
ayrılmışsa da; hakikatin gizlilik ve yalan üzerine kurulu her düzen için yıkıcı
olduğu da bir gerçektir. Ben de bu akşam, yaşamlarında iyi tarafta olmayı
seçmiş, böylelikle de “yıkıcılar” haline gelmiş dostlarımla bir arada olmanın
mutluluğunu yaşıyorum.
Yazının Tam Metni İçin Tıklayın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder