19 Temmuz 2008

AK Parti'nin kapatılmaması kararı da siyasidir!

AK Parti’nin kapatılmaması kararı da siyasidir

Atalay GİRGİN

AK Parti hakkında dava açılması ve bunun sonunda verilecek karar, AK Parti ileri gelenlerinin, partili ve yandaş hukukçuların söylediği gibi, yalnızca siyasi midir? Elbette siyasidir, ama yalnızca siyasi değil, aynı zamanda hukukidir de… Ama öte yandan, AK Parti’nin kapatılmaması kararı da hem siyasi hem de hukukidir.

Buna rağmen AK Partililer, yandaş hukukçuları ve medyadaki yandaş “kalem” ve “ses”leri kamuoyuna gerçekliğin kendi işlerine gelen yanını göstermeye, algılatmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken hakikâti mi söylüyorlar? Öte yandan, açılan bir davanın ya da verilen bir mahkeme kararının hukukiliği, onun doğruluğunun ölçütü müdür? Dahası, onların söylemleri doğrultusunda, taraf olanlar, kendi gözleriyle mi görüyor, kendi gözleriyle mi görüp anlamlandırıyor olup bitenleri?

Hakikât hangi yüzündedir madalyonun?

Bir madalyonun bile en az iki yüzü, iki boyutu vardır. Ekonomik, sosyal, siyasal, hatta hukuksal olay ve olguların ise çok daha fazla… Bu tür olay ve olgulara nereden, neden, nasıl ve niçin bakıldığına bağlı olarak sonuçlar değişir. Keza kişi ya da kişilerin algı alanı kadar, algı dayanakları da anlamlandırmalarını ve ortaya koyacakları bilgiyi koşullandırır. Öte yandan, yine kişi ya da kişilerin neyi görmek istedikleri kadar, neyi göstermek istedikleri de burada önemli bir etkendir.

Elbetteki bu koşullar altında ortaya konulan bilginin, neliği ve gerçekliği veri alındığında, varolan ya da konu edinilen gerçekliğin hakikâti değerini taşıyabilmesi söz konusu bile değildir. Bu tür bir bilgi, en iyi ihtimalle, inandırıcılık karinesi sağlayabilmek adına, gerçeklik verileriyle süslenmiş, bezenmiş ve formel mantık kurallarıyla örülmüş bir bilgidir. Eğer bariz mantık hataları yapılmamışsa, kendisinin dışına çıkılıp gerçekliğe bakılmadığı ve gerçeklik verileriyle sorgulanmadığı sürece, muhatapları ve tarafgirlerince kesin doğruluk değerine haiz kabul edilecektir. Hatta uğrunda ölünüp öldürülecek denli…

Bu durum, yalnızca güncel ya da yakın geçmişe ait toplumsal olay ve olgulara ilişkin bir geçerliliğe sahip değildir. Aynı zamanda, uzak geçmişte kalmış olan, artık daha ‘nesnel’, daha soğukkanlı bakmanın olanaklı olduğu varsayılabilecek tarihsel olay ve olgular için de geçerlidir.

Bundan dolayıdır ki, Tarihçi E. H. Carr, “Tarih Nedir” adlı kitabında, “bir tarihçinin yazdıklarını okumadan, anlattıklarını dinlemeden önce, onun siyasal, ideolojik düşüncelerine bakın” der. Artık kendileri de geçmişte kaldıkları için öznelerince de değiştirilmesi mümkün olmayan ve dolayısıyla değişmeyeceği kabul edilen tarihsel belge ve bulgularla çalışan bir tarihçinin bile söyledikleri, anlattıkları, “onun siyasal, ideolojik düşünceleri” ışığında değerlendirilmeyi gerektiriyorsa, bu saptama, konumuz açısından, görüş beyan eden tüm hukukçular için daha da fazla bir öneme ve geçerliliğe sahip değil midir? Hukukçular alınmasın. Onlar yalnız değil bu konuda daha niceleri var… Madalyonun bir yüzüne bakıp ahkâm kesen. Oysa hakikât, kendi başına hiçbir yüzünde değildir madalyonun…

Hukuki ve siyasi olan ayrımı

Hukuk ile siyaset, kesin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Bunun temel nedeni, hukukun, her daim, siyasal olarak örgütlenmiş toplumlarda var olmasıdır. Siyasal olarak örgütlenmemiş toplumlarda, hukuktan çok ahlâk geçerlidir. Bu tür toplumlarda, bireylerin söz ve eylemleri yalnızca ahlâki değerlendirme konusudur. Hukuki ve siyasi değerlendirme konusu değil. Çünkü böylesi bir değerlendirmenin asgari toplumsal ve kurumsal koşulları yoktur daha…

Sözlü ya da yazılı hukukun varlığı, kendisine uyulması ya da uyulmaması durumunda, zorlayıcı tedbirler alabilen, cezai yaptırımlar uygulayabilen siyasal bir örgütün, gücün olduğu koşullarda olanaklıdır. Bunun en üst ifadesi ise devlettir. Devlet niteliğine haiz olsun ya da olmasın siyasal her toplumsal örgüt rüşeym halinde bile olsa kendi hukukuyla var olur. Neliği ve gerçekliği açısından baktığımızda, genel olarak hukuk, bir toplumda varolan egemen ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, bireysel ve kurumsal ilişki ve ilişki biçimlerinin korunup kollanması ve güvenceye alınması temelinde, bunların yapılıp yapılmamasını da yaptırımlara bağlayan formel kurallar bütününün genel adıdır.

Bundan dolayı, birincisi, hukuk devletten bağımsız değildir. İkincisi ise hukuk, konumuz açısından pozitif hukuk, formelliğine istinaden, her daim, üzerinde hükmünü meri kılmak istediği toplumsal yapının ve onun gerçekliğinin dününden seslenir. Yani toplumsal varlığın dününe aittir. Toplumsal varlık tüm boyutlarıyla diyalektik bir değişim sürecini yaşarken, hukuk bütünsel olarak ele alındığında daima onun gerisinde kalır. Değişen ve gelişeni, kendi formelliği temelinde düne ait olana uydurmaya ya da ona göre değerlendirmeye çalışır. Tüm yasaların dibacesi olan, daha alt düzeylerdeki kanun, tüzük, yönetmelik, vb.’nin kendisine aykırı olamayacağı anayasalar ise kendi başlarına ele alındığında, hukuki metinler olmanın yanı sıra esas olarak siyasal metinlerdir. Burada siyasal olan, hukuki formelliğe içkin kılınmıştır.

Siyasal olarak örgütlenmiş yani bir devletin ve aynı zamanda da şu ya da bu ölçüde hukukun varolduğu toplumlarda, bireylerin söz ve eylemleri, yerine ve zamanına göre yalnızca ahlâki; yerine ve zamanına göre ahlâki ve hukuki; yine yerine ve zamanına göre de ahlâki, hukuki ve siyasal değer taşır.

Kurumların ise eylemleri değil, kuralları ve kararları vardır. Hiçbir kural hiçbir karar ahlâki eylemde bulunmaz. Keza hiçbir kurum da… Bundan dolayı kurumların ahlâkı yoktur. Ancak kurumların, kuralları ve asıl olarak da kararları, yerine ve zamanına göre yalnızca hukuki ya da kurumun ve kararın türüne bağlı olarak aynı anda hem hukuki hem de siyasal değer ve değerlendirmeye tabidir. Çünkü kurumlar, özellikle de siyasal kurumlar ve bu kurumların kararları ve bu kararlar doğrultusunda söylem ve eylemde bulunan bireyler söz konusu olduğunda hukuki olan ile siyasal olan iç içe geçer. Hukuki değer taşıyan yerine göre aynı zamanda siyasal değer taşıyandır. Ya da tersi, siyasal olan aynı zamanda hukuksal olandır. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Bir genelleme düzeyinde şöyle bir önermeyle ifade edilebilir bu : Siyasal olan her şey hukuki değerlendirme konusudur ama hukuki olan her şey (özellikle olabildiğince teknik ve alt düzeylere inildiğinde) siyasal bir değerlendirme konusu değildir.

Doğru, hukuka uygun olan mıdır?

Buradan hareketle, anayasaya uygunluk ya da aykırılık iddiasıyla açılan her dava hem siyasi hem de hukukidir. Böyle bir dava sonunda verilecek her karar da hukukilik ve siyasallık niteliklerini bir arada taşır. Çünkü herhangi bir davalı hakkındaki iddialar, salt biçimsel değil, kurucu siyasal metin olan anayasanın içeriğine uygunluk açısından değerlendirilir. Bu ise kendi biçimselliği temelinde, siyasal bir değerlendirmedir ve sonuç olumlu ya da olumsuz ne olursa olsun, her şart altında hukuki ve siyasaldır.

Ama bu, gerçeklik söz konusu edildiğinde, onların doğruluğunun göstergesi değildir. Varlığın dününde kalmış olanlara ilişkin yapılmış olan formelliğe uygunluğun ifadesidir. Bir başka deyişle “biçimsel doğruluk” ya da “biçimsel uygunluk”tur söz konusu olan; epistemolojik doğruluk değil.

Kısacası, genel olarak hukuka, özel olarak ise anayasaya ve yasalara uygun olan bir şey her zaman doğru olan değildir. Çünkü doğru olan, neliği ve gerçekliği itibariyle nesnesine uygun olandır. Neliğinin tekabül ettiği nesne, olay ya da durum dünde kalmışken ve o nesnenin sürekli değişen gerçekliği veriyken, zamansal ve mekansal olarak nesnesini yitirmiş formel bir hükmün, ontolojik ve epistemelojik anlamda doğruluğundan ve geçerliliğinden söz edilemez. Bir gecede kişi başına düşen milli gelirin, sözüm ona 5 bin dolardan 9 bin doların üzerine çıkarılıvermesine benzer bu… İster zengin olduk diye sevinirsiniz; isterse Başbakanın ve bakanların, “milli geliri kişi başına 9 bin doların üzerine çıkartık” türü propagandif sözlerini “ağzı açık ayran delisi” gibi dinlersiniz. İsterse de “yalan söylüyorlar” diye tepinirsiniz. Sonuç değişmez…

İnsanlar, çevrelerinde olup bitenleri, özellikle de ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, vb. olup bitenleri, kendi gözleriyle görüp algılamaya, anlamlandırmaya yönelmedikleri sürece, birilerinin peşinde ve onların, gerçekliğin hakikatine uygun olmayan sözleriyle taraf olmaya devam edecektir. Tıpkı AK Parti’nin kapatılma davasına ilişkin ya da ‘Ergenekon’ davasına ilişkin olduğu gibi… Gördük sandıkları şeylerin, aslında kendilerine, kasıtlı bir biçimde, bile isteye gösterilen ve görmeleri, bilmeleri istenen şeyler olduğunu bile fark etmeyeceklerdir. Film setindeki ışıkçının ışığı peşinde bir oraya bir buraya yöneleceklerdir. Oysa o da yönetmenin görülmesini istediği yerlere yöneltmektedir ışığı…

Sözün özü : İnsanların, gözlerini kendi gözleri kılmasının yolu, kendi aklıyla düşünüp sormaya, sorgulamaya açık olmasından ve “bilmeye cüret” etmesinden ve dahası, bu süreçte bilgi diye karşına çıkanların nelik ve gerçeklik bağını kurmasından geçer. Buna yeltenmeyen insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda yanılsama kutsallaşır ve kutsallık yanılsamayı, yanılsama kutsallığı besler. Hakikât ise sırra kadem basar. Çünkü kutsallık, gözleri körelten, aklın ışığını kesen kapkaranlık bir şaldır.

Hiç yorum yok: