12 Temmuz 2008

Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : 'ERGENEKON'

Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : ‘ERGENEKON’

Atalay GİRGİN

Türkiye Cumhuriyeti, paradigması iflas etmiş bir devlettir. Yıllar önce, “Paradigmanın iflası” adlı yapıtında, Fikret Başkaya yazmıştı bunu. Ne var ki, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak egemen olan sınıflar ve onların, toplumun her alanında yer alan siyasal ve ideolojik temsilcileri yeni bir paradigma oluşturamamışlardır. Ne Fikret Başkaya’nın kitabından önce ne de sonra…

Yalnızca onlar değil, siyasal iktidar mücadelesi yürüttüğünü söyleyen ve dikkate alınan ya da dikkate değer hiçbir kesim, yeni bir paradigma sunamamıştır. Solundan sağına, milliyetçisinden siyasal İslamcısına her kesim dahildir buna… (Bu konuda kayda değer tek yerli öneri, ne gariptir ki, tutuklandıktan sonra Abdullah Öcalan’dan gelen ve kapitalizmin sınırları içinde kalan ama düzenin ‘resmi siyasal bilinç sınırlarını’ zorlayan, hatta kısmen aşan “Demokratik Cumhuriyet” yaklaşımı ve söylemidir. Öte yandan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi ile yaptığı kısmi açılım ve Mehmet Ağar’ın son dönemdeki demeçlerinde kısmen içerilen yaklaşım birer istisnadır. Ve istisnalar olarak da bir kenarda kalmışlardır zaten.)

Cumhuriyet’in kuruluş döneminin eseri olan ve iflas eden paradigmanın, resmi ideolojik söylemin şemsiyesi altında, bayramda seyranda tekrarlanması ve dönem dönem değişik kesimler üzerinde “Demokles’in kılıcı”na dönüştürülmesinden öteye gidilememiştir. “Biz bize” kalındığı sürece işe yarayan, vaziyeti idare eden bu tutum ve anlayışın, özellikle, yaklaşık son 10 yıldır çözüm olmadığı, artık ayan beyan ortaya çıkmıştır.

Figüran bir değil çok… Ama şimdilik görünen iki

Kendi gerçekliğine ve içerisinde bulunduğu bölgenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir paradigma değişikliği sürecini, bile isteye ve kendi iradesiyle yaşayamayan ve bunu oluşturup yönetemeyen Türkiye Cumhuriyeti, paradigmalar tahterevallisine çıkarılmıştır. Tahterevallinin bir yanında, Cumhuriyet’in kuruluş döneminden devralınan ve iflas eden paradigmanın takipçileri vardır. Diğer yanında ise, günlük ve dönemsel çıkar hesapları ile bir AB’ye bir ABD’ye yanaşarak, onlardan göreli bağımsız bir paradigmayı oluşturmak ve egemen kılmak isteyenler…

Birincilerin ya da ‘Ergenekon’ olarak nitelendirilenlerin paradigması bilinmektedir. Onlar; Cumhuriyet’in, kuruluş döneminde Osmanlı’dan devraldıklarının yanına eklediği uluslaşma ve üniter bir ulus devlet olarak varolma anlayışını, yani esas olarak eski paradigmayı, her şeye rağmen sürdürmek isteyenlerdir. İkincilerinki ise muğlaktır, belirsizdir (Aslında “Yeni Osmanlıcılık”a da “BOP” a da teşnedirler ama “müesses nizam” güçleri karşısında da şamrel lastiğinden beterdir durumları). Çünkü bunlar, diğerlerine göre daha pragmatist bir tutumla ve daha ilkesizce davranmaktadırlar. ABD ve AB ile ilişkilerinin durumuna ve içerideki gelişmelerin seyrine göre hareket etmeye çalışmaktadırlar. İçerideki gelişmeler sertleşmeye başladığında, söylemsel olarak, birincilerin paradigmasına yakın bir vaaz edişe yönelmekte ve bu doğrultuda açıklamalar yapmakta ve nutuklar atmaktadırlar. Dolayısıyla devlet paradigmasının ne olması gerektiğini, nedenleri ve niçinleriyle açıkça ortaya koyup bunun mücadelesini yürütmemektedirler. İçeride sıkıştıklarında, söylemde keskin bir üniter ulus-devletçi kesilmekte, dışarıda sıkıştıklarında ise ABD ve AB yollarında, kapılarında ayak sürüyerek, icazet, anlayış ve destek dilenmektedirler.

Paradigmaları figüranlar belirleyemez

Neylersiniz ki, siyasetin gerçek öznelerinin olmadığı, açıkça kendini göstermediği yerde, önce figüranlar sahne alır. Önce onlar düşer, sözüm ona önce onlar düşürür… Ama er ya da geç gerçek özneler uzlaşarak ya da birbirlerini alt ederek sahneye çıkar. Çünkü paradigmaları gerçek siyasal özneler belirler : Ülkenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir biçimde, egemen ve aynı zamanda ekonomik ve siyasal olarak örgütlenmiş sınıflar ya da onların asli temsilcileri. Ya da tersi; belli bir paradigma ve toplum projesi temelinde örgütlenip siyasal ve sınıfsal muarızlarını yenerek kendi iktidarını kuran sınıflar ve temsilcileri.

Devletler paradigmalarıyla vardır. Paradigmalarını yitiren devletler, içsel ve dışsal güç ilişkilerinin etkisi altında değişip dönüşmeye ve genellikle de çözülmeye başlar. Paradigmalarını, gerçekliğe uygun bir biçimde kendi ‘iradesi’yle, ‘aklı’yla değiştirebilen devlet, değişim ve dönüşümü bir gelişim süreci kılabilen devlettir. Başkaya, “Bir toplumsal formasyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür” der “Paradigmanın İflası”nda.

Türkiye Cumhuriyeti ise bırakın köktenci bir paradigma değişimini yönetmeyi, sermaye birikim biçimindeki bir değişimi bile darbeyle başarmış bir devlettir. Özellikle 12 Eylül 1980 bunun bariz bir göstergesidir. Ki 12 Eylül 1980 dahil, darbelerin “yerli malı” birer imalat olduğu da tartışmalıdır zaten. Sadece darbeler ve onlarla değişen politikalar değil bir çok değişikliğin görünen yüzünde ‘yerli’ler olsa da ardında başkaları vardır. Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Milli Eğitim’ politikalarındaki önemli iki değişiklikten birincisi, Demokrat Parti iktidarı döneminde Amerikan Ford Vakfı’nın fikri yönlendiriciliği ve finansal desteğiyle, hem de Viyana’da yapılmıştır. Destek dediğime bakmayın, tüm giderleri Ford Vakfı’nca karşılanmıştır. İkincisi ise malum, Avrupa Birliği’nin eğitim politikalarına uyum adı altında…Bunu bile, neredeyse, devrim diye sundular : Eğitimde Newtoncu anlayıştan, Kuantumcu anlayışa geçiş adı altında…(Neyse bu kendi başına önemli bir konu)

Hal böyleyken; yani ekonomik, sosyal ve siyasal alanlar bir yana, eğitim politikalarındaki değişikliği bile kendi iradesi ve ‘aklı’yla yapamayan bir devletin, yeni bir paradigmayı kendi başına belirlemesi mümkün müdür? İflas ettiği ayan beyan ortada olan paradigmayı, değişen toplum ve dünya gerçekliğine rağmen yeniden devletin paradigması kılabilmek mümkün müdür? Dahası bunu figüranların başarması mümkün müdür? Elbetteki hayır…

Figüranlardan biri düştü; sıra düşürende mi?

Bundan dolayıdır ki, bugün figüranlardan biri, paradigmalar tahterevallisinden düşmüştür, düşürülmüştür, ayağı kaydırılmıştır ya da tökezlemiştir… Ne derseniz deyin sonuç değişmez. Bu figüranın adı ‘Ergenekon’… Yarın bir gün bir bakmışsınız ki bir başka figüran düşmüş, düşürülmüş ya da ayağı kaydırılmış. Ya onun adı ne? Onu ben söylememeyim, Tahsin Yücel’in “Golyan Devrimi” adlı kitabındaki aynı başlığı taşıyan öyküyü okuyup siz tahmin edin.

Elbette, yeni figüranlar için sahne hazırdır. Sahibi aslisi arz-ı endam eylemeye karar verinceye dek, yeni figüranlar sahne almaya devam edecektir; kimi kör, kimi topal, kimi sağır olsa da fark etmez. Çünkü figüranlar tükenmez. Bereketlidir bu topraklar, dün devşirmeleriyle ünlüydü. Çağımızda ise devşirilenleriyle… Bakarsınız, yakında, devşirilip yedekte bekletilenlerden biri, damdan düşer gibi, peydahlanıverir. Hacı mı olur hoca mı; yakışıklı mı olur bir güzel huri mi; işçi, köylü, memur çocuğu mu olur bir mahalle bitirimi mi; v.b. ? Kim bilir? Allah bilir demeyeceğim; çünkü efendileri bilir düzenin… Çünkü getirilen her kim olursa olsun, onların kapısında çobandır. Ya sürü…? Onun adını da siz koyun.

Sözün özü : Bugün olup bitenler ve gösterilenler, farklı figüran gruplarıyla sürdürülen bir paradigmalar savaşının kırıntılarıdır. Paradigması, yaklaşık olarak 1970’lere gelindiğinde iflas etmiş olan bir devlete yeni paradigma biçme mücadelesidir. Paradigmalar tahterevallisinde sözüm ona birer oyuncuymuş gibi duran figüranların hiç biri, kendi başlarına, devlete yeni bir paradigma belirleyemez. Çünkü kapitalizmin ve düzenin siyasal bilinç sınırları içerisinde kalınarak, bugünkü koşullar veri olduğu sürece de bu olanaklı değildir zaten.

Bunların dışına çıkmak ise, sınıflar mücadelesi temelinde,dünyanın her metrekaresinde kapitalizmi yadsıyan yeni bir toplum projesiyle olanaklıdır. Toplumun ve devletin kendi paradigmasını oluşturarak yeniden örgütlenmesinin yolu buradan geçer. Bunun dışındaki her yol, dünya düzeninin aktörlerince servis edilen paradigmaların peşinde, figüranların dublörüne dönüşerek telef olmak ya da telef etmektir birilerini… Daha ötesi değil… Çünkü dünyayı değiştirenler ne figüranlardır ne de figürana dublör olanlar…

Hiç yorum yok: