Türkiye Cumhuriyeti Paradigması Son Kalesinde
Atalay GİRGİN*
Son kalesinde olan “Türkiye Cumhuriyeti” değil. Çünkü o, bugüne dek ne denli ilan edilmemiş olursa olsun, siyaset ontolojisi açısından çoktan miadını doldurmuştur. Referandum sonuçları da, tabir-i caizse, üzerine “tüy dikmiş”tir bunun… Ne gidecek bir kalesi vardır artık ne de herhangi bir kaleye ihtiyacı… Şimdi ondan geriye kalan, bu yazı bağlamında kısaca değinilecek olan, üç şey var: Birincisi “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı. İkincisi “Devlet” ve üçüncüsü ise “Türkiye Cumhuriyeti”nin on yıllar öncesinden “iflas” etmiş paradigmasının son sığınağı, belki de mezarına dönüşen o “son kale”…
Cumhuriyet: Cumhurun iyeliği yanılsaması
Birincisi, yani “Türkiye Cumhuriyeti” kavramı, her yere iliştirilmekten, herhangi bir yerde neliği ve gerçekliğiyle var olma olanağı bulamayan kavramlardan birine dönüşmüştür artık. Elbette ki, “Türkiye Cumhuriyeti” kavramının bu hale dönüşmesinin / dönüştürülmesinin, her geçen gün görünüşe mahkum kılınıp içerikten sürgün edilişinin temel nedeni, salt her yere iliştirilişine indirgenemez. Çünkü bu yalnızca bir sonuçtur.
Asıl olan, öncelikle bu kavramın, “Osmanlı bakiyesi” topraklar üzerinde kurulan ‘yeni devlet’in sıfatına ve şekline ilişkin, 1789 Fransız İhtilali ve sonrasındaki siyasal gelişmelerin de etkisiyle, toplum nezdinde meşruiyet yaratmaya dönük siyasal - ideolojik bir bilincin oluşması / oluşturulması ve yaygınlaştırılmasına hizmet amacı ve işleviyle kullanılmış oluşudur. Ancak bu amaç ve işlevle toplumsal (ve aynı zamanda tarihsel) gerçekliğin hakikati arasındaki farklılıklar, ne denli görülmek ve gösterilmek istenmese de dönem dönem nükseden fiili ve potansiyel sorun alanları olarak varlığını korumuştur. Bunların da etkisiyle, ‘yeni devlet’in kuruluşundan itibaren hem kitle iletişim araçları hem de eğitim kurumları aracılığıyla bu yönde yapılan sürekli vurgulara rağmen, söylemden ve yanılsamalı bir bilinç hali yaratmaktan öteye geçilememiştir.
Toplumsal gerçeklik, ideolojik kabullerin ve söylemin rengine boyanıp değiştirilememiş; tüm inkâr ve yok saymalara rağmen tek dillilik ve tek kültürlülükten ibaret ‘deli gömleği’ne hapsedilememiştir. “Türkiye Cumhuriyeti” denilmekle de ne devlet sabahtan akşama cumhurun iyeliğine geçebilmiş, ne de “Türk” bu devletin siyasal ve coğrafi sınırları içerisinde yaşayan cumhurun yegâne sıfatına dönüşebilmiştir.
Keza söz konusu gerçekliği ve hakikati, ne referandum sonuçları ne de bunları cumhurun “devlete el koyması”, bir nevi onu iyeliğine alışı olarak değerlendirme akl-ı evvelliğiyle malûl her cenahtan avenenin, efendilerininkinden bile daha yükseğe çıkıp göğü tutan sevinç çığlıkları değiştirmeye kadirdir. Çünkü başlangıcından bugüne dek, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve insanın insanı sömürüsü koşullarında, cumhurun iyeliği söyleminin de bunun üzerine bina edilen cumhuriyet anlayışının da cumhurun ve cumhuru oluşturanların bilincinde yanılsamalar yaratmaktan öte temel bir işlevi yoktur. Velhasıl; cumhuriyet, cumhurun iyeliği yanılsamasının adıdır. Türk’ün iyeliği ise, eğer inanırsanız, bu dünyanın ve öte dünyanın, tüm evrenin her metrekaresinde, her santimetrekaresinde ilelebet payidar olacaktır; hatta ondan başka hiçbir şey olmayacaktır…
Devletin amacı değil, işlevi vardır
İkincisi devlet. Tüm kurumlar ve araçlar gibi, devletin de, amacı yoktur; işlevi vardır. Kendisinden beklenen ya da istenen işlevleri yerine getirebildiği sürece varlığını sürdürür. “Antik imparatorluk”lar için olduğu gibi, “modern devlet” sıfatını taşıyan ulus devlet ya da devlet uluslar için de geçerlidir bu... Birincisi, fethi fetihle finanse etse bir nevi haraca dayansa da ekonomik ve siyasal olarak egemen/yönetici sınıf ve sınıflar açısından, her ikisinde de devletin temel işlevi, organlarının, alt kurumlarının uyumlu işleyişiyle, öncelikle üzerinde kurulu olduğu siyasi-coğrafi sınırların ve içerisinde doğup geliştiği toplumsal yapının ve sistemin, içerden ve dışardan gelebilecek her türlü tehdit karşısında varlığını korumasına, sürekliliğini sağlayıp mevcut sınıfsal güç dengeleri değişmeksizin gelişmesine hizmet etmektir.
Kimilerine göre ulus devlet, kimilerine göreyse devlet ulus olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti başlangıçtan bugüne yaşanan süreç içerisinde kendisinden beklenen işlevleri zora dayanan zapturapt yöntemlerinin dışında sağlayamamıştır. Kaldı ki, salt siyasal, askeri, bürokratik, vb. bir örgüt / kurum olarak bunun daha ötesini başarabilmesi de olanaklı değildir. Çünkü devletin işlevselliğini, yani temel kurumları arasındaki uyumu, eşgüdümü sağlaması amacıyla oluşturulan eldeki paradigma, ne siyasal coğrafi sınırlar içerisindeki toplumsal gerçekliğe uygundur ne de onun değişimine paralel olarak ortaya çıkan ve karşılaşılan sorunları, kendini yenileyerek çözebilmeye…
Bunun elbette, bazıları (örneğin dogmatiklik; Atatürk tabusuyla sorgulanmazlık zırhına alınmak, saplantılı bir biçimde, on yıllar öncesinden bir biçimde ifadeye bürünmüş kabuller ve sav sözlerle belirlenmiş statükoya değişmezlik atfetmek, vb. gibi) inkar edilmeye çalışılan, bazıları da (imparatorluğun genellikle yenilgi ve toprak kayıplarıyla sonuçlanan savaşlarla küçülmesi, egemenliği altındaki farklı etnik unsurların bağımsızlık talep ve isyanlarıyla sarsılması, vb. gibi) gerçeklikten kaynaklanan ve hem eğitim hem de yazılı ve sözlü söylemlerle nesilden nesile aktarılarak neredeyse toplumsal bir paranoyaya dönüş(türül)en “içerde ve dışarıda düşman görme ve bölünme korkusu, kaygısı” gibi, üzerinden atlanıp geçilemeyecek önemli nedenleri vardır. Bir de bunların üzerine, ABD kongresinin 1947 yılında aldığı “Türkiye ve Yunanistan’ı komünizmle mücadelenin kalesi” kılma kararı sonrası akıttığı mali kaynaklarla, bilumum araç kullanılarak, asker, memur, din adamı demeksizin birçok etkili ve yetkili kişi devşirilerek1 “Komünizmle Mücadele Dernekleri” kurdurulup yalan ve iftiralarla, düşmanlık söylemleriyle toplum içerisinde yeşertilen ve yaygınlaştırılan komünizm fobisini eklemeyi de unutmamak gerek… Paralel bir sürecin ordu ve istihbarat teşkilatı içinde yaşandığını da… Dahası bu sürecin etkisini ve günümüzde yaşananları anlamak için, hala siyasetten bürokrasiye dek önemli kurumlar ve mevkilerde egemen ve söz sahibi olan kadroların birçoğunun hem siyasal-ideolojik bilinç olarak bu fobiyle yetişmiş hem de “efendi” için “Komünizmle mücadeleden ‘Ergenekon’a evladı makbul” kalabilmiş olanlar olduklarını da… Keza bunların, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem kurucu yönetici ve kadrolarınca dile getirilen, eğitim başta olmak üzere çeşitli kurumlar aracılığıyla toplumun içselleştirmesi için uğraşılan, laiklik, çağdaşlaşma gibi anlayış ve değerleriyle hem de paradigmasının kabulleriyle bazen açıktan, genellikle de (son yıllara dek) örtük bir biçimde çatışma içerisinde olduklarını da…
Bilindiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti, içerisine düştüğü açmazdan, acz durumundan, “modernleşme” çabalarıyla kurtarılmaya çalışılan “antik bir imparatorluğun” yıkıntıları üzerinde kurulmuş, başlangıçtaki yönetici kadroların tüm reddiyelerine rağmen bir biçimde onun devamı olan “modern bir devlet”ti. Ama kuruluşundan bu yana, toplumsal, siyasal, vb anlamda sürekli değişen dünya, bölge ve ülke gerçekliği karşısında paradigması iflas etmiş, süreç içinde (hatta yaklaşık 50-60 yıllık bir süreçte planlı bir biçimde ki, asıl bunu planlayıp sabırla, bir başka devlet ve toplum yapısı içinde icra edebilen, o toplum içinden devşirmeler yetiştirip temel kurumlarında söz sahibi kılabilen, onlardan bazılarını kendi siyasal projelerinin “eş başkanlığına, yöneticiliğine” atayıp, pardon seçtirip, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, o projeyi rafa kaldırıveren devlet, büyük devlettir) yönetici ve kadrolarının önemli bir çoğunluğu her geçen gün cumhuriyetin değerleri ve kabulleriyle çatışma içerisindeki kişilerden oluşan bir devlete dönüşmüş, dönüştürülmüştür. İşte referandum sonuçları, bir başka anlamıyla da bu “modern devlet”in egemenlerce ilan edilmemiş miadının gecikmeli bir ilânıdır. Keza, ne dün ne de bugün, kavramların ve söylemin ötesinde söz konusu devletin, yalnızca cumhurun değil, aynı zamanda Türk’ün iyeliğine de haiz olmadığının ilânı… O halde bir soru: Peki; bu devletin iyeliği kimdedir/kimlerdedir?
“Modern devlet”te kuvvetler ayrılığı biçimseldir
Modern devlet demişken: Kuvvetler ayrılığı prensibi, Montesquieu’dan bu yana, bir hukuk devleti olduğu varsayılan “modern devlet”in karakteristik özelliklerinden biri kabul edilir. Devlet erkinin, tek bir elden değil, birbirinden bağımsız olması gerektiği belirtilen / varsayılan yasama, yargı ve yürütme organları aracılığıyla uygulanması, egemen kılınması esasına dayanır. Bu üç kuvvetin birbirlerine ilişkin denetleme ve etkileme işlevlerinin olağan dönemlerdeki rutin seyri, “bağımsızlık” vurgusunun fazlaca sorgulanmasını gündeme getirmez, hatta bunu pekiştirir.
Oysa ister olağan dönemlerde olsun isterse olağanüstü dönemlerde olsun, yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsızlığı mutlak değil, görelidir. Dahası, her türden söyleme ve görünüşe rağmen, bunlar arasındaki eşgüdümü sağlayan, ‘bağımsızlık’, ‘tarafsızlık’ yanılsamasını güçlendiren; istisnai dönemler ya da gelişmeler dışında, söz konusu kurumların “ortak bir akıl”la düşünüyor, söylüyor ve eyliyormuşcasına uyumlu çalışmalarını olanaklı kılan, egemen ideolojiye, daha doğrusu genel anlamda egemen / resmi sosyal siyasal-ideolojik paradigmaya tabilikleridir. Paradigma varlığını, geçerliliğini ve işlevini sürdürdüğü sürece bu kuvvetler arasında, genellikle, bir çatışma ya da birbirleri üzerinde egemenlik kurma girişimleri gözlenmez. Çünkü o görünmez bir el gibi çalışan, insanı, toplumu, dünyayı; ekonomik, sosyal, siyasal, vb. ilişkileri anlayıp anlamlandırmayı koşullayan, bir bilinç haline dönüştürülmüş ve kabulleri sorgulanmaz, hatta en azından başlangıçta kuşkulanılmaz bir şekilde eleştiriden muaf kılınmıştır.
Aslında olağan ya da olağanüstü dönemlerin tamamında tüm göreliliğine rağmen ısrarla bağımsızlığından söz edilen ya da ısrarla bağımsız olmadığı ve bağımsız olması gerektiği vurgulanan, sık sık siyasallaştığından yakınılan kurum, yargıdır. Hiç kimse yürütmenin ve yasamanın da birbirleri karşısındaki bağımsızlığından söz etmez, tartışmaz nedense... Oysa yürütmenin, yani hükümetin ister koalisyon isterse tek parti temelinde oluşmuş olsun, bir azınlık hükümeti olma hali hariç, her daim yasama organı nezdinde çoğunluğa dayanan bir egemenliği vardır. Bu anlamda yasama organı, özellikle milletvekilliğinin parti genel başkanlarının iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olduğu koşullarda, çoğunluğu itibariyle yürütmeye tabidir. Hele hele ezici bir çoğunluğa dayanan tek parti hükümetleri dönemi söz konusu olduğunda, yasama organında yer alan muhalefet partileri ve onlara mensup milletvekillerinin tabir-i caizse salt dolgu malzemesine dönüştüğü koşullarda, yasamanın yürütme karşısında bağımsızlığından söz etmek, tam anlamıyla abesle iştigaldir.
Ancak böylesi bir tablo, yine de şu iki koşulda, güvensizlik, bunalım ve çatışmaya neden olacak bir sorun olarak algılanmaz: Bunlardan birincisi, tüm göreliliğine rağmen mevcut egemen ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal ilişkiler ve yapıların varlığını sürdürmesidir. İktidar partisinin, yürütme organını, açıktan ya da sözüm ona gizliden, kendisini destekleyenlere hatta yandaş ve doğrudan yakınlara ekonomik kaynak ve rant aktarmada bazı ayrıcalıklar sağlamada kullanıyor olması, bir yere kadar ihmal edilebilir; göz yumulabilir bir durum olarak algılanıp değerlendirilebilir egemenlerce. Hele hele “Bal tutan parmağını yalar” anlayışının meşru ve mubah farz edildiği bir toplumda, iktidara oy verenlerin yanı sıra toplumun farklı kesimleri de görmezden gelebilir bunları… Hatta böylesi icraatları nedeniyle yargılanıp hüküm giyme kaygısı altında, yargı üzerinde tasarrufta bulunarak aklanma hesapları yapmalarını da… İkincisi ise, egemen sınıfın toplumun alt sınıflarını denetim altında tutması, yönetmesi, denetlemesi, vb. aracı olan devletin, resmi siyasal ideolojik paradigmasına bir halel gelmemesidir.
Paradigmanın son kalesi
Ne var ki, Türkiye gerçekliğinde on yıllardır inşa edilen ve yaşanan süreç her iki koşul açısından da hem toplumsal hem de kurumlar arası ilişkiler anlamında güvensizlik, bunalım ve çatışmayı körükleyecek denli sorunludur. Birinci koşul şimdilik bir yana… İkinci koşul açısından durum vahimdir. Kurumlar arası işleyişte uyum ve eşgüdümü sağlayan “paradigmanın iflası” ve geçersizleşmesinin de etkisiyle, yürütmenin, öncelikle yasama organındaki çoğunluğuna, bunun yanı sıra uluslararası aktörlerin ihtiyaçları açısından da konjonktürün uygunluğuna dayanarak yargıyla giriştiği çekişmenin her geçen gün ayyuka çıkan bir kavgaya dönüşmesini kolaylaştıran da budur zaten…
Paradigma ve kabulleri, yıllardan beri adım adım birçok kurumdan sürgün edilip Atatürk heykelleri, büstleri, tabloları ve sözleri ardında can çekişmeye terk edilmiştir. Bu süreçte devletin, birçok kurum ve kuruluşta, bayram söylevlerinin hamaseti dışında geçerliliği olan, kendisine halel getirilebilecek egemen bir paradigması da kalmamıştır. Bir yanda bunlar gerçekleşirken, diğer yanda da yargı, hem paradigmanın kabulleri hem de “Türkiye Cumhuriyeti”nin kuruluş sürecindeki değerleriyle varlığını sürdürebildiği istisnai kurumlardan birine dönüşmüştür, belki de sonuncusuna...
Oysa “Son kale”sinde paradigma kazansa bile kaybedecek olandır. Çünkü o varlığın dününden seslenmekte, değişen toplumsal gerçekliğin sorunlarına, değişmeyen kabullerle çözümler sunmaya çalışmaktadır. O “son kale”yse, ne denli direnirse dirensin, o direniş, hatta ardından gelebilecek olası bir zafer (ya da yenilgi) ne denli destansı olursa olsun, sisteme ve onun hukukuna teslim olacaktır. Çünkü kapitalizmin sınırları içinde kalan, mevcut sınıfsal ve toplumsal ilişkileri yeni bir toplumsal proje temelinde değiştirip dönüştürmeye yönelmeyen her türlü reddiye ve karşı çıkış için, sisteme, onun egemenlerine ve hukukuna teslimiyetten öte bir yol yoktur. Gerisi laf-ı güzaftır. Referandum sonuçları da şimdilik, bir başka seçenek bırakmamıştır zaten, “son kale”sine paradigmanın…
1 Bu süreçte, işi iyiden iyiye azıya alıp yüzleri bile kızarmadan, gönüllü devşirmeye dönüşenler, Amerikan Büyükelçiliği’nden “Komünizmle Mücadele Derneği” için açıktan açığa para istemekten ve almaktan geri durmamışlardır. Keza bu beslenme, pardon fonlanma süreci 1980 sonrası da devam etmiştir.. Bu devşirmelerin yaşayan en ünlülerinden birinin, kameraların karşısına neredeyse her geçtiğinde manik-depresif ruh halleri sergilemekten geri durmayan ve hizmetlerine mukabil, “efendi”sinin koruma ve gözetiminde ömrünün son demlerini sürmekte olduğu bilinmektedir.