26 Şubat 2014

LAĞIMPAŞALI...


İKİ ROMAN: 
Lağımpaşalı ve Kıranlar Kırılanlar Zamanı

"LAĞIMPAŞALI" - "BAŞBAKANIN GÜNLÜĞÜ"... İş Çevrelerinde Lakabı Yüzde Beş RéTE'ye Çıkmış; Devşirme ve Yalancı Bir Politikacının Öyküsü... KIRANLAR KIRILANLAR ZAMANI'yla Birlikte Kitabevlerinde... 

Ankara'da İMGE ve DOST; İzmir'de YAKIN; İstanbul'da PANDORA, PARAF vd Kitabevlerinde... Ve Başta Kitapyurdu Olmak Üzere, İnternet Kitap Satış Sitelerinde...


Lağımlar Patladı... Her iki roman da patlayan lağımlarla birlikte, okura fareler dünyasının kapısını aralıyor. 








Kıranlar Kırılanlar Zamanı


Toplu istekler için: http://www.sobilyayin.com

17 Şubat 2014

İktidarın Milli Gelir 'Masalı'na Yanıt...

Kişi başına düşmeyen milli gelir

Fikret Başkaya

“Sadece  kendi tahrif ettiğim   istatistiklere inanırım” 

          Winston Churchill

Eğer resmi verilere itibar edilir ve milli gelir denilen eşit bölüşülürse, Türkiye’de kişi başına yılda 10 744 dolar düşerdi. Bu her Türkiyeliye günde 29 dolar düşecek demektir. O zaman üç çocuk, iki yetişkinden oluşan beş kişilik bir ailenin günlük geliri de 145 dolar olurdu. Bu günkü dolar kuruna göre günde 319 TL, ayda da 9570 TL, yılda 118 bin 184 TL  (52 bin 200 dolar). Eğer dünyadaki zenginlik eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19 dolar düşecekti. Beş kişilik bir aileye de günde 95 dolar ve ayda 2850 dolar düşecekti. Bu rakamlar doğru olsaydı (ki, doğru değil zira, sadece 85 milyarderin serveti, en yoksul 3.5 milyar insanın, yani dünya nüfusunun yaklaşık yarısının toplam mal varlığına eşit) buradan iki kaba sonuç çıkarmak mümkündür: Birincisi, Türkiye ortalaması dünya ortalamasından günde 10 dolar fazla; ve ikincisi, ister bizde, isterse dünya ölçeğinde olsun gelir eşit dağıtıldığında insanların maddi refah içinde yüzeceği, hiç bir geçim sorunun olmayacağı kesin... Türkiye’de beş kişilik bir aile, yılda 52 220 dolar gelirle -ki, bu TL cinsinden yaklaşık 118 bin 184 TL demektir,-asla geçim sıkıntısı çekmezdi. Tabii o zaman hemen akla şu soru gelecektir: Türkiye’de yılda 118 bin 184 TL gelire sahip kaç aile vardır? Eğer öyle olsaydı, siyasi partilerin programlarında yoksullukla, işsizlikle mücadele gibi maddeler yer almazdı... Herhalde yolsuzlukla mücadele maddesi de yer almazdı...

Rakamlara, istatistiklere istediğiniz yalanı söyletebilirsiniz...

25 Ocak 2014

“Milli İrade” Masalı...

“Milli irade” diye bir şey var mı?

Fikret Başkaya

“Çok partili düzen dense de değişen yalnızca parti başkanlarının adı: aslı tek bir başkan, tek bir parti...”*

                 Bilgesu Eranus

17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla ilgili olarak, başbakan R.T. Erdoğan, “hedefin milli iradeye suikast olduğu aşikâr“ demişti. Tabii yolsuzluk ve rüşvete yönelik bir operasyonla “milli irade” denilen arasında ters yönde bir ilişki olduğunu söylemek tuhaf bir çelişkiydi. Bu arada yurdun çeşitli yerlerinde milli iradeye destek gösterileri yapıldı. Avrupalı Türk Demokratlar Birliği [ UETD] Viyana şubesi tarafından da başbakana destek amacıyla “ milli iradeye saygı konvoyu” yola çıkıp, Macaristan, Sırbistan ve Bulgaristan’dan geçerek, Kapı Kule sınır kapısından Türkiye’ye girdi. Tersinden Viyana kuşatması gerçekleşmişti sanki... Tabii hepsi bu kadar değil, milli irade platformu adıyla bir araya gelen 97 STK tarafından imzalanan destek bildirisi de, başbakana iletilmiş. Söylendiğine bakılırsa 97 Sivil Toplum Örgütü’nün [STK] imzaladığı bildiri, Başbakanın baş danışmanı, Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan tarafından yazılmış... Yıllardır ‘sivil toplum söylemi” kepazeliğine dair yazar dururum. Doğrusu ne kadar da yazsan nâfile. Bazen kendi kendime: “ acaba bu dünyada kelimelerin ve kavramların bu kadar dejenere edildiği ikinci bir ülke var mıdır” diye sorduğum oluyor... Kimse çıkıp da “ tamam, bildiriyi imzalayın da, hiç olmazsa kendinize STK’lığı yakıştırmayın” diyen pek yok. Sakın ola STK’ları önemsediğim sanılmasın. STK söylemi neoliberal gericiliğin söylemidir. Amaç kapitalizmin pisliklerini, iğrençliklerini netâmeli sonuçlarını görünmez kılmaktır. Bu amaçla toplumu ahmaklaştırmak, bönleştirmek, aldatmak. oyalamak, depolitize etmektir. Bu örgütlerin misyonu ve varlık nedeni, , küresel plütokrasiyi, küresel oligarşiyi ve tabii onun bir uzantısı olan bizdeki gibi komprador oligarşileri meşrulaştırmaktır. Dolayısıyla bu sefil kuruluşların teşhir edilmeleri hayatî önem taşıyor...

11 Ocak 2014

ELEŞTİREL PEDAGOJİ Dergisi & ÖĞRETMEN


ELEŞTİREL PEDAGOJİ Dergisi... Soran, Sorgulayan, Eleştirel Düşünen ve "Düzenin Duvarındaki Tuğla" Olmak İstemeyen Öğretmenler ve Eğitimbilimciler İçin... 31. SAYI KİTABEVLERİNDE...


VE.... ÖĞRETMEN; Düzenin Duvarındaki Tuğla
Fikret Başkaya'nın Önsözüyle... Kitabevlerinde...



10 Ocak 2014

Hegemonya ve Meşruiyet Krizi

“Bu Yalnızca Hegemonya Krizi Değil, Aynı Zamanda Bir Meşruiyet Krizidir”

Fikret Başkaya-Gün Zileli Söyleşisi


Gün Zileli - Osman Tiftikçi ile yaptığın röportaj son derece ilgi çekici. Osman Tiftikçi, esas çatışmanın AKP-Cemaat çatışması olmadığını belirttikten sonra şöyle diyor: 

"Çatışma özünde emperyalizm, geleneksel sermaye ve İslami sermaye arasındadır. AKP ve İslami sermaye rakibine direnecek güçte görünmüyor. Cemaatler 90’lı yıllara kadar küçük ve orta boy ticari, sınai işletmelere sahiptiler. Bunlar sonradan holdinglere dönüştü. AKP iktidarları döneminde uluslararası hale geldiler. Tarihlerinde görülmemiş biçimde siyasi iktidarın, belediyelerin ekonomik ve diğer nimetlerinden yararlandılar. Özellikle eğitimde gayrı resmi önemli bir güç haline geldiler. Toplumda bunların ideolojik havası esmeye başladı... Ama gene de İslami sermaye, emperyalizme, geleneksel sermayeye ve bunların elindeki devlete direnecek güçte değil. Gülen hareketi ile başlatılan öncü saldırıda bile dağılıp, ne yaptığını bilemez bir hale düşmeleri de bunu gösteriyor."

Buradan çıkan sonuç, çatışmanın esasen, İslami sermayeyi temsil eden AKP iktidarı ile geleneksel sermaye denen, cumhuriyet döneminde büyüyen ve tekelleşen sermaye arasında olduğu, emperyalizmin bu çatışmada geleneksel sermayenin çıkarları doğrultusunda müdahil olduğu, devlet içinde yuvalanmış Cemaatin ise, geleneksel sermayenin AKP iktidarına saldırısında araç rolü oynadığıdır. Sen bu yoruma katılıyor musun? Cemaat, geleneksel sermayenin hizmetinde mi gerçekten, o zaman islami sermaye ile Cemaat ayrı yerlerde mi konuşlanmış oluyor? Dendiği gibi bu bir "devlet krizi" midir? Ordunun, geçmişten farklı olarak, restorasyon için darbe yapamaz hale geldiği koşullarda, parlamento içinden bir alternatif (röportajda dendiği gibi yeni bir CHPiktidarı) bunu sağlayabilir mi? 

Fikret Başkaya- Türkiye’de devletle ilgili, devlete dair konuşurken, daima tarihsel geri planı hatırda tutmak gerekiyor. İkincisi, devlet düzeyinde herhangi bir düzenleme veya “çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörü, “dış belirleyiciliği” de dikkate almak gerekiyor. Yaklaşık iki yüz yıldır devlette belirli aralıklarla, [20-25 yıl] işte 1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960, 1971, 980, 1997 ve  şimdilerde AKP döneminde yapılan restorasyonlar bu bütünlük içinde anlaşılabilir ancak. Velhasıl düzenlemelerin emperyalizmle uyumlanarak yapılması söz konusu.  Hiçbir önemli düzenlemeyi, dış faktörü, emperyalizmi hesaba katmadan anlamak mümkün değildir.

Aksi takdirde yaptığımız tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir.

Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsaldı, devlet her şeydi. Cumhuriyet döneminde de devlet kutsallığını korudu. Neden? Çünkü Cumhuriyetle birlikte [1923] bir kopuş olmadı da ondan. Cumhuriyet ilan edilmeden önce kimler yönetiyorsa, cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Asla bir alt-üst oluş söz konusu değildi. Eğer devlet kutsalsa, o zaman her şey kutsal devletin bekasına hizmet edecek şekilde kurgulanmak zorundadır.

01 Ocak 2014

ÖĞRETMEN; Düzenin Duvarındaki Tuğla

ÖĞRETMEN
  Düzenin Duvarındaki Tuğla

Geliştirilmiş ve Düzeltilmiş Yeni Baskı, Prof. Dr. FİKRET BAŞKAYA'nın Önsözüyle...


Ocak 2014'te Tüm Türkiye'de D&R, İNKİLÂP, REMZİ Kitabevlerinde... 

Ankara'da İMGE, DOST ve TURHAN Kitapevlerinde...

İzmir'de YAKIN Kitapevi ve diğerlerinde...

İstanbul'da D&R, İNKİLÂP, REMZİ kitabevlerinin yanı sıra, başta PANDORA, MEFİSTO olmak üzere diğerlerinde...

Bunların yanı sıra, Bursa, Antalya, Mersin, Konya, Adana, Eskişehir, Samsun vd. illerin tanınmış kitabevlerinde...

Ve İnternette: Başta İDEFİX, KİTAPYURDU Olmak Üzere, Tüm İnternet Kitap Satış Sitelerinde...

ARAYIN... SORUN... İSTEYİN...



Öğretmenlerin, Eğitim Sendikalarının ve diğer okurların toplu taleplerinde net %50 indirim. Ön Sipariş ve Kitap İsteme Adresi: http://www.sobilyayin.com/?pnum=53&pt=%C3%96%C4%9Fretmen%20(D%C3%BCzenin%20Duvar%C4%B1ndaki%20Tu%C4%9Fla)



20 Kasım 2013

Neden ZENGİNLERİN YOKSULLARA İHTİYACI VARDIR?

Neden zenginlerin yoksullara ihtiyacı vardır?

Fikret Başkaya*

“ Yoksullara yiyecek verdiğimde bana ermiş diyorlar. Yoksullar neden yoksul diye sorduğumda da, komünist olduğumu  söylüyorlar”.
               Dom Helder Camara

Her 6 saniyede 1, her dakikada 10, her saatte 600, her gün 14 400  ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Neden? Dünya nüfusunun %2’si dünya zenginliğinin %55’ine el koyduğu için. Başka türlü ifade edersek, dünya nüfusunun %98’i dünya zenginliğinin  45’ni alıyor da ondan... Dünya nüfusunun binde beşini oluşturan en zengin 24 milyon, 545 bin 900 zengin, dünya zenginliğinin %36’sına al koyuyor. Ve süper zengin 1000 yetişkin kişi, dünya nüfusunun %92’sinden 10 bin kat daha zengin... Tabii bunca zenginliğe el koymakla iş bitmiyor, bir de onun genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi gerekiyor. Kapitalizmin mantığının bir gereği olarak. Mârifet üretmek değil yeniden üretmekle, sahip olmak değil, daha çoğuna sahip olmakla ilgili. En zengin 100 kişinin servetlerini son bir yılda 200 milyar dolar arttırdıkları söyleniyor. 2016 yılına kadar milyonerlerin ve milyarderlerin sayısının %37 artacağı da tahmin ediliyor! Fakat iyi haberler de var: söylendiğine göre 2015 yılında günde 1.25 dolardan az gelirle “yaşayan“ aşırı yoksulların sayısı 1 milyara inecekmiş... Asıl iyi haber de, Allah’ın izniyle, 2030 yılında “aşırı yoksulluğun” kökü kazınacakmış...

Bir kısım aklı evvel çıkıp bir yoksulluk sınırı çiziyor. Hızını alamayıp bir de aşırı yoksulluk [extreme poverty] sınırı çiziyor. İşte günde 1.25 doların altında geliri olanlar aşırı yoksulluk sınırının altında olanlar. Gerçi o sınırın üstünde olanlar, mesela günde 2,  2,5 dolarla yaşayanlar da yoksul sayılıyor ama onların durumu o kadar da kötü sayılmıyor ... Öncelik aşırı yoksullara veriliyor. Aceleye gerek yok, sıra öteki yoksullara da gelecektir elbette... “Sabrın sonu selâmettir” denmiştir.  Bir kere böyle sınırlar çizildiğinde ve yoksulluk şu kadar dolara indirgendiğinde, artık rakamlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak mümkündür... Daha doğrusu yoksullarla alay etmek mümkün hale geliyor. Tabii yoksukluk tanımı ve sınırı herkes için aynı anlama gelmiyor. Söz konusu tanım ve sınır, yeryüzünün lânetlileri” cephesi  için geçerli sadece... Zira hiç bir emperyalist ülkede [Batı dünyasında densin], yoksulluk söz konusu olduğunda kimsenin aklına 1, 25 veya 2,50 dolar sınırı gelmiyor. Oralarda günde 10 dolar gelir bile “aşırı yoksulluk” sınırının altında sayılıyor...

2013 DÜNYA FELSEFE GÜNÜ BİLDİRİSİ

2013 Dünya Felsefe Günü Bildirisi:

“KAPSAYICI TOPLUMLAR, SÜRDÜRÜLEBİLİR GEZEGEN”*
21 Kasım 2013

Bu yıl Dünya Felsefe Günü, “Kapsayıcı Toplumlar, Sürdürülebilir Gezegen” konusuna yöneldi. Bu gün, kendileri ve çevreleri arasında gittikçe artan bir çeşitlilik arz eden ve sürekli daha fazla çatışan toplumların kapsayıcılığı ve sürdürülebilirliği sorununu yeniden düşünmek için bir davettir.

Küreselleşme, insan davranışı, yeni teknolojilerin hızlı gelişimi ve biyoteknolojiler; toplumsal, insani ve doğal düzen arasındaki sınırları bulanıklaştırdı.  İnsan edimi gezegen sisteminde gelişimin ana sürücüsü haline geldi- “Antroposen” (İnsan Çağı) devrini açtı. Çevre artık bizim tamamen dışımızda değil - edimlerimiz onu şekillendiriyor. Çevresel hasar, sırasıyla toplumumuzun düzenini, göç örüntüsünü ve işbirliğini etkiliyor.

Birçok dallanmanın olduğu bu dünyada, sürdürülebilir gelişim öncelikle ülkeler ve onların toplumları arasında paylaşılan refaha bağımlıdır. Bu farklılıklar dünyasında kapsayıcılık, her zamankinden daha çok, diyalog ve hukuk, insan onuru ve insan haklarına saygıdan geliyor. Bu 150. Yıldönümünü kutladığımız Swami Vivekananda’nın mesajıydı: “Başkaları pahasına direnin! Ben dünyaya bunun için gelmedim!

Biz, birbirine bağlı doğal çevrelerimize gittikçe daha fazla bağlanıyoruz. Bu kabul, yeni devlet politikalarına ilham vermeli, buna sosyal politikalar da dahil. Bu sezgi yüz yıl önce doğmuş Paul Ricoer tarafından ifade edilmişti: “Eğer biz dünya hakkında konuşamayacaksak, ne hakkında konuşacağız?” Bu radikal karşılıklı bağımlılığa cevabında, Rio+20 zirvesi, gelişimin ekonomik, sosyal ve çevresel görünüşünü ifade etmeye muktedir daha tamamlayıcı politikalar oluşturmak için çağrıda bulundu.

Bu meydan okumaya cevap sadece teknik gelişmeler ya da politik veya ekonomik düzenlemelerden gelmeyecek. Tüm bireylerin erken yaşlardan itibaren eleştirel düşünme ve toplum ruhunu okullar ve medya vasıtasıyla geliştirmelerini sağlamak daha karmaşık risk, daha büyük ihtiyaç. Bu meydan okuma 2013’te Rio’da yapılan Dünya Bilim Forumu ve Unesco’nun “Küreselleşen Çevrenin Değişimi” hakkındaki Dünya Sosyal Bilimler Raporunun esasını oluşturuyor. Birçok kırılmanın olduğu bu dünyada felsefe, insan onuru ve uyumu düşünme ve eyleme için zorunlu bir rol oynuyor. Felsefe bize zihinsel kaynağımızın, sahip olduğumuz tek gerçek yenilenebilir kaynak olduğunu hatırlatıyor. Bugün, UNESCO ağıyla dünyadaki tüm profesyonellere, yazarlara ve öğretmenlere bu gücü serbest bırakmaları için çağrıda bulunuyorum.                                                                   Irina Bokova


* UNESCO GENEL MÜDÜRÜ MS. IRINA BOKOVA’NIN DÜNYA FELSEFE GÜNÜ DOLAYISIYLA YAYINLADIĞI MESAJ

10 Ekim 2013

"Nice Paketler Gördüm Boştular!"

“Nice paketler gördüm boştular!”

Fikret Başkaya
      “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz”.
                                                 Mohandas Karamchand Gandhi

AKP iktidarı on yıldır “demokrasi paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi, demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor... Son paket daha ilan edilmeden “tartışma” konusu oldu ama pakette ne olduğu bilinmediği için, bazı tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu var mı, bu var mı?” gibi. Aslında rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi... Bir de paketin kapalı kapılar ardında hazırlanmasına itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nda hazırlanmıştı yani polisin eseriydi. Öyle olunca da “güvenlik gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tabii paket polis tarafından değil de anlı şanlı hukuk profesörleri, “konunun uzmanları” tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En gerici yasaların ve anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından yapılması kuraldır... 1882 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu adamları, kadınları neden profesör yapıyorlar sanıyorsunuz... Yalanı ve yanlışı sıradan birine söyletseniz pek inandırıcı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar... Artık o aşamadan sonra “bilimseldir” çünkü...

09 Eylül 2013

ZİLLER RADYASYONLU EĞİTİM İÇİN ÇALACAK!!!

Ziller Radyasyonlu Eğitim İçin Çalacak!

Atalay Girgin*

Veliler, öğretmenler ve öğrenciler için zor bir dönem başlıyor. Radyasyonlu çay, radyasyonlu fındık, radyasyonlu süt, vb. derken şimdi sıra okullara geldi. Her eğitim-öğretim yılının başlangıç habercisi olan ziller, bu kez radyasyonlu okullarda eğitim için çalacak.

Fatih Projesi, bu eğitim öğretim yılından itibaren, adım adım her öğrenci ve öğretmeni yoğun bir biçimde radyasyonla tanıştıracak. Okullarda radyasyonu tatmayan, onu hücrelerine dek soğurmayan canlı kalmayacak. Alt yapısının tamamlandığı, etkileşimli ya da akıllı tahtaların kurulduğu ve özellikle de tablet bilgisayarların dağıtıldığı hiçbir okulda bundan kaçış yok.

Zararlı ve kanserojen olduğu tespit edilen Radyo Frekans (RF) radyasyonlu ortamlarda yapılacak eğitime ilişkin ise bu güne dek bakanlıkça yapılmış, hiçbir ölçüm, söz konusu değil. Hakkında “İnsan sağlığına zararsızdır” hükmü verilemeyen Fatih Projesi’yle öğrenci ve öğretmenlerin bir bilinmeze sürüklenip, toplu halde kobaylaştırılmaları sürecinde geri sayım başladı.

Sağlık Faciasına Hazırlıklı Olunmalı

Basında ve kamuoyunda genellikle, şatafatlı tanıtım, rant ve ihale haberleriyle gündeme getirilen Fatih Projesi, aslında potansiyel bir sağlık faciasının habercisi. Ne var ki, bazı duyarlı kişiler ve az sayıda bilimsel araştırma kuruluşu dışında işin bu yönü üzerinde duran yok. Eylül ayı sayısıyla bu duyarlılığı gösterenlere eğitim alanında yayın yapan Eleştirel Pedagoji Dergisi1 de eklendi.

Eleştirel Pedagoji Dergisi, 29. Sayısında yer verdiği “Öğretmen ve Öğrencileri Bekleyen Kanserojen Tehlikesi: RADYASYONLU OKULLAR” başlıklı yazıyla Fatih Projesi’nin asıl duyarlılık gösterilmesi gereken yönlerinin başında sağlık sorununun geldiğine işaret ediyor. 

Gazi Üniversitesi, Gazi Non-İyonizan Radyasyondan Korunma Merkezi-GNRK’nın hazırladığı rapora2 göndermelerde bulunulan yazıda, tablet bilgisayarlı ortamda oluşacak Radyo Frekans (RF) radyasyonun, kanserojen olduğu belirtilmektedir. GNRK’nın raporunda yer alan, “Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı (IARC – International Agency for Research on Cancer) 2004 yılında ELF manyetik alanları, 2011 yılında ise RF radyasyonu 2B sınıfı olası kanserojen sınıfına almıştır” hükmü vurgulanarak, sorunun yalnızca kanserden ibaret olmadığının altı çizilmektedir.

Çünkü RF radyasyonun, “değişik biyolojik etkilere neden olduğunu gösteren çok sayıda çalışma mevcuttur. Bu çalışmalar çeşitli kanser türleri, lösemi ve lenfoma, kan beyin bariyeri geçirgenliğinin artması, beyin sıcaklığının, hücre ve DNA sentezinin artması, üremede azalma, kromozomal bozulmalar, beyin elektriksel aktivitesinin (EEG), kan basıncının artması, davranış bozukluğu, çocuklarda öğrenme güçlüğü gibi pek çok etki”si vardır.

Öğrenciler ve Öğretmenler Tehdit Altında

Şu ana kadar sendikalardan ve velilerden kayda değer herhangi bir tepkinin gelmediği uygulamadan en fazla etkileneceklerin başında öğrenciler ve öğretmenler yer almakta. Bunların yanı sıra, hizmetliler de aynı tehdit altında. Özellikle 40-45 dakikadan günde 6-7-8 saat RF radyasyona maruz kalacak ve onu sürekli soğuracak olan öğrenci ve öğretmenlerin hayati sağlık sorunlarından kaçınabilmesi mümkün görünmüyor.

Peki; mevcut koşullarda ne yapılmalı? Bu konuda yetkililerden beklenebilecek yegâne önlem, bu projeden ve özellikle de tablet bilgisayarlı ortamlarda eğitim ısrarından vazgeçmeleridir. Ancak işin içinde onca rant varken, iktidarın ve yetkililerin bu uygulamayı kolayca kenara bırakıvereceklerini düşünmek ve onlardan bunu beklemek de saflıktır. Çünkü rant varken, insan sağlığının, küçücük çocukların, gençlerin ve öğretmenlerin karşılaşacakları hayati sorunların onlar için, lafzi olmaktan öte, herhangi bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Bu durumda yapılabilecek her şey velilerin, öğrencilerin ve öğretmenlerin hem bireysel hem de grupsal anlamda birlikte alabilecekleri tedbirlere bağlı kalmaktadır.

Veliler çocuklarının RF radyasyonlu ortamlarda eğitim görmesini istemediklerini belirten dilekçelerle okul müdürlüklerine, il ve ilçe müdürlüklerine başvurabilirler. Buna rağmen çocukları RF radyasyonlu sınıflarda eğitime zorlanırsa, doğabilecek en küçük sağlık sorununda bile maddi ve manevi olarak, ilgililer ve yetkililer hakkında ceza davası açacaklarını yazılı olarak belirtebilirler.

Öğretmenler, eğitim öğretim yılı başında tam teşekküllü bir hastaneden sağlık raporu alarak, RF radyasyonlu sınıflarda çalışmak istemediklerini ve doğabilecek sağlık sorunlarına bağlı olarak yetkililer hakkında maddi ve manevi ceza davası açacaklarını belirten yazılı başvurularda bulunabilirler.

Elbette bunlar sorunun çözümüne yönelik geçici tedbirlerdir. Asıl yapılması gereken, öğrenci ve öğretmenleri yoğun bir radyasyon ortamında kalmaya mahkûm bırakan Fatih Projesi’nden bir an önce vazgeçilmesidir. Yine de karar velilerin, öğretmenlerin ve öğrencilerindir. Çünkü hayati risk altına girecek olanlar onlardır. Çocukları bir dizi sağlık sorunuyla karşılaşacak olanlar öğrenci velileridir.

Not: Bu konuda daha ayrıntılı bilgi ve öneriler ELEŞTİREL Pedagoji Dergisi’nin 29. sayısında yer almaktadır. Soruna duyarlı veliler ve öğretmenler derginin ilgili sayısını okuyabilirler.