Neden zenginlerin yoksullara ihtiyacı
vardır?
Fikret Başkaya*
“ Yoksullara yiyecek verdiğimde bana
ermiş diyorlar. Yoksullar neden yoksul diye sorduğumda da, komünist
olduğumu söylüyorlar”.
Dom Helder Camara
Her 6 saniyede 1, her
dakikada 10, her saatte 600, her gün 14 400
ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Neden? Dünya nüfusunun %2’si
dünya zenginliğinin %55’ine el koyduğu için. Başka türlü ifade edersek, dünya
nüfusunun %98’i dünya zenginliğinin
45’ni alıyor da ondan... Dünya nüfusunun binde beşini oluşturan en
zengin 24 milyon, 545 bin 900 zengin, dünya zenginliğinin %36’sına al koyuyor.
Ve süper zengin 1000 yetişkin kişi, dünya nüfusunun %92’sinden 10 bin kat daha
zengin... Tabii bunca zenginliğe el koymakla iş bitmiyor, bir de onun
genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi
gerekiyor. Kapitalizmin mantığının bir gereği olarak. Mârifet üretmek değil yeniden
üretmekle, sahip olmak değil, daha çoğuna sahip olmakla ilgili. En zengin 100
kişinin servetlerini son bir yılda 200 milyar dolar arttırdıkları söyleniyor.
2016 yılına kadar milyonerlerin ve milyarderlerin sayısının %37 artacağı da tahmin
ediliyor! Fakat iyi haberler de var: söylendiğine göre 2015 yılında günde 1.25
dolardan az gelirle “yaşayan“ aşırı yoksulların sayısı 1 milyara inecekmiş...
Asıl iyi haber de, Allah’ın izniyle, 2030 yılında “aşırı yoksulluğun” kökü
kazınacakmış...
Bir kısım aklı evvel çıkıp
bir yoksulluk sınırı çiziyor. Hızını alamayıp bir de aşırı yoksulluk [extreme
poverty] sınırı çiziyor. İşte günde 1.25 doların altında geliri olanlar aşırı
yoksulluk sınırının altında olanlar. Gerçi o sınırın üstünde olanlar, mesela
günde 2, 2,5 dolarla yaşayanlar da
yoksul sayılıyor ama onların durumu o kadar da kötü sayılmıyor ... Öncelik
aşırı yoksullara veriliyor. Aceleye gerek yok, sıra öteki yoksullara da gelecektir
elbette... “Sabrın sonu selâmettir” denmiştir.
Bir kere böyle sınırlar çizildiğinde ve yoksulluk şu kadar dolara
indirgendiğinde, artık rakamlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak mümkündür...
Daha doğrusu yoksullarla alay etmek mümkün hale geliyor. Tabii yoksukluk tanımı
ve sınırı herkes için aynı anlama gelmiyor. Söz konusu tanım ve sınır, yeryüzünün lânetlileri” cephesi için geçerli sadece... Zira hiç bir
emperyalist ülkede [Batı dünyasında densin], yoksulluk söz konusu olduğunda
kimsenin aklına 1, 25 veya 2,50 dolar sınırı gelmiyor. Oralarda günde 10 dolar
gelir bile “aşırı yoksulluk” sınırının altında sayılıyor...
Söylem ve gerçek veya ikiyüzlülük
Bir zamanlar kalkınmadan söz
edilirdi. Ne oldu da onun yerini önce yoksullukla mücadele, şimdilerde de
“aşırı yoksullukla mücadele” aldı? Gerçek anlamda kalkınma, kollektif bir
toplumsal projedir ve yaşamı bir bütün olarak, tüm veçheleri itibariyle
kavrar/kapsar. Sorunu sadece karın doyurmaya indirgemez. İnsanı bir besi
hayvanı olarak görmez. Kalkınmadan söz edildiğinde, her bir insan için
beslenme, barınma [konut], eğitim, sağlık, kültür, sosyal güvenlik, sağlıklı
bir doğal çevrede yaşama, politik sürece katılma, kamusal alanda etkin olma...
bir hak sayılır ve karşılanması toplumun/kamunun/devletin görevidir. 1980’li
yılların başından itibaren, neoliberal ekonomik ve sosyal politikaların
dayatılmasıyla, kalkınmacılığın yerini istikrar
programları aldı. Emekçi sınıflara, toplumun mütevâzı kesimlerine savaş
ilan edildi. Tam da emekçi sınıflara savaş ilan edildiği bir dönemde, Birleşmiş
Milletler Örgütü Genel Kurulu 4 Aralık 1986 tarihli oturumunda “ Kalkınmanın
herkes için bir hak” olduğunu ilan etti. Neoliberal küreselleşmenin pupa-yelken
yol aldığı bir dönemde, kalkınmanın bir insan hakkı sayılması ne demeye
geliyordu? İnsanların kaderinin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Dünya Ticaret
Örgütü’nün insafına terkedildiği koşullarda bu bir çelişki değil miydi? Aslında
sadece çelişki değildi, tam bir ikiyüzlülüktü de. Hem insanların kaderini
piyasaya ihale edeceksiniz ve hem de kalkınmadan, haktan, hukuktan, adaletten
söz edeceksiniz, bu mümkün değildir. Şimdilerde “piyasa ekonomisi” denilen
kapitalizm, eşitsizlik üretmeden, eşitsizliği derinleştirmeden yol alamaz ve
aşırı eşitsizlik öldürüyor. Toplumsal eşitsizliklerin insan hafsalasına sığmaz
bir şekilde derinleşmeye devam ettiği bir dünyada, BM’nin son 13 yıldır
ülkelerin “insânî gelişmişliğine” dair gösterge tabloları yayınlaması ne anlama
geliyor? Neyin hizmetinde? Bu ikiyüzlülük burjuva uygarlığının kendini ele
vermesi değil mi? Fakat bunu hep yapıyorlar. II. Emperyalistler arası savaşın
hemen sonunda savaşı lânetleyen bir barış
hakkı antlaşması
imzalanmıştı[1945]. Daha iki ay geçmeden ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom
bombaları yağdırmıştı... Kapitalizmin, emperyalizmin geçerli olduğu bir
dünya’da barış bir haktır demenin
savaşı lânetleminin bir kıymet-i harbiyesi olur muydu?
Aynı şekilde “İnsan Hakları
Everensel Beyannamesi’nin ilânından [1948] bu yana tam 65 yıl geçti. O
beyannamede mesela “sosyal güvenlik hakkından” söz ediliyordu [madde 21],
“çalışma hakkından” söz ediliyordu [madde 22], eğitim hakkından söz ediliyordu
[madde 26]. Bu gün bu üç alandaki manzara nedir? Her şeyin metalaştığı, paralılaştığı,
özelleştirildiği bir dünyada hâlâ sosyal güvenlikten söz etmek ikiyüzlülük
değil midir? Eğer gerçekten eğitim bir hak olsaydı, özelleştirilir, bir kâr ve
kazanç unsuru, bir sömürü konusu yapılır mıydı? Çalışma gerçekten bir hak
olsaydı, bunca işsiz, işsizlik ve yoksul olur muydu? Bunlar özel mülkiyetin ve
rekabetin kutsandığı bir dünyada sadece bir söylem olarak varolabiliyor.
Aslında balık baştan kokmuştu. Fransız Devrimi’nin “İnsan ve Yurttaş Hakları
Beyannamesi”nde sözü edilen özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri, rejim
burjuvalaşıp, iktidar burjuvazi tarafından gasbedilince, taşların yerli yerine
oturmasıyla, eşitliğin ve kardeşliğin yerini “ mülkiyet ve güvenlik” aldı ve
bildirgenin içi boşaldı. Artık “yurttaş hakkı” mevzubahis bile değildi, ancak
soyut insan hakkından söz edilebilirdi ve öyle oldu. Marx, Yahudi
Sorunu adlı ünlü eserinde bu
duruma açıklık getirmiş ve şöyle demişti: “ Her
şeyden önce kaydedelim ki, yurttaş hakkından ayrı insan hakları, ancak burjuva
topluluğunun üyelerinin hakları olabilir. Başka türlü söylersek, insandan ve
toplumdan soyutlanmış egoist insanın hakkı olabilir”.
Yoksul zenginin velînîmeti...
O halde sadede gelebiliriz:
Yer yüzünün efendileri hep yoksullukla mücadeleden söz ediyor ve yoksulluk
sürekli artıyor? Dünyanın neresinde olursa olsun, politikacıların ağzından hiç
düşmeyen söz, işşizlikle, yoksullukla mücadele. Zaman zaman “acaba bu adamlar
söylediklerine gerçekten inanıyorlar mı?” dediğim oluyor. Elbette inansalardı, samimi
olsalardı da değişen bir şey olmazdı.
Eğer geçerli sistem kapitalizm ise ve kapitalizm de eşitsizlikleri büyütmeden
var olamıyorsa, üstelik her ileri aşamada toplumsal eşitsizlikler derinleşmek
zorundaysa, kaşarlanmış politikacıların, onların hizmetindeki “uzmanların” ve
sözde “bilim insanlarının” kuruntularının bir kıymet-i harbiyesi olur muydu?
Kapitalizm ücretli emek sömürüsüne dayanır, ve ücret de en önemli maliyet unsurudur. İkincisi, kapitalizm
rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir ve rekabet, her kapitalisti maliyetleri
sürekli olarak düşürmeye zorlar. Kapitalist için artı - değer oranını ve
kütlesini [kârı] büyütmenin en kesirme yolu ücretleri düşürmekten geçer.
Üçüncüsü, her ileri aşamada mülksüzleşme büyür ve dördüncüsü kapitalizm
teknikçi bir sistemdir, her teknik gelişme çalışan sayısını azaltır. Bütün
bunların sonucunda işssizlik ve yoksulluk artar ve artmak zorundadır. Eğer
durum böyleyse, demek ki, işssizlikle, yoksullukla mücadele söylemi, işssizleri,
yoksulları aldatmaya yarıyor... Gerçek dünyada reel bir karşılığı yok. Hem o
hem öteki olmaz. Ya kapitalizm varolur işssizlik ve yoksulluk derinleşmeye
devam eder, ya da kapitalizmin yerini insanı esas alan, doğaya saygılı bir
başka sistem [ sosyalizm, komünizm] alır o zaman işşsizlik ve yoksulluk gibi
kavramlar da sözlüklerden düşer. Ve bu ikisi arasında bir “orta yol” mümkün
değildir. Zira kapitalizm reforme edilebilir, ameliyatla “iyileştirilebilir’
bir sistem değildir. İşşiz sayısının artması demek çalışanlar üzerindeki
baskının artması demektir, dolayısıyla çalışanların düşük ücretlerle çalışmaya
razı olmaları, gelir dağılımının kapitalist sınıf lehine bozulması, mutlak ve
göreli yoksulluğun artması demektir.
“Yoksulluk sosyolojisi”nin babası sayılan Georg Simmel, bu alandaki
kafa karışıklığına şöyle bir açıklama geteriyor: Ona göre yoksullukla
mücadelenin birincil veya asıl amacı yoksullara yardım etmek değildir. Başka
türlü söylersek, yoksullukla mücadele asla yoksullara yardım amacıyla
örgütlenmiyor, başka hedefleri var. Toplumun periferisindeki yoksullar için yardım
gerekli görülüyor, zira yoksulluğun belirli bir çizginin altına inmesi toplum
için risklidir. Tam dışlanmışlık, üstesinden gelinmesi kolay olmayan sorunlar
yaratma riski taşıyor. Sosyal
ayrışmanın kimi sonuçlarının “yumuşatılması” için yoksullara yardım ediliyor.
Ve buna yoksullakla mücadele deniyor... [Tabii kimin malını kime veriyorsunuz
sorusu ister istemez akla gelir. Biri çaldığının bir kısmını ihtiyaç sahibine
verdiğinde sonuçta kendine ait olmayan
ama gasbettiğinin bir kısmını vermiş olur. Zengin yoksula yardım ettiğinde de
aslında başkalarından çaldığının çok küçük bir kısmandan vazgeçiyor ama bu
sanki matah bir şeymiş gibi sunulabiliyor]. Yoksulları bir şekilde toplum
dahilinde tutmanın yolu, onlara yardım etmekten geçiyor. Yoksullar sömürü düzeni
için işlevsel: Birincisi, zenginler
yoksullara yardım ederek, sosyal olarak gerekli olduklarını, vazgeçilmez
olduklarını, meşruluklarını kanıtlama imkânına kavuşuyorlar. Böylece
prestijleri artıyor. Aslında söz konusu olan vicdanı rahatlatma operasyonu gibi
görünüyor ama işin aslı pek öyle değil. Hayır için verilen ekseri vergiden
düşüldüğü için, aslında zenginin cebinden bir şey çıkmıyor. Aslında verilmeyen
bir şey verilmiş gibi gösteriliyor... Orada söz konusu olan eni-sonu bir
muhasebe operasyonu, daha fazlası değil. Eğer öyleyse sorun “vicdanları
rahatlatmakla değil, sahtekârlık ve ikiyüzlülükle ilgili demektir. Bu durumun
üzerine gidilmemesi, sorun edilmemesi, yok sayılması mânidar değil mi? İkincisi, yoksulların varlığı demek,
ellerininin altına her zaman çok ucuza kullanabilecekleri bir iş gücü
rezervinin varlığı demektir. Uzun lâfın kısası zenginlerin yoksullara ve
yoksulluğa ihtiyacı var... O halde yoksullukla gerçek anlamda mücadele veya
yoksulluğun yok edilmesi, eşitlikçi ilişkilerin hâkim kılındığı durumda
mümkündür...
Dünyanın şu andaki
manzarasına bakın ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Bir taraftan
fanatik bir şekilde, tam bir fütursuzluk ve küstahlıkla yoksullaştırıcı,
dışlayıcı neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar dayatılıyor; öte yandan da
yoksullukla, işsizlikle mücadeleden söz
ediliyor! Çalışma yaşamında işçiler, çalışanlar lehine ne kadar düzenleme varsa
ortadan kaldırılıyor, çalışma yaşamına “iğretilik” dayatılıyor, her türlü
korumaya son veriliyor, sosyal güvenlik sistemi tırpanlanıyor, [Dünya Bankası,
sosyal güvenliğe karşı değil ama herkes kendi sosyal güvenliğinden sorumlu
olmak kaydıyla] eğitim, sağlık, sosyal güvenlik özelleştiriliyor, kamu
hizmetleri budanıyor, velhasıl her ileri aşamada toplumsal eşitsizliği ve yoksulluğu
azdırıcı şeyler yapılıyor, bu arada bir de yoksullukla mücadeleden söz
ediliyor. Oysa, yoksulluk son tahlilde bir sonuçtur, toplumum eşitsizlik temeli
üzerinde yol alıyor olmasının bir sonucudur. Sadece yoksullukla mücadele
perspektifine kilitlenmek, bir şeyi olmadığı yerde aramak, asıl sorunu yok
saymak demektir.
Velhasıl, toplumsal
eşitsizlik, o eşitsizliği yaratan ve derinleştiren kapitalizm, onun
şimdilerdeki versiyonu olan neoliberalizm sorun edilmediği sürece, işlerin
sarpa sarması kaçınılmazdır. O halde
bireysel sivil haklar söyleminin ötesine geçilmediği, ekonomik, sosyal,
velhasıl kollektif haklar sorun edilmediği sürece, yoksulluk ve sefalet de
derinleşmeye devam edecektir... Tabii her seferinde “yardımsever” ihtiyacı da
artacaktır. Milyonlarca, milyarlarca insanın kaderi hayırsever [ philantrope]
zenginlere ve yegane amaçları ve varlık nedenleri toplumu adlatmak, oyalamak,
depolitize etmek olan şu ünlü STK’lara
[NGO’s] ihale edilmeye devam edilecektir... Tabii bu arada “demokratikleşmeden” ve insan haklarından, “insânî kalkınmadan” da
çok söz edilecektir... İnsan hakları mı dediniz: Ücret artışı ve fizikî-sosyal
güvence talep eden işçilere, daha iyi bir eğitim isteyen öğrencilere, canlı
doğanın yağmalanmasına, yok edilmesine itiraz eden aktivistlere, insana
yakışır, yaşanabilir bir dünya için mücadele eden muhaliflere polisin,
jandarmanın, savcı ve hakimlerin neyi reva gördügüne bak anlarsın denecektir...
Artık içinde bulunduğumuz dönem, tartışma zeminini değiştirmeyi ve radikal
olmayı gerektiriyor. Marx,“ radikal olmak demek, sorunları kökeninde
ele almaktır ve insan için o köken bizzat insanın kendisidir” demişti...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder