30 Eylül 2018

MEB Lise Felsefe Kitabında Kadim Yanlış


MEB Lise Felsefe Kitabında Kadim Yanlış

Yılmaz Ceditli*

 Bir felsefe öğretmeni olarak MEB’in hazırlattığı ders kitabını okuyunca, birçok eksiklik bir yana, iki önemli yanlış dikkatimi çekti.

Eksiklik sorunu, nereden, nereye, neden,nasıl ve niçin baktığınıza, ne aradığınıza bağlı olarak farklılık gösterebilir. Bundan dolayı şimdilik üzerinde durmuyorum. Ancak yanlışlar önemli. Şimdi bunları sırasıyla aktarıyorum.

İlk Yanlış

2018-2019 eğitim-öğretim yılı lise 10. sınıflar için hazırlanmış ve 1.128.391 adet basılmış olan felsefe dersi kitabı, dinlerin asırlar boyunca kutsal metinleri aracılığıyla aktarmasının da etkisiyle, nesilden nesile yinelendikçe iyice yerleşmiş ve üzerine düşünme ve sorgulama gereği bile hissedilmeyen kadim bir yanlışı tekrarlıyor : Güneş, her gün doğar ve batar1.

Yukarıdaki önermeyi okuyanların büyük bir bölümü, belki de “Ne var ki bunda. Elbette Güneş, her gün doğar ve batar” diyecektir, kendisinden önce gelmiş geçmiş ve hala yaşayan milyarlarca insan gibi. Ben de öyle düşünüyor ve söylüyordum. Ancak işin aslı ve hakikati hiç de öyle değilmiş.

08 Haziran 2018

Onların Ahlakı ve Bizim Ahlakımız

ONLARIN AHLAKI ve BİZİM AHLAKIMIZ

Malum şahıslardan biri (hangi biri hangi biri dediğinizi duyar gibiyim) yalan üstüne yalan söylüyor! Bir gün önce söylediğini ertesi gün unutup tam tersini yumurtluyor!

Bunları gören biri soruyor: Müslümanlara göre yalan söylemek günâh değil mi?

Ben düşünüyorum: Eğer Müslümanlara göre yalan söylemek günah olsa, Müslümanlar yalan söyler mi? Çalmak, çırpmak, hak etmediği, alnının teriyle kazanmadığı bir kuruşu bile kendi hanesine geçirir mi?

El cevap: Yalan söylemek günâh değildir! Keza diğerleri de... Çünkü yalan başta olmak üzere bunların hepsi birer yöntemdir! Hatta değeri ne olursa olsun ahlaki bir eylemdir!

Ancak böylelerinin ahlakı ile bizim ahlakımız aynı değildir ve hem ahlaki hem de etik değerler anlamında aramızda uçurumlar vardır! Örneğin; onlar eğer kendilerindense cinsel tacizcileri, hırsızları, yolsuzluk yapanları, katilleri korur. Bu gibilere sıfat, statü, makam bahşeder. Hatta yolsuzluk, yalan, talan ve soygun düzenine halel gelmesin diye kapılarında sadık bir çoban köpeği misali nöbet tutar.

Bizlerse böylesi yalan, talan, yolsuzluk ve soygun düzenlerine de bunların efendilerine ve kapısında nöbet tutan çemişlerine ve destekçilerine de prim vermeyiz.

Bundan dolayı biz onlardan değiliz ve asla olmayacağız da... Çünkü insan olmak ve insan kalabilmek hiçbir dinin, hiçbir mezhebin ve tarikatın sınırlarına sığmaz! Bunların hepsi dar gelir insan olana ve insan kalabilene... Gerisi laf-ı güzaftır!

16 Mayıs 2018

Filistin: 70 Yıllık İnsanlık Utancı...


Filistin: 70 yıllık insanlık utancı...

Fikret Başkaya

Bu dünyada yaşayan 'ortalama insan' Filistin'e dair gerçeği bilmez. Her şey bilmemesi için kurgulanmıştır çünkü...

Siyonist İsrail Devleti, birincisi, 'normal bir devlet değildir ve ikincisi, bir Orta-Doğu devleti de değildir. Siyonist İsrail demek, Orta-Doğu denilen bölgeye taşmış Batı, emperyalizm, ABD, İngiltere, Fransa, vb. demektir... Bir tür 'doku transplantasyonu' söz konusudur... Velhasıl doku uyuşmazlığı var. Siyonist devlet Orta-Doğu'daki emperyalizmdir... Dolayısıyla, neden söz ettiğini bilmek önemlidir...

Siyonist devlet 1948 yılında bir Birleşmiş Milletler Örgütü hilesiyle kuruldu. O kadar ayıp BM'ye yeter de artardı bile... Zira, öyle bir devletin kurulması, bizzat Birleşmiş Milletler Örgütü 'Şartına' mugayirdi... Filistin toprağı Yahudi Yerleşimciler tarafından işgal edildi, Filistin halkının önemli bölümü sürgün edildi, topağından koparıldı... Siyonist devletin kuruluşunu izleyen 60 yılda İsrail 65 BM kararına uymadı... Siz Birleşmiş Milletler Örgütü denileni ne sanıyorsunuz?

13 Mayıs 2018

Sevim Hanım'ın Üzüm Şırası

            Sevim Hanım'ın Üzüm Şırası 

Bak sana bir hikaye anlatacağım ama iyi dinle. Hikayenin sonunda şaşıp kalacaksın, bugüne kadar bende bir açıklamasını bulamadım, Allah’ın işlerinden biri işte!’ dedi ansızın.  Akşam yemeğini yemiş, o sobanın arkasındaki tek kişilik kahverengi koltuğuna yerleşmiş, bense çayı demleyip getirmiş sobanın üstüne koymuş, tek kişilik koltuğun yanındaki, onun aynı zamanda yatak olarak kullandığı divanda yerimi almıştım. Aralık ayının karanlığı ve soğuk rüzgarı da dışarıyı teslim almıştı. Ege’nin zamana göre çok yavaş değişen köylerinden birindeydim. Aynı çocukluğumdaki gibi bahar, yaz ve sonbahardaki hareketliliği kendini kışın dingin soğuk ölü karanlığına bırakmış, köy ahalisi  bu mevsime uyarak kendilerini ocaklarını tüttürmeye vermişler ve evlerinin kapılarını kış için kapatmışlardı.

Bu mevsim Sevim Hanım’ın sevdiği mevsimlerden hiç değildi. Hayatını dışarıda bağında, bahçesinde geçiren biri olarak kendini odalara kapatmak, nefes almaya ara vermek gibiydi. Çok eskilerden taa çocukluğumdan hatırlardım ruh halinin nasıl değiştiğini, karamsar, huysuz biri haline geldiğini. Kış renginin damgasını vurduğu odalarda oturmak ona göre değildi ama kışın hiç gelmediği dünyanın diğer bölgelerini ise hiç mi hiç bilmiyordu Sevim Hanım. Hatta ona bugün öyle bir yerden geldiğimi söylesem parlak mavi gözleriyle bana bakıp gülümseyecek, başını sallayacak ‘ Allah Allah, hiç mi soğuk olmuyor oralarda Allah’ın yarattığı işte’ diyecekti.

‘Tamam dinliyorum, şu çayımızı bir koyayım’ dedim, onu fikrinden caydıracağımdan korkarak. Şu anki birlikteliğimiz ender zamanlarımızdan biriydi. Onu en son gördüğümden bu yana iki buçuk yıl geçmiş, bu süre içerisinde Sevim Hanım, bitmez tükenmez hastalıklarla mücadale etmiş, zaten yaşlı olan vücudu biraz daha yaşlanmıştı. Çayı ince belli bardaklara doldurup, divandaki yerimi aldım. Ben oturur oturmaz söze başladı; ‘ Siz hepiniz gitmiştiniz, yalnızdım hep yalnızdım. ‘ Mavi gözleri uzaklara biryerlere dalmıştı. Başını salladı,  alınmışçasına, kendikendine konuşur gibiydi. ‘ Sen dört çocuk yap, yine yapayalnız kal, bakacak, kapını açacak kimsen bulunmasın’.  Bak ben açtım ya kapını, birlikte oturuyoruz ya demek geçti içimden. Onun yerine anlatacaklarının sabırsızlığıyla ‘peki ne oldu? diye çekiştirdim.

Sevim Hanım, henüz kırk yaşına bir kaç yıl  girmişken, kendini dört çocukla yapayalnız buluvermişti.  Çocuklarının babası, bazen yoğun bir sevgi bazen de yazgısıyla bağlandığı kocası henüz kırk yaşına ayak basmadan onu bu dünyada dört çocukla bırakıp sonsuzluğa yelken açmıştı. Arkasında onlara pekte bir güvence bırakmadan... Sadece o değil geride bıraktığı çocuklarda kendilerini terkedilmiş bulmuşlardı, hayatlarında kanatsız bir melek gibi gördükleri babaları tarafından. Nasıl bulmasınlar ki? Sevim Hanım ne kadar otoriter, huysuzsa ve zaman zaman hayata karşı olan hayal kırıklıklarını çocuklarına yansıtmışsa, babaları  olabildiğince dingindi. Belki de onun ve dört çocuğun karmaşık hayatlarına gökten yanlışlıkla düşmüştü ve bir süre sonra yolunu bulmuş  geldiği yere geri dönmüştü. Daldığı bu düşüncelerden, Sevim Hanım’ın sesiyle uyandı.

‘ Üzümler toplanmıştı gari, havalar yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Hiçbiriniz yoktunuz. Biriniz Ankara’da diğeriniz İstanbul’da okulda, abin İzmit’te, kızkardeşin İzmir’deydi. Bir sabah erkenden kalktım, kahvaltımı yapmadan yola çıktım.  İlk önce Yenice’ye gittim koca bağı iki saatte dolaştım ne kadar neferge ve geride kalmış üzüm salkımı varsa topladım. Dört keleter üzümü serginin yanına bırakıp, aşağıki bağa gittim.  Oradanda on keleter üzüm çıktı.  Tam onları nasıl eve getireceğimi düşünürken Hasan çıkıverdi karşıma. Hasan’ı bilirmisin? Siz yokken bağın işlerini yapan... Sepetli motoruyla aldıda getiriverdi hepsini eve..

Öğleden sonra on beş keleter üzümle bahçede oturmuş ne yapacağımı düşünürken Eliz aradı. Üzümleri tek başına çiğneme dedi. Yarın geliyorum, birlikte çiğneyip pekmezi yaparız dedi. Eve çıkıp öğlen yemeği için bir şeyler atıştırdım. Yeniden bahçeye çıktığımda onbeş keleter üzüm öylece bana bakıyordu. Düşündüm, taşındım bu öölee olmayacak. beklemeyecek dedim. Ninengilin evinden tahta tekneyi sürükleye sürükleye getirdim.’

Hasan’ı biraz hatırlar gibiydim. Hayatımıza düşen melek, bizi bıraktıktan ve belli bir süre sonra onu kaybetmenin yasını tuttuktan sonra,  Sevim Hanım dört çocuğu nasıl besleyeceğinin telaşına ve bağları nasıl bakacağına bir çözüm aramaya girişmişti. İşçi kullanırsa borçlarına borç katılacaktı. Çocuklar küçüktü ama iş yapamayacak kadar da değillerdi. Beşi birden çalışırlarsa işçi kullanmalarına gerek kalmayacaktı, en azından üzüm-hasat zamanına kadar. Sevim Hanım çocuklarında katkısıyla bağ işlerini kendisi yapmaya karar vermişti. Bu karar beşinin de hem fikir olduğu bir karar değildi, Sevim Hanım’ın neredeyse kendi başına aldığı bir karardı. Çocuklar zoraki olarak evet oyu vermişlerdi buna.

08 Mayıs 2018

İktidarın Gizliliğe ve Yalana İhtiyacı Vardır


“Gizliliğe ve yalana ihtiyacı vardır iktidarın”[i]
Roberto Scarpinato (Palermo Başsavcısı)

Bugünkü savunmama başlığını veren sorun hakkında düşünmeye başladığımda, birkaç yıl önce vuku bulmuş bir olayı hatırladım. Bir Brezilya kentinde seyahatteydim ve sokakta yürürken ufak bir kilisenin girişinde büyük kırmızı harflerle yazılmış bir cümle gördüm. Şöyle yazıyordu: “Dünya, zalimler ve mazlumlar olarak ikiye ayrılır: Sen ki buraya giriyorsun, sen hangi taraftasın?”

Bu cümle, insanı kendi kendisi ve dünya karşısında hakikate bir davetti. Nitekim, üzerine her birimizin kendini sorgulaması ve seçim yapması gereken hakikat tam da budur: Dünya mazlumlar –şiddete, sömürüye, manevî ve maddî sefalete maruz kalanlar– ile zalimler, yani toplumsal adaletsizliği ve ilk baştakilerin ıstıraplarını doğuran iktidar sistemlerinin sorumluları şeklinde ikiye ayrılır.

Bu baskının failleri iktidar çehreleridir: adaletsizliği alenen sergileyen diktatörlerin açık çehreleri, kamu önünde cumhuriyetin meziyetlerini pohpohlayıp özelde iktidarı kendilerinin ve ortaklarının hesabına zenginleşme maksadıyla kullanan hayâsız kokuşmuş siyasî yöneticilerin riya ve yalan dünyasının maskeli çehreleri. Aynı zamanda da, ötekilere cehennemi yaşatarak kendi yeryüzü cennetlerini inşa eden büyük bankacıların ve hiçbir şeyi dert etmeyen kapitalistlerin çehreleri.

Dolayısıyla, hakikati düşünmek, adaletsizliğin yaratılmasında güçlülerin sorumluluğunu düşünmek demektir ve her birimizi tavır almaya çağırır. Ya zalimlerden yana, ya mazlumlardan yana, ya da –maalesef çoğunluğun olduğu gibi– umursamazlardan yana, yani ötekiler için kaygı duymaksızın sadece kendi tarafını tutanlardan yana. En büyük İtalyan siyasî filozoflarından Antonio Gramsci, vahim sağlık durumuna rağmen faşist diktatörlük tarafından on yıl boyunca tutulduğu hapishanede, adaletsizliğin baş suç ortakları olarak işaret ettiği umursamazlara karşı ateşli sözler sarf etmiştir.

"KABATAŞ YALANI"NI SAVUNANLARI UNUTMAYIN!

"Kabataş Yalanı"nı savunmak için yazılmış ve kendilerine gönderilmiş bir metni, birilerine "Emriniz olur efendim!" dercesine gazete köşelerinde yayınlamaktan zerre gocunmayan çemişleri unutmayın!

Unutmayın ve unutturmayın! Çünkü bu zerzevatlar, bu ülkede bir yalanı savunmak için muktedirlerin önünde ve ardında vecd içinde secde etmekte sınır tanımayanların ibretlik örnekleridir. 

Bunların hepsi namuslu, hepsi dürüst, hepsi Müslüman, hepsi büyük gazetecidir! Bir yalanı savunmak için yırtınıyor olmalarına rağmen, hepsi de yukarıdaki sıfatlarla arz-ı endam eylemektedirler. 

Bunlar kimler midir? İşte fotoğrafları...


"Kabataş Yalanı"nı ve yalancısını savunmak için " ‘Diliniz KABA, Vicdanınız TAŞ’ Başlığını Atanlara ilişkin "ti"ye alan bir değerlendirme yazısı:

Hükümete yakınlığıyla bilinen gazetelerden 13 köşe yazarının bugün aynı başlıkla çıkan köşe yazılarının ardından tartışmalar sürerken, söz konusu yazarlar bu kez de eleştirilere yanıt olarak atacakları ortak başlığı belirlemek üzere bir araya geldiler. Toplantı öncesi bir basın açıklaması düzenleyen köşe yazarları, emir ve sipariş üzerine tek elden çıkmış yazılar yazdıkları iddialarına karşılık olaraksa yazı fontları ve yazar fotoğrafları arasındaki farkları delil olarak gösterdiler.

Comic Sans da var, Times New Roman da

Kabataş’ta yaşandığı iddia edilen olayların geçtiğimiz yıl MOBESE görüntüleriyle çürütülmesinin ardından tartışmalar da büyük ölçüde sona ererken, seçim atmosferinde olayın tekrar gündeme taşınmasıyla birlikte Star, Yeni Şafak, Sabah ve Türkiye gazetelerinde de hummalı bir çalışma başladı. Bu doğrultuda aynı gün içinde ‘Diliniz KABA, Vicdanınız TAŞ’ başlığını kullanarak ısrarla olayın gerçekliğini savunmaya çalışan 13 yazar ise Türkiye'de günün en önemli gündem maddeleri arasına girdi.

Aynı başlığı kullanmalarıyla ilgili gelen eleştirileri yarın yine ortak bir başlıkla yanıtlayacak olan yazarlar, bu akşam saatlerinde bir araya gelirlerken, grup adına ilk sözü alan Star Gazetesi Yazarı Halime Kökçe oldu. Haksız ithamlar nedeniyle hem üzgün hem de kızgın olduklarını belirten Kökçe, “Yani sanki bir yerden talimat alıyormuşuz gibi bir hava oluştu. İnanın anlamak mümkün değil. Bir başlık sadece kullanılan harflerden mi ibarettir? Şu yazılardaki font farkını da mı görmüyorsunuz? Paragraf boşlukları bile bir değil?" diyen Kökçe, kendisinin Comic Sans kullanırken meslektaşı Ahmet Kekeç’in Times New Roman’dan vazgeçmediğini gösteren Word dosyalarını kamuoyuyla paylaştı.

28 Nisan 2018

Paradigmanın İflası


Paradigmanın İflası
Yordam Kitap Basımına 
Önsöz

Fikret Başkaya

Paradigmanın İflası Nisan 1991’de yayınlandı. Geride kalan dönemde köprülerin altından çok sular aktı ve nice alametler belirdi... 1991 yılında Kürt illerinde “olağanüstü hâl” yönetimi vardı. Bölge, bir “olağanüstü vali”nin insafına terk edilmişti... Şimdilerde “Misak-ı Milli”nin tamamında “olağanüstü hâl” rejimi geçerli ve üstelik, “olağanüstü hâl” olağanlaşmış, şeylerin “normal haline” gelmiş bulunuyor...
Paradigmanın İflası yayınlandığı günden beri kitapçı raflarından hiç inmedi. Kitabın mazhar olduğu bu istikrarlı ilginin nedeni, herhalde şeylerin gerçeğine dokunan bir kitap olmasıydı. Geride kalan dönemde kaç basımı yapıldığını bilmiyorum. Bugüne kadar da noktasına virgülüne dokunmadım, ne bir ek yaptım ve ne de bir önsöz yazdım. Ta ki, Yordam Kitap’ın yayın yönetmeni dostum Hayri Erdoğan, elinizdeki basım için benden bir önsöz yazmamı isteyinceye kadar...

Yolun sonu: sürdürülemezlik

O halde sadede gelebiliriz. Geride kalan dönemde iflas neden derinleşti, işler neden sarpa sardı, toplum yaşamının tüm alanlarında gösterge ışıkları neden kırmızıya döndü veya dönmekte? Neden ekonomik temel aşındı, sistem neden patinaj yapıyor? Neden tüm değerler aşındı, kültür çürüdü, etik değerler yerlerde sürünüyor? Neden “değer ölçüsü” ve “nirengi noktası” kayboldu? Neden toplum kimlikler temelinde kutuplaştı? Dinci gericilik neden toplumu ve devlet aygıtını kuşattı? Ve neden artık metalaşmamış, paralılaşmamış, özelleştirilmemiş, bir kâr aracına dönüştürülmemiş, soysuzlaşmamış bir şey kalmadı? Ekolojik yıkım neden hızını ve yoğunluğunu artırdı? Velhasıl toplumun üzerinde durduğu temel neden aşındı ve neden bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıktı? Bütün bu sorular, şimdilerde neden despotik bir rejimin dayatıldığının cevabını da içeriyor olmalıdır... Artık “burjuva demokrasisi”nin kırıntısının bile esamesi okunmuyor!

Ülkenin gerçek “manzarası” böyle olsa da, egemen söyle farklı. İktidar sahipleri Türkiye’nin harikalar yarattığını söylüyor. Aslında ülkenin varını-yoğunu talan etme, yağmalama hususunda harikalar yarattıkları doğrudur... Boşuna, nereye bakıldığı değil, nereden bakıldığı önemlidir denmemiştir...

25 Nisan 2018

10 Nisan 2018

DEİZM ve GENÇLİK

DEİZM ve GENÇLİK

Yeşim Demir

ÖNCE Deist ne anlama geliyor ona bakalım:
Yaradancılık anlamına gelen Deizm, dünyaya veya evrenin işleyişine müdahale etmeyen “tek Tanrı” olduğuna inanan ve tüm dinleri reddeden bir inanç biçimidir. Deizm peygamber, kutsal kitap, cennet, cehennem, melek, şeytan gibi kavramları kabul etmez. Onlara göre mutlak bilgiye ulaşmanın yolu vahiy ve peygamberden geçmez. İnsan aklı yeterlidir, kitaplara gerek yoktur. Tanrı aracı kullanmaz!... “Evrenin bütünü Tanrı’dır” der. Hiçbir Deist, iyi birey olmak için peygambere ve kitaplara ihtiyaç duymaz.
İmam Hatipli öğrencileri bilmem ama gençliğin çoğu deist hatta Ateist. Çünkü onlar sorup sorguluyor ve akılcı cevaplar istiyorlar: 
Neden Tanrı’nın küçücük çocuklara tecavüz edilmesine sessiz kaldığını,
 Hayvanlara yapılan işkenceye müsaade ettiğini,
Dünyadaki kötülükleri neden topyekûn engellemediğini,
Din adamlarının ve kitapların aracılığına neden ihtiyaç duyduğunu,
Dindarların kendi aralarında dahi anlaşamadıkları bu konunun onların vasıtasıyla anlatılmasına nasıl izin verdiğini,
Yarattığı dünyaya ve insanlığa gönderdiği dinlerin savaşlara sebep olduğunu nasıl görmediğini...
Bunun gibi birçok neden sıralıyorlar.
Cevap verebiliyor muyuz!...
Ben şöyle düşünüyorum örneğin: Yaradılış ve varoluş düzleminde kafa yoranların ilk durağı Deizm (yukarıda açıkladım), okumalar ve düşünce düzlemi yükselince de Agnostisizm (Tanrı’nın varlığının ya da yokluğunun bilinemez olduğunu savunma [Bilinemezcilik/Laedriye]) giriyor devreye… Son durak da tahmin edeceğiniz gibi, “Ateizm”…
Gerçi bizim coğrafyamızda Ateist olmak, yani Tanrı’nın yokluğu temelinde yaşamak pek de kolay değil. Meşhur bir söz vardır, “Batan gemide Ateist olmaz!” şeklinde…
Ateizm temelinde en sıkı nutku attığınız günün ertesinde, çaresiz, zor bir durum karşı- sında kendinizi -hem de en hazin bir şekildeFatiha’yı okurken bulabilirsiniz?! Batı, yüzlerce yılda Ateizm’i içselleştirdi ama bizim için henüz aynı şey geçerli değil…
Bu yazının alındığı kaynak  ve devamı için tıklayın: YEŞİM DEMİR 

08 Nisan 2018

Nereye Gitti Bu Öğretmenler?


Nereye Gitti Bu Öğretmenler?

Atalay Girgin*

Öğretmenlik ve öğretmenler… Hakkında doğrularla yanlışların bu denli çok konuşulduğu kaç alan, kaç meslek vardır? Hem de yanlışların doğruymuş gibi telaffuz edildiği… Doğruların ise telaffuz edilmesinden hoşlanılmadığı…

Düşünün bir kez: Her ikisi üzerine de ilgili ilgisiz, yetkili yetkisiz, neredeyse herkesin söyleyecek bir sözü vardır. Kimileri ne denli meşakkatli bir iş yapıp ne denli az kazandığından dem vurur öğretmenlerin.

Oysa öğretmenlik ne ücreti az diye yapılmayacak ne de parası çok ya da “Hiç yoktan iyidir. İdare eder” denilerek kapılanılacak bir iştir.

Devlet ricali içindeyse sıfatına, statüsüne, makamına ve oturduğu koltuğun ardına sığınan birileri de  “laf söyledi bal kabağı” misali az çalışıp çok tatil yaptığından söz edip, bir biçimde öğretmenlere verilen paranın fazla olduğunu ima eder. Öğretmenlerin hangi koşullar altında çalıştığını düşünmeden… Ve iş gelip ekonomiye düğümleniverir.

Peki; işin aslı öyle midir? Her şey bu denli basit ve bu denli ekonomiye, alınan ya da verilen ücrete mi endekslidir?