Uzmanı ve Uzmanlığı Nasıl Bilirsiniz?
Fikret Başkaya
Burjuva egemenlik sisteminde, gerçeğin anlaşılmasını sağlaması gereken bilgiler parçalanmış durumdadır. İnsanların bilinci bu parçalanmışlığın sonucunda oluşuyor. Yüksek düzeyde eğitimden [üniversite] geçip ‘uzmanlaşan’ kişi, realitenin küçük bir parçasına odaklanıyor. Ağacı görür de ormanı görmez... Hiçbir zaman bütünle parça arasında bağ kuramaz, sadece kendi ilgi alanına dair bilgi sahibidir. Aslında çelişik ve şaşırtıcı gelse de uzmanlık arttıkça cehâlet katsayısı da yükselir...
Eğitim sistemi, eğitimden geçmiş olanların resmin bütününü görmesini, şeylerin gerçeğine nüfûz etmesini engelleyecek biçimde kurgulanmış durumdadır ve bu bir tesadüf değildir. Eğitim sistemi eğitilmiş olan diplomalıların sınıf değiştirmesini sağlar. Bu yüzden her toplumda ve her tarihsel dönemde belirli seviyenin üstünde eğitimden geçmiş olanlar daima toplum çoğunluğuna göre ayrıcalıklı bir statüye sahiptirler. Fakat şeylerin doğasında mündemiç çelişki, eğitilmiş kesim için de geçerlidir. Eğitim süreci eğitilmiş olanı bazı bilgilerle donatıp ‘uzmanlaştırırken’, aynı zamanda onu üretici işe yabancılaştırıp- ‘kötürümleştirir’ ve artık elinden başka hiç bir iş gelmez. Bu yüzden bürokraside görev alanlar manipülasyona açıktır. Üstlerin astlara her istediklerini yaptırabilmeleri, bu ‘kötürümleşmişlik’ durumuyla açıklanabilir.
XIX. yüzyılda sanayi kapitalizmiyle birlikte, işçiler proleterleştirildi. Ekseri sanıldığı gibi, proleter işçinin özdeşi değildir. Proleter demek düşünme-tasarlama-bilme-yapma yeteneğinden mahrum olmak anlamındadır. Kişi, yoksul olduğu için proleter değildir, proleter olduğu için yoksuldur. Başka türlü ifade edersek, yoksullaşma proleterleşmenin doğal sonucudur. Sanayi kapitalizmi koşullarında işçinin düşünme-tasarlama-bilme-yapma yeteneği makinaya aktarılmıştır. Ve o aşamadan sonra her işçi diğerinin benzeri ve biri diğerinin yerini alabilir, ona rakip olabilir durumdadır. Aynı bir makinanın bir diğerinin yerine kullanılması gibi... Bizde Arapça amale, âmil kelimesinden türemedir emeli olan, isteyen anlamındadır. Dolayısıyla işi yapanın istek ve iradesine gönderme yapar. Proleter vasıfsızdır, artık kendi isteğiyle bir şey yapma yeteneğinden yoksundur. Birey olarak değersizleşmiş durumdadır.
XX. Yüzyılda, özellikle de yüzyılın son çeyreğinde, proleterleşmede bir eşik daha aşıldı: Bu, proleterleşmenin genelleşmesiydi. Fransız filozofu Bernard Steigler’in isabetli bir şekilde tüketicinin proleterleşmesi dediği işte budur. Zira herkes tüketicidir. İnsanlar kendilerine dair hiçbir şey düşünemez, tasarlayamaz, yapamaz duruma geliyorlar. İnsanların yaşam alanı bir bakıma uzmanlar tarafından kuşatılmış durumda. Bir otelde kahvaltı salonunda bana eşlik eden kişi, masaya oturduğumuzda, “ceviz de alsaydın, çok faydalıymış’ demişti. “Faydalı olmasa insanlar bin yıllardır neden yesinler, bunu söylemenin ne anlamı var?” dediğimde “uzman öyle diyor” karşılığını vermişti... Şimdilerde egemenler cephesinin iki unsuru olan politikacılarla uzmanlar arasında sıkı bir ittifak kurulmuş durumda. O kadar ki, nerdeyse “tüm iktidar uzmanlara” denecektir. Kapitalizm öncesi dönemde rahipler, din alimleri, bizde ulema, halka gerçek Tanrının ne olduğunu, gerçek îmânın ne olduğunu, ne olması gerektiğini, Tanrı’ya giden yolun nereden geçtiğini “bilirler” ve söylerlerdi. Sıradan insanların bu konuda fikir beyan etmesi söz konusu bile değildi. Şimdilerde kapitalizmin ürettiği teknik, dinin yerini aldı ve artık eskide olduğu gibi erişilmez değil ama bu işi ancak uzmanlar yapabiliyor... Her şeyin sırrını çözecek ‘sihirli anahtar’ artık uzmanların elinde...
Her şey metalaşıyor, teknikleşiyor ve olup bitenlerin ne anlama geldiğini sadece ‘konunun uzmanları’ biliyor. Mesela ‘uzman’ iktisat profesörü piyasanın neden tüm sorunların çözüm yeri olduğunu, hangi ekonomik politikanın neden uygulanması gerektiğini bilir. Zira piyasa rasyonelliğin, nesnelliğin, bilimselliğin timsâlidir. Eğitim, sağlık, sosyal, güvenlik, vb. hizmetlerin neden özelleştirilmesi gerektiğini, neden parayla alınır-satılır birer metaya dönüştürülmesi ‘gerektiği’nde bilir, zira söz konusu olan bir ‘uzmanlık işidir’... İflas eden bankaların neden kurtarılması gerektiği, ama iflas eden küçük esnafın, mülksüzleşip toprağından atılan köylünün neden desteklenmemesi gerektiğini, neden bu sorunu piyasa ekonomisinin ‘şaşmaz yasalarına’ bırakmak gerektiğini, böyle yapmanın neden iktisat biliminin ve piyasa ekonomisinin ‘gereği’, dolayısıyla zorunlu olduğunu da bilir elbette. O gerçeğin tapusuna sahiptir ve meta mabedinin bekçisidir. Mesela devletin tarım sektörünü desteklemesinin ne kadar kötü bir şey olduğunu, ama sanayiciyi ve ihracatçıyı desteklemesinin neden gerekli olduğunu bilen de odur. Tarım sektörünün desteklenmesi ‘piyasa ekonomisinin’ işleyişini bozar, dengeleri alt-üst eder, enflasyonu azdırır, ‘kara deliği büyütür’... Oysa, bütçeyi ve hazineyi hortumlayan banka patronlarının kurtarılması ‘ekonomi biliminin’ bir gereğidir... Güzelim mis kokulu muzun yetiştiği kendi toprağı üzerine beş yıldızlı oteller dikilmesi, ikinci konutlar [yazlık] yapılması ve muzun orta ve güney Amerika’dan ithal edilmesi piyasa ekonomisinin bir gereğidir. Bu saçmalığa karşı çıkmak bilime, teknolojiye, piyasa ekonomisinin ‘şaşmaz’ yasalarına karşı çıkmaktır, gericiliktir, uygarlık düşmanlığıdır, piyasa Tanrısına itaatsizliktir, zındıklık değilse dinazorluktur... Eğer itiraz ederseniz bu haddinizi aştığınız anlamına gelir ki, uzman olmadığınız bir konuda fikir beyan ederek, uzmanın uzmanlık alanına tecavüz etmiş olursunuz... Eğer toplumun bu gününe ve geleceğine dair tüm hayatî kararlar kapitalist patronların ve politikacıların hizmetindeki uzmanlar, tarafından alınıyorsa, rotayı onlar belirliyorsa, neyin iyi, neyin kötü, neyin gerekli, neyin gereksiz olduğuna uzmanlar karar veriyorsa, yurttaş denilen bunun neresindedir? O zaman siyasi partiler, seçimler, parlamenterler, vb. ne gibi bir kıymet-i harbiyeye sahiptir ve böylesi koşullarda demokrasiden bu kadar çok söz edilmesi abesle iştigal etmek değil midir?
O halde her şey sarpa sararken, araç duvara çarpmak üzereyken, bütün göstergeler kararmaya devam ederken, egemenler cephesinin hareket alanının hâlâ bu kadar geniş oluşu ve bu kadar kolay yönetebiliyor oluşu nasıl açıklanacak? Bu sorunun cevabı ‘tüketicinin proleterleşmesi’ kavramından hareketle verilebilir. Kapitalist metalaşma, paralılaşma, teknikleşme, tüketimin yaşamın yegâne ereği mertebesine yükseltilmesi, insanların giderek insâni değerlere daha çok yabancılaşması [zira yaşam yiyip-içmeye - bu arada asgari düzeyde yiyip-içemeyen milyonların varlığını da unutmayarak, zira kapitalizmde bu başka türlü olmazdı- mal mülk sahibi olmaya, daha çok tüketime indirgenmiş durumdadır], uzmanların tahakkümü ve reklamların baskısı, insanların düşünme, muhâkeme yapma, karşı çıkma, karşı proje oluşturma, itiraz etme, şeyleri asıl olması gereken zeminde tartışabilme yeteneğini dumura uğratıyor. Velhasıl tüketici, kavramın asıl anlamında proleterleşiyor. Bunu insanların beyinsizleşmesi olarak da ifade edebilirsiniz. Elbette bu kafalarının içinde beyin olmadığı anlamında değil ama artık pek kullanmadıkları bir beyin olduğu kesin... Zira insanları uzmanların ve reklâmcıların yönetmesi demek, düşünme yeteneklerini onlara devrettikleri, uzmanlar lehine düşünmekten vazgeçtikleri anlamına gelecektir. İnsanın düşünemez, tasarlayamaz, yapamaz, edemez duruma gelmesi, ürkütücü ve kaygı verici değil mi? Bu durumun sanki insanlığın normal haliymiş gibi algılanması, tartışma konusu yapılmaması, daha da vahimi bunun bir ‘ilerleme’, ‘kalkınma’, ‘muasır medeniyet seviyesini yaklaşma’, vb... olarak sunulması da rahatsız edici değil mi?
Buraya kadar söylediklerimizden uzmanların sadece kamusal alana dair sorunlarla [politika, ekonomi] ilgili karar verdikleri gibi bir anlam çıkarmak doğru olmaz. İnsanların tüm özel yaşamı ve insan varlığının tüm veçheleri de artık uzmanlar tarafından belirlenmekte, yönlendirilmekte ve yönetilmektedir. Mesela uzman “günde kaç litre su içilmesi gerektiğini biliyor ve öneriyor, kahvaltıda nelerin ne kadar yenmesi gerektiğini de... İnsanın ne zaman ne kadar su içmesi gerektiği neden bir uzmanlık konusu olsun. İnsan susadığında kanıncaya kadar su içer ve bunun için uzmanın uzmanlığına gerek duymaz ve duyması abestir... Beslenme uzmanı da nelerden ne kadar nasıl yenmesi gerektiğini söylüyor... işte günde şundan şu kadar ötekinden şu kadar ve şu zamanda... Böylece yeme-içme alışkanlığı standartlaştırılıyor. Bu durumun neden olduğu sayısız kötülükleri burada zikretmemiz gerekmiyor... Ve bu işin arkasında da gıda üreticisi ve pazarlayıcısı büyük kapitalist tekeller var. Kadın doğurduğu çocuğu uzmana başvurmadan büyütemiyor, çocuğuna bakmasını bilmiyor. Babanın çocuğuyla ilgilenmeye vakti yok. Çocuk yalnızlıktan, tecrit olmuşluktan, iletişimsizlikten kaynaklanan nedenlerden sorunlu hale gelince bir uzman psikologa başvuruluyor... Oysa çocukla gerektiği gibi ilgilenilse, ana-baba analığı-babalığı bilse, uzmana iş kalmazdı. Babanın-annenin çocukla ilgilenmeye vakti yok, zira çok çalışması, çok kazanması, çok harcaması gerekiyor. Kapitalist mantık onu daha çok tüketmeye zorluyor ve çocuğun odası dağ gibi oyuncaklarla dolu... Oyuncak üreten kapitalistin daha çok kâr etmesi için çocuğun odasının oyuncakla dolması gerekiyor. Sadece çocuk değil, hasta ve düşkün anne- babayla da ilgilenmeye vakitleri yok... Mümkünse huzur evine yollamayı ya da bakıcı tutmayı yeğliyor... Her iki halde de ana-babalar bir ‘fazlalık’ ya da ‘yük’ olarak görülüyor. Merak etmeyin böylece GSMH artıyor... GSMH arttığı sürece gerisi önemli değildir...
İnsanlar evlerindeki onca şeyin nasıl kullanıldığını bilmiyor, kullandıkları şeylere yabancılaşmış durumdalar. Giderek her şey otomatize olup-mekanikleşiyor. Bu çılgınlığın son aşaması sürücü gerektirmeyen otomobil... Velhasıl insan beyni giderek kullanım dışı kalıyor...
Çiftçinin hangi tohumu kullanacağına, ne kadar kimyasal gübre, ne kadar zehir atacağına bu işin uzmanı karar veriyor. Bir bakıma çiftçi, tohum, kimyasal gübre, pestisit, herbisit üreticisi çokuluslu tarım-sanayi baronlarının esiri... Artık toprağı nasıl işleyeceğini bilmiyor ve giderek kavramın gerçek anlamında proleterleşip, kelimenin bilinen anlamında çiftçi-köylü olmaktan çıkıyor. Çokuluslu şirketin çıkarı her seferinde toprağa daha çok zehir atılmasını gerektiriyor ve her seferinde daha çok zehir atılan toprak ölüyor ve bu durum ‘uzmanlar’ tarafından bir ‘kalkınma’ başarısı olarak sunuluyor. Kimse toprağın kirlenmesinin neden suyun ve havanın kirlenmesinden daha vahim olduğunu tartışma konusu yapmaya yanaşmıyor. Zira o alan çokuluslu tekellerin ve onların beslemesi olan ‘uzmanların’ korunmuş alanıdır çünkü... Sendikalarda işçilerin ücretinin ne kadar artırılması gerektiğini bilen ‘toplu sözleşme uzmanları’ var. İşçi ücretlerinin düzeyi bir uzmanlık alanı mıdır? Sendikada uzmanın işi ne? İşçiler, şu kadar ücret istiyoruz diyecek durumda değil mi? Ücret artışı talep etmek için bir aracıya, “bu işin uzmanına mı” ihtiyaçları var? Aslında uzman sendika bürokrasinin hizmetinde ve sendika bürokrasisi de kaçınılmaz olarak sermaye ve devletin hizmetinde olduğuna göre, toplu sözleşme uzmanının da neyin hizmetinde olduğu açıktır.
Televizyonlarda uzmanlar ve medyatik aydınlar tartışma programlarına davet ediliyor ve onlara ‘konunun uzmanı’ deniyor. Bazıları her konunun uzmanı olacak ki, tartışılan sorun ne olursa olsun mutlaka ekranda. Onlar her şeyi bilen, her konuda söyleyecek sözü olan yetenekli ve birikimli insanlar, bu yüzden uzmanın en gelişmiş türü sayılmaları gerekir... Televizyonun yegâne amacı ve varlık nedeni kâr etmek ve kârı büyütmekken, uzman ve medyatik aydın neye yarıyor dersiniz? İki şeye yaradıklarını söyleyebiliriz: Birincisi, sorunun tartışıldığı izlenimini ve yanılsamasını yaratmak; ikincisi, uzmanın ve medyatik aydının ününü kullanarak daha çok reklam almak. Elbette reklamlarda ünlenip tartışma programlarına çıkanları da var... Zaten tartışmalar ‘kısa bir reklam’ arasına sıkıştırılıyor. Fakat, televizyon programcısı bir uzman davet ettiğinde güya muhalifini de davet ediyor... Böylece ‘farklı’ görüşleri karşı-karşıya getiriyor... Aslında uzmanın karşıtının da son tahlilde bir uzman olduğu gözden kaçıyor. Başka türlü ifade edersek, aynı paradigma dahilindeki iki uzman sayesinde, sanki farklı şeyler söyleniyor, savunuluyor izlenimi yaratılarak, insanlar aldatılıyor. Bir televizyon programcısı akıl edip mesela reklâmlarla ilgili bir tartışma programı yapsa, reklâmın nasıl bir kepazelik olduğunu savunan birini de davet edebilir mi? Geçerli paradigmaya gerçekten muhalif olan birini çağırmasına izin verilir mi? İzin verilmez zira muhalif zaten uzman sayılmaz, kimin uzman sayılacağı ‘başka’ kriterlere göre belirlenmektedir. Böyle bir şeye cesaret ve cüret etmek, televizyonun varlık nedenine bir saldırı sayılacağı için, programcının öyle bir şeye cüret etmesine asla izin verilmez, ama cüret ederse işinden olması ihtimal dışı değildir. Sonra da her şeyin serbestçe tartışıldığı safsatası...
Kapitalist mantık geçerli olmaya devam ettikçe ve her ileri aşamada, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmazdır. Zira, yegane ereği ve varlık nedeni kâr etmek olan meta uygarlığının, insanı insanlıktan çıkarmadan yol alması mümkün değildir... O halde iki şey: Birincisi kapitalizmin insanlığın ‘normal hali’ olamayacağının bilincine varmak; ikincisi de, bu durumun normal, gerekli, zorunlu, alternatifsiz, insanlığın yegâne ufku olduğu görüşünü geçerli bilinç haline getirmenin hizmetindeki “konunun uzmanlarından” uzak durmak. Elbette bu, iktidar ilişkilerinin ve onun gerisindeki mülkiyet ilişkilerinin hafife alındığı anlamına gelmemelidir...
Eğitim, Toplum, Siyaset, Edebiyat ve Felsefe Üzerine Haber, Yorum ve Eleştiri Yazıları
29 Nisan 2010
08 Ocak 2010
Sınıfsal hak, Tekel işçileri ve sosyalistler
Sınıfsal hak, Tekel işçileri ve sosyalistler
Atalay GİRGİN*
21.yüzyılın sözüm ona “post-modern dünyası”nda, dönem dönem köşe yazılarına dek yansır. Avrupa-merkezci bir tarzda toplumsal mücadeleler tarihine ve bunun içinde de işçi sınıfının oluşma, mücadele ve örgütlenme tarihine ilişkin ‘mürekkep yalamış’ ve arada sırada da bu konuda kelam eylemeye meraklı kimi zevat şöyle yazar : Bizde Batı’daki gibi bir işçi sınıfı yoktur. Ardı sıra da vaziyeti dengelemek ve yanılsamayı güçlendirmek için “burjuvazi de yoktur” derler. Bu söz, sağından solundan çekiştirilerek, nihayetinde “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” hükmüne dönüştürülüverir.
Ne yazık ki, bu yanılsamayı güçlendirecek yaklaşımlar da geçmişten günümüze hiç eksik olmamıştır : Hem memur sendikaları hem de özellikle işçi sendikaları ve üyeleri, sınıfsal hak mücadelesi yapmaktan çok, bir biçimde verilmiş ya da edinilmiş ayrıcalıklarını (artık yenileri şimdilik söz konusu olmadığı için) koruma peşine düşmüşlerdir. Sınıfsal olarak kazanmak yerine, “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışına kapılanmışlardır. Keza, “sınıf sınıf” diyen bazı devrimci-sosyalist kesimlerin de, lafziliği ve kitabiliği aşamayıp tekil ve salt kendilerine dönük “ayrıcalık” talepleri eksenindeki işçi eylemleri ve mücadelelerine, “kahramanlık”, “şanlılık” sıfatları yükleyen hamasi yaklaşımlarını ve methiyelerini de bunlara eklemek gerek.
Öte yandan, “Mülk Allah’ındır” söyleminin ardında, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve insanın insanı sömürüsünü meşrulaştıran; sınıfın kolektif bilinci üzerinde yarattıkları yanılsamayla kapitalist sömürü düzenine ideolojik-siyasal-örgütsel anlamda paratoner olan, her düzey ve konumdaki “gönüllü kullar”ın etkisiyse, görmezlikten gelinemeyecek denli apayrı bir konudur. Yeter ki, eklektik bir tarzda ampirik verilerle bezenip genellenmiş ve sonra da sanattan siyasete dek toplumsal yaşamın her alanında ve ‘aydın’lar nezdinde “ideolojik esir”liğin argümanı kılınmış, düşünsel ve yanılsamalarla malûl “post-modern dünya” algısı, dünyanın, bölgenin ve toplumun gerçekliğine giydirilmemiş olsun… Çünkü bunlar (hem din hem de post-modernizm), toplumsal gerçekliğin, sınıfsal boyutlarıyla birlikte algılanması ve anlamlandırılmasını engelleyen ve yanılsamaları güçlendiren ideolojik örümcek ağlarıdır.
İşçi sınıfının varlığı yadsınamaz
Sınıfın varlığına ilişkin yanılsamayı güçlendiren tüm bu yaklaşımları da dikkate alarak, “Türkiye’de (Batı’daki gibi) bir işçi sınıfı yoktur” hükmünün doğru olduğu söylenebilir mi? Elbette hayır!... Çünkü bu, sanki Dünyanın her yerinde işçi sınıfının oluşumu ve gelişiminin Batı’daki, yani daha doğrusu Avrupa’nın belli başlı kapitalist ülkelerindeki süreci izlemesi zorunluymuş gibi, bir yanılsamadan kaynaklanır. Oysa böyle bir zorunluluk, hatta gereklilik ne ekonomik, sosyal, siyasal kültürel ne de mücadele ve örgütlenme anlamında vardır. Avrupa’nın genelinde bile geçerli değildir bu. Çünkü Dünya söz konusu olduğunda, hem kapitalizmin ve onun egemen sınıfı burjuvazinin gelişimi hem de sanayileşme düzeyi açısından hiçbir yerde eşzamanlılık yoktur. Hiçbiri, bazı karakteristik özellikler dışında aynı süreci izlemez. Bunun temel nedeni, “kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimi”dir.
Immanuel Wallerstein’in deyişiyle Dünya “evrensel bir çözücü” olan kapitalizm, adım attığı her ülkede, mevcut toplumsal yapının tüm kurumlarını etkiler. Onların işleyişini ve kurallarını hızlı ya da yavaş bir biçimde değiştirir. Öncelik her zaman için, egemen sınıfının gelişimine ve ihtiyaçlarına denk düşenlerdedir. Bundan dolayı, toplumsal kurumlardaki değişim ve bunların birbirlerine eklemlenmeleri ve aralarındaki etkileme-belirleme ilişkisi “eşitsiz bileşik” bir süreç izler. Bu “eşitsiz bileşik gelişim” süreci hem kapitalizme ve onun hiyerarşik yapılanmasına eklemlenen ülkeler hem de aynı toplum içindeki kurumlar için geçerlidir.
Sürecin işleyişi ne denli hızlı ya da yavaş olursa olsun, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. alanlarda kapitalizmin ve onun egemen sınıfının şu ya da bu ölçüde etkileyen-belirleyen bir unsura dönüşme süreci, onun “mezar kazıcılarını”(Marx) da yaratır. Bunların yarı-köylü ya da şehirli oluşu işçi sınıfının ortaya çıkmakta oluşu gerçekliğini değiştirmez. Köyle bağlarının kopmamış ve daha tam anlamıyla mülksüzleşmemiş oluşları, kapitalizmin vahşi olarak nitelenebilecek gelişim dönemlerinde bu insanlara, bir yanıyla, özellikle ekonomik anlamda önemli bir destek, dayanak olur ve bu aşamada nesnel olarak işçileşme sürecinin sürekliliğini sağlar. Elbette diğer yanıyla da bunun, bir sınıf bilincinin oluşması, örgütlenme, mücadele, dayanışma ve bağımsız bir sınıf tavrının kuvveden fiile açısından, olumsuz etkileri vardır.
Tüm bunların etkisi altında, Osmanlı’nın son dönemlerinden günümüze dek geçen süreçte, Türkiye’de nesnel anlamda bir işçi sınıfı oluşmuştur. Bazı dönemlerde de, yenilmesine rağmen mücadele, örgütlenme ve dayanışmanın parlayıp sönen başarılı örneklerini sergilemiştir. Dolayısıyla, saplantılı bilinç halleriyle malul olmayan, Avrupa eksenli ve şablonik düşünmeyen ya da bile isteye yanılsamalar yaratma peşinde koşmayanlar için, Türkiye’de nesnel anlamda işçi sınıfının varlığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Hem de “mavi yakalı”sından “beyaz yakalı”sına dek… Keza sorunlarının varlığı da…
İşçi sınıfının temel sorunları
İşte Abdi İpekçi Parkı’nda polisin kimyasal gaz saldırısına maruz kalan Tekel işçileri de Bursa’da madende çalışan ve bir kısmı grizu patlamasında göçük altında kalıp yaşamını yitiren maden işçileri de, İstanbul’da eylemlerini sürdüren itfaiyeciler de bu sınıfın birer parçasıdır. Keza, yaşamak için işgücünü satmaktan başka seçeneği olmadığı halde iş bulamayan işsizler de… Sendikalaşmak istediği için işten atılanlar, sendikasızlaştırılanlar; herhangi bir sosyal güvenceden yoksun bir biçimde sigortasız, hatta asgari ücretin altında çalıştırılanlar; sigorta primi gerçek ücretten ödenmeyenler de Türkiye işçi sınıfının birer parçasıdır.
Türkiye işçi sınıfın bu temel sorunları, ne yazık ki, ne özelleştirme sürecinde ne de son eylemlilik sürecinde Tekel işçilerinin sorunu haline dönüşebilmiştir. Bir başka deyişle, ne Tekel işçileri, itfaiyeciler ve diğerleri ne de bunların örgütlü olduğu sendikalar, sorunu kendi eksenlerinin dışına taşıyıp sınıfın temel sorunlarıyla bağ kurabilmişlerdir. Dolayısıyla, tek tek işçilerin ve işçi gruplarının sorunu işçi sınıfının da sorunu olmasına rağmen, işçi sınıfının öncelikli ve acil sorunları bu kesimlerin sorunu haline gelememiş ya da getirilememiştir. Tabir-i caizse her biri kendilerini bulundukları kuyuya hapsetmiş ve kuyunun ağzına çıkmaya, sınıfın geniş ve örgütsüz kesimleriyle buluşmaya birlikte örgütlenme ve mücadeleye yeltenmemişlerdir. Böyle bir önceliklerinin olmadığı da aşikârdır.
Ancak mevcut egemen anlayışla ve mevcut koşullarda bu kesimlerin ve başlarındaki sendika yöneticilerinin elde edebileceği her şey de palyatif olmaktan, günü ve vaziyeti kurtarmaktan öte geçmeyecektir. Bugüne dek de geçememiştir zaten. Oysa böylesi bir anlayış, tutum ve davranış temelinde de ne günü kurtarmak dışında kendilerinin ne de sınıfın kazanması mümkündür.
Dolayısıyla, başta Tekel işçileri, itfaiyeciler, madenciler ve diğerleri olmak üzere, sınıfın temel sorunlarını kendi sorunları kılıp bunun için, işsiz, sigortasız, sendikasız ve sigorta primi gerçek ücretten ödenmeyen işçilerle, dahası kendi toprağında tüccarın işçisine dönüşen küçük tarım üreticisi yoksul köylülerle birlikte örgütlenme ve mücadeleye yönelmeyen hiçbir kesimin kazanma ihtimali yoktur. Hatta ellerinde kalan / var olan ve artık ayrıcalığa dönüşmüş hak kırıntılarını koruma ihtimalleri bile…
Çünkü sınıfsal olarak kazanılıp sınıfsal olarak kullanılıp korunamayan her kazanım, her hak, şu ya da bu nedenle, birilerinin geçici olarak verdikleri ya da vermek zorunda kaldıkları ayrıcalıktan öte bir değer taşımaz. Ayrıcalıklar da çok geçmeden verenler tarafından geri alınır. İşçi sınıfının ise ayrıcalıklara değil, kendi örgütlü gücüyle koruyuculuğunu yaptığı, genelleştirip uygulanmasını gözettiği sınıfsal-toplumsal haklara ihtiyacı vardır.
Sosyalistler saksağanlaşmamalı
Tekel işçileri ve sınıfın tüm kesimleri bunu anımsamalı; onlara hamasi methiyeler düzen devrimci ve sosyalistler ise asla unutmamalı ve unutturmamalıdır. Çünkü unuttukları ve methiyelerle vaziyeti idare etmeyi sürdürdükleri sürece, kendi üzerlerini çizmekten; bağımsız bir sınıf siyaseti üretemeyip tekil işçi eylemlerinin ardında ya da “Kürt sorunu” ve son dönemin siyasal gelişmeleri ve odakları peşinde savrulup bunların ardı sıra saksağanlaşmaktan kurtulamazlar.
Oysa bu kesimlerin, özellikle ilk ikisinin, saksağanlaşan değil, düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle bağımsız bir sınıf siyaseti izleyen, yürüten, dünya, bölge ve Türkiye gerçekliğine ilişkin sınıf temelli hakikati dile getiren ve bunun gerektirdiği davranışı gösteren sosyalistlere ihtiyacı vardır. Peşlerinde vecd içinde secde eden saksağanlara değil…
Saksağan ise, malum, onun bunun peşinde koşturup onların yürüyüşlerini taklit etmeye çalışırken kendi yürüyüşünü ve duruşunu kaybeden bir kuş türüdür. Böylelerinin başkalarına ve kendilerine ne yararı olur bilemem. Ama kendilerine atfettikleri sıfatlara bilinçli ya da bilinçsizce zarar verdikleri, bunları erozyona uğrattıkları kesindir. Bundan dolayı, saksağanlaşanların sosyalistlikleri yitiktir, ilinek bir sıfattan, bir aksesuardan öte değer taşımaz.
*Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com/
Atalay GİRGİN*
21.yüzyılın sözüm ona “post-modern dünyası”nda, dönem dönem köşe yazılarına dek yansır. Avrupa-merkezci bir tarzda toplumsal mücadeleler tarihine ve bunun içinde de işçi sınıfının oluşma, mücadele ve örgütlenme tarihine ilişkin ‘mürekkep yalamış’ ve arada sırada da bu konuda kelam eylemeye meraklı kimi zevat şöyle yazar : Bizde Batı’daki gibi bir işçi sınıfı yoktur. Ardı sıra da vaziyeti dengelemek ve yanılsamayı güçlendirmek için “burjuvazi de yoktur” derler. Bu söz, sağından solundan çekiştirilerek, nihayetinde “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” hükmüne dönüştürülüverir.
Ne yazık ki, bu yanılsamayı güçlendirecek yaklaşımlar da geçmişten günümüze hiç eksik olmamıştır : Hem memur sendikaları hem de özellikle işçi sendikaları ve üyeleri, sınıfsal hak mücadelesi yapmaktan çok, bir biçimde verilmiş ya da edinilmiş ayrıcalıklarını (artık yenileri şimdilik söz konusu olmadığı için) koruma peşine düşmüşlerdir. Sınıfsal olarak kazanmak yerine, “her koyun kendi bacağından asılır” anlayışına kapılanmışlardır. Keza, “sınıf sınıf” diyen bazı devrimci-sosyalist kesimlerin de, lafziliği ve kitabiliği aşamayıp tekil ve salt kendilerine dönük “ayrıcalık” talepleri eksenindeki işçi eylemleri ve mücadelelerine, “kahramanlık”, “şanlılık” sıfatları yükleyen hamasi yaklaşımlarını ve methiyelerini de bunlara eklemek gerek.
Öte yandan, “Mülk Allah’ındır” söyleminin ardında, üretim araçlarının özel mülkiyetini ve insanın insanı sömürüsünü meşrulaştıran; sınıfın kolektif bilinci üzerinde yarattıkları yanılsamayla kapitalist sömürü düzenine ideolojik-siyasal-örgütsel anlamda paratoner olan, her düzey ve konumdaki “gönüllü kullar”ın etkisiyse, görmezlikten gelinemeyecek denli apayrı bir konudur. Yeter ki, eklektik bir tarzda ampirik verilerle bezenip genellenmiş ve sonra da sanattan siyasete dek toplumsal yaşamın her alanında ve ‘aydın’lar nezdinde “ideolojik esir”liğin argümanı kılınmış, düşünsel ve yanılsamalarla malûl “post-modern dünya” algısı, dünyanın, bölgenin ve toplumun gerçekliğine giydirilmemiş olsun… Çünkü bunlar (hem din hem de post-modernizm), toplumsal gerçekliğin, sınıfsal boyutlarıyla birlikte algılanması ve anlamlandırılmasını engelleyen ve yanılsamaları güçlendiren ideolojik örümcek ağlarıdır.
İşçi sınıfının varlığı yadsınamaz
Sınıfın varlığına ilişkin yanılsamayı güçlendiren tüm bu yaklaşımları da dikkate alarak, “Türkiye’de (Batı’daki gibi) bir işçi sınıfı yoktur” hükmünün doğru olduğu söylenebilir mi? Elbette hayır!... Çünkü bu, sanki Dünyanın her yerinde işçi sınıfının oluşumu ve gelişiminin Batı’daki, yani daha doğrusu Avrupa’nın belli başlı kapitalist ülkelerindeki süreci izlemesi zorunluymuş gibi, bir yanılsamadan kaynaklanır. Oysa böyle bir zorunluluk, hatta gereklilik ne ekonomik, sosyal, siyasal kültürel ne de mücadele ve örgütlenme anlamında vardır. Avrupa’nın genelinde bile geçerli değildir bu. Çünkü Dünya söz konusu olduğunda, hem kapitalizmin ve onun egemen sınıfı burjuvazinin gelişimi hem de sanayileşme düzeyi açısından hiçbir yerde eşzamanlılık yoktur. Hiçbiri, bazı karakteristik özellikler dışında aynı süreci izlemez. Bunun temel nedeni, “kapitalizmin eşitsiz bileşik gelişimi”dir.
Immanuel Wallerstein’in deyişiyle Dünya “evrensel bir çözücü” olan kapitalizm, adım attığı her ülkede, mevcut toplumsal yapının tüm kurumlarını etkiler. Onların işleyişini ve kurallarını hızlı ya da yavaş bir biçimde değiştirir. Öncelik her zaman için, egemen sınıfının gelişimine ve ihtiyaçlarına denk düşenlerdedir. Bundan dolayı, toplumsal kurumlardaki değişim ve bunların birbirlerine eklemlenmeleri ve aralarındaki etkileme-belirleme ilişkisi “eşitsiz bileşik” bir süreç izler. Bu “eşitsiz bileşik gelişim” süreci hem kapitalizme ve onun hiyerarşik yapılanmasına eklemlenen ülkeler hem de aynı toplum içindeki kurumlar için geçerlidir.
Sürecin işleyişi ne denli hızlı ya da yavaş olursa olsun, ekonomik, sosyal, siyasal, vb. alanlarda kapitalizmin ve onun egemen sınıfının şu ya da bu ölçüde etkileyen-belirleyen bir unsura dönüşme süreci, onun “mezar kazıcılarını”(Marx) da yaratır. Bunların yarı-köylü ya da şehirli oluşu işçi sınıfının ortaya çıkmakta oluşu gerçekliğini değiştirmez. Köyle bağlarının kopmamış ve daha tam anlamıyla mülksüzleşmemiş oluşları, kapitalizmin vahşi olarak nitelenebilecek gelişim dönemlerinde bu insanlara, bir yanıyla, özellikle ekonomik anlamda önemli bir destek, dayanak olur ve bu aşamada nesnel olarak işçileşme sürecinin sürekliliğini sağlar. Elbette diğer yanıyla da bunun, bir sınıf bilincinin oluşması, örgütlenme, mücadele, dayanışma ve bağımsız bir sınıf tavrının kuvveden fiile açısından, olumsuz etkileri vardır.
Tüm bunların etkisi altında, Osmanlı’nın son dönemlerinden günümüze dek geçen süreçte, Türkiye’de nesnel anlamda bir işçi sınıfı oluşmuştur. Bazı dönemlerde de, yenilmesine rağmen mücadele, örgütlenme ve dayanışmanın parlayıp sönen başarılı örneklerini sergilemiştir. Dolayısıyla, saplantılı bilinç halleriyle malul olmayan, Avrupa eksenli ve şablonik düşünmeyen ya da bile isteye yanılsamalar yaratma peşinde koşmayanlar için, Türkiye’de nesnel anlamda işçi sınıfının varlığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Hem de “mavi yakalı”sından “beyaz yakalı”sına dek… Keza sorunlarının varlığı da…
İşçi sınıfının temel sorunları
İşte Abdi İpekçi Parkı’nda polisin kimyasal gaz saldırısına maruz kalan Tekel işçileri de Bursa’da madende çalışan ve bir kısmı grizu patlamasında göçük altında kalıp yaşamını yitiren maden işçileri de, İstanbul’da eylemlerini sürdüren itfaiyeciler de bu sınıfın birer parçasıdır. Keza, yaşamak için işgücünü satmaktan başka seçeneği olmadığı halde iş bulamayan işsizler de… Sendikalaşmak istediği için işten atılanlar, sendikasızlaştırılanlar; herhangi bir sosyal güvenceden yoksun bir biçimde sigortasız, hatta asgari ücretin altında çalıştırılanlar; sigorta primi gerçek ücretten ödenmeyenler de Türkiye işçi sınıfının birer parçasıdır.
Türkiye işçi sınıfın bu temel sorunları, ne yazık ki, ne özelleştirme sürecinde ne de son eylemlilik sürecinde Tekel işçilerinin sorunu haline dönüşebilmiştir. Bir başka deyişle, ne Tekel işçileri, itfaiyeciler ve diğerleri ne de bunların örgütlü olduğu sendikalar, sorunu kendi eksenlerinin dışına taşıyıp sınıfın temel sorunlarıyla bağ kurabilmişlerdir. Dolayısıyla, tek tek işçilerin ve işçi gruplarının sorunu işçi sınıfının da sorunu olmasına rağmen, işçi sınıfının öncelikli ve acil sorunları bu kesimlerin sorunu haline gelememiş ya da getirilememiştir. Tabir-i caizse her biri kendilerini bulundukları kuyuya hapsetmiş ve kuyunun ağzına çıkmaya, sınıfın geniş ve örgütsüz kesimleriyle buluşmaya birlikte örgütlenme ve mücadeleye yeltenmemişlerdir. Böyle bir önceliklerinin olmadığı da aşikârdır.
Ancak mevcut egemen anlayışla ve mevcut koşullarda bu kesimlerin ve başlarındaki sendika yöneticilerinin elde edebileceği her şey de palyatif olmaktan, günü ve vaziyeti kurtarmaktan öte geçmeyecektir. Bugüne dek de geçememiştir zaten. Oysa böylesi bir anlayış, tutum ve davranış temelinde de ne günü kurtarmak dışında kendilerinin ne de sınıfın kazanması mümkündür.
Dolayısıyla, başta Tekel işçileri, itfaiyeciler, madenciler ve diğerleri olmak üzere, sınıfın temel sorunlarını kendi sorunları kılıp bunun için, işsiz, sigortasız, sendikasız ve sigorta primi gerçek ücretten ödenmeyen işçilerle, dahası kendi toprağında tüccarın işçisine dönüşen küçük tarım üreticisi yoksul köylülerle birlikte örgütlenme ve mücadeleye yönelmeyen hiçbir kesimin kazanma ihtimali yoktur. Hatta ellerinde kalan / var olan ve artık ayrıcalığa dönüşmüş hak kırıntılarını koruma ihtimalleri bile…
Çünkü sınıfsal olarak kazanılıp sınıfsal olarak kullanılıp korunamayan her kazanım, her hak, şu ya da bu nedenle, birilerinin geçici olarak verdikleri ya da vermek zorunda kaldıkları ayrıcalıktan öte bir değer taşımaz. Ayrıcalıklar da çok geçmeden verenler tarafından geri alınır. İşçi sınıfının ise ayrıcalıklara değil, kendi örgütlü gücüyle koruyuculuğunu yaptığı, genelleştirip uygulanmasını gözettiği sınıfsal-toplumsal haklara ihtiyacı vardır.
Sosyalistler saksağanlaşmamalı
Tekel işçileri ve sınıfın tüm kesimleri bunu anımsamalı; onlara hamasi methiyeler düzen devrimci ve sosyalistler ise asla unutmamalı ve unutturmamalıdır. Çünkü unuttukları ve methiyelerle vaziyeti idare etmeyi sürdürdükleri sürece, kendi üzerlerini çizmekten; bağımsız bir sınıf siyaseti üretemeyip tekil işçi eylemlerinin ardında ya da “Kürt sorunu” ve son dönemin siyasal gelişmeleri ve odakları peşinde savrulup bunların ardı sıra saksağanlaşmaktan kurtulamazlar.
Oysa bu kesimlerin, özellikle ilk ikisinin, saksağanlaşan değil, düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişiyle bağımsız bir sınıf siyaseti izleyen, yürüten, dünya, bölge ve Türkiye gerçekliğine ilişkin sınıf temelli hakikati dile getiren ve bunun gerektirdiği davranışı gösteren sosyalistlere ihtiyacı vardır. Peşlerinde vecd içinde secde eden saksağanlara değil…
Saksağan ise, malum, onun bunun peşinde koşturup onların yürüyüşlerini taklit etmeye çalışırken kendi yürüyüşünü ve duruşunu kaybeden bir kuş türüdür. Böylelerinin başkalarına ve kendilerine ne yararı olur bilemem. Ama kendilerine atfettikleri sıfatlara bilinçli ya da bilinçsizce zarar verdikleri, bunları erozyona uğrattıkları kesindir. Bundan dolayı, saksağanlaşanların sosyalistlikleri yitiktir, ilinek bir sıfattan, bir aksesuardan öte değer taşımaz.
*Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com/
02 Ocak 2010
AKP “AÇILIM”I RESMÎ İDEOLOJİK KAPANA DÖNÜŞÜRKEN
Bildiri
AKP “AÇILIM”I RESMÎ İDEOLOJİK KAPANA DÖNÜŞÜRKEN
“Yarın… cesaretimiz kadar olacaktır.”
(Rojdestvenski.)
AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüştü(rüldü); ya da “(A)çılım (K)apandı (P)olitikası” yeniden ihya edildi…
Burjuva medyasının “Bir açılım hatırası” manşetiyle sunduğu kareler, “açılım”ın ne olduğunu özetlerken; verdiği “ideolojik mesaj”la Kürtlerin onurunu kırmakla sınırlı kalmayıp; Karl Marx’ın çizdiği tarihsel çerçeveye* saygılı onurlu Türkleri de aşağılıyor…
Diyarbakır’ı kucaklamayan, Diyarbakır’ın “Evet” demediği herhangi bir “çözüm”ün olmayacağı, olamayacağı ayan beyan ortadayken; “Kürt Meselesi”nin adı “ulusal” ve niteliği “kolektif” olarak konmadan Kürtlerin “sosyal”, “kültürel”, “demokratik” haklarını ilerletme türünden kısmi reformlarla yol almak, mesafe kaydetmek mümkün değildir…
Ancak yaşananların bir kez daha ortaya koyduğu üzere Anadolu’nun Türk kesimi barışa hazır değil; bu böyle hâlâ ve ne yazık ki…
Bunun böyle olmasından ötürü AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüş(türül)müştür. Bunda kesinlikle şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü AKP’nin, Kürt Ulusal Sorunu’nu kolektif haklar düzleminden soyutlayıp ABD/AB standartlı “Bireysel Haklar” düzlemine indirgemesi, “açılım”ın ilk günlerinde Genelkurmay Başkanı’nın da onayladığı üzere, resmî ideolojinin “hayır” diyemeyeceği bir refleksti.
AKP’nin “kardeşlik” retoriğine ve AKP ile asker-sivil bürokrat elit arasındaki iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi resmi devlet ideolojisinin, Türk egemenlik sisteminin dışında sananlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından neden kapatılmadığını unutmuş görünüyorlar. “AKP kapatılırsa Doğu’da başka düzen partisi kalmaz” diye bağıran burjuva medyasının feryadını hatırlamıyorlar…
Gelinen noktada, Kürt sorununun ulusal niteliğini gölgelemeye yönelik manevralar, İsmail Beşikçi Hoca’yı doğrularcasına iflas etmiş; AKP eliyle devreye sokulan “açılım”, “liberallerin en muhafazakârı, muhafazakârların en liberali” AKP’nin niyet ve kapasitesini bir kez daha ortaya koyarken, sonuçları itibariyle Türkiye’de politik alanı da daraltmıştır.
Politik alanın daraldığı güzergâh, liberal yanılsamanın nihayete erdiği; CHP-MHP faşizan söyleminin öne çıkartıldığı, TSK’nın Trabzon’da bir savaş aracı olan Oruç Reis fırkateyninden mesajlar verdiği, Tekel işçilerinin gazlandığı, Bayramiç ve İzmir örneklerinde olduğu üzere linçlerin yaygınlaştığı ve sıradanlaştığı, krizin sonuçlarının tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığı bir toplumsal huzursuzluk ve istikrarsızlık tablosuna denk düşmektedir.
Böylesi bir tablo, doğası gereği iktidar bloğunun parçalandığı bir “iktidar boşluğu”na denk düşer; her “iktidar boşluğu” da, sermayenin yeniden yapılanma gereksinimi doğrultusunda ve kaçınılmaz olarak yeni iktidar arayışlarına yol açar.
Kriz koşullarında sermayenin yeniden yapılanma arayışı, Kürtlerin özgürlük mücadelesinden emekçilerin iktisadî-toplumsal taleplerine, hiçbir toplumsal talebe olumlu yanıt verme olanağına sahip değildir.
“Demokratik” olarak tanımlanan iktisadî cebir yöntemlerinin imkân dâhilinde olmadığı Türkiye’de sermayenin yeniden yapılanması ancak iktisat-dışı cebir totalitarizmi ile mümkün olacaktır.
Bülent Arınç’a “suikast girişimi”nden Barış ve Demokrasi Partisi’ne yönelen son operasyona dek tüm somut veriler de, yukarıda zikredilen olasılığa işaret etmektedir. “Kürt sorunu”na ilişkin devlet tutumu giderek “düzen içi çözüm”den “oy hesapları”nı dışlayan bir “hal”e doğru evrilmektedir. Sevk zincirine vurulu, tek sıra dizilmiş Kürt politikacıların ya da başına bastırılarak diz çöktürülen seçilmiş belediye başkanının basına servis edilen fotoğrafı bu “hal”in emarelerinin en önemli örneklerindendir. Bu gidişat Fikret Başkaya’nın kapitalizmin sürdürülemez özelliklerinin, onu daha baskıcı, saldırgan ve totaliter kıldığı yolundaki saptamasını doğrularken, Kürt halkının büyük bölümünü de bir “kopuş” noktasına doğru sürüklemektedir.
Buraya dek ifadeye gayret ettiğimiz tabloda “demokratikleşme” beklentileri giderek daha karşılıksız sanrılara dönüşüyor. Bu sanrıların “düzen içi düzenleme” ekseninde savunulması AKP ile liberaller arasındaki farkları ortadan kaldırmaktadır. Benzer biçimde, “düzen içi düzenlemeler” karşısında kopartılan fırtına da, CHP ile MHP arasındaki farkları yok etmektedir. Böylelikle sistem, siyasal güçlerini yeniden dizilime tabi tutarken, aynı zamanda kutuplaştırmaktadır da. Bu da kaçınılmaz bir hesaplaşmanın startını oluşturuyor.
Ancak söz konusu kamplaşmada taraf olmak, ne Kürtlerin ne de emekçilerin yararınadır. Şimdi yapılması gereken, Jean Jacques Rousseau’dan Marx’a uzanan hattın ifade ettiği gibi barışı bir “toplumsal adalet” olarak tasarlamaktır; bu ise, nihaî olarak Kant’a dayanan, ve “serbest piyasa”yı bir önkoşul olarak gören “Ebedî (ya da verili demokrasi koşullarına içkin) Barış” fikrinden kopuşu gerektirir. Serbest piyasa ve onu kutsayan görüşlerden hiçbiri barış getiremez. Bir “toplumsal adalet” olarak barışı kurabilmek için Kürtlerin mücadelesiyle Anadolu emekçilerinin toplumsal taleplerini “birbirlerini destekleme” retoriğinden kurtarıp toplumsal bir eylemin ittifakına dönüştürmek gerekiyor ki bu da, eninde sonunda resmî ideolojiyi, solculuğun tüm liberal ve ulusal versiyonlarını kesinlikle reddeden “Ezilenlerin Tarihsel Bloğu”nu oluşturmaktır.
Anlaşılmalı ki; Oruç Reis fırkateyninden Kürtlere olduğu kadar emekçilere ve anlayan herkese gözdağı verilmiştir. Diyarbakır’daki adliye sarayı önünde sevk zincirine vurulan Kürt politikacıları ve seçilmiş belediye başkanları nezdinde emekçilere diz çöktürülmekte, Ankara’da tekel işçileri nezdinde Diyarbakır yoksulları gazlanmaktadır. Saldırı hepimizedir. Ya aşağılanmayı ve gazlanmayı kabul edeceğiz, ya da…
Tercih bizim!
Bunları daha önce, “açılım”ın tezgâhlandığı ilk günde, “Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri: Adıyla Çağırmamak Bir Yalan Söyleme Yöntemidir...”de söylemiştik…
“Açılım”ın başında, herkesin “Açılım Sarhoşu” olduğu koşullarda yazdıklarımız, kimilerine “kötümser kehanet(ler)” gibi gelmişti…
Umarız bu sefer de öyle olmaz
Dedik ya tercih ve gelecek bizim!
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
*“Kara tende ezildiği sürece emek, beyaz tende asla özgür olamaz,”(http://www.zcommunications.org/zquotes/276)
2 Ocak 2010.
Sibel Özbudun, Temel Demirer,Yücel Demirer, Kamer Konca, Mahmut Konuk, Sait Çetinoğlu, Fikret Başkaya, Gün Zileli, Nalan Temeltaş, Erdal Doğan, Güngör Şenkal, İsmail Beşikçi, Ayhan Çınar, Sinan Çiftyürek,Tuncay Atmaca, Kadir Cangızbay, Ragıp Zarakolu, Ahmet Önal,
…..
AKP “AÇILIM”I RESMÎ İDEOLOJİK KAPANA DÖNÜŞÜRKEN
“Yarın… cesaretimiz kadar olacaktır.”
(Rojdestvenski.)
AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüştü(rüldü); ya da “(A)çılım (K)apandı (P)olitikası” yeniden ihya edildi…
Burjuva medyasının “Bir açılım hatırası” manşetiyle sunduğu kareler, “açılım”ın ne olduğunu özetlerken; verdiği “ideolojik mesaj”la Kürtlerin onurunu kırmakla sınırlı kalmayıp; Karl Marx’ın çizdiği tarihsel çerçeveye* saygılı onurlu Türkleri de aşağılıyor…
Diyarbakır’ı kucaklamayan, Diyarbakır’ın “Evet” demediği herhangi bir “çözüm”ün olmayacağı, olamayacağı ayan beyan ortadayken; “Kürt Meselesi”nin adı “ulusal” ve niteliği “kolektif” olarak konmadan Kürtlerin “sosyal”, “kültürel”, “demokratik” haklarını ilerletme türünden kısmi reformlarla yol almak, mesafe kaydetmek mümkün değildir…
Ancak yaşananların bir kez daha ortaya koyduğu üzere Anadolu’nun Türk kesimi barışa hazır değil; bu böyle hâlâ ve ne yazık ki…
Bunun böyle olmasından ötürü AKP “açılım”ı resmî ideolojik kapana dönüş(türül)müştür. Bunda kesinlikle şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü AKP’nin, Kürt Ulusal Sorunu’nu kolektif haklar düzleminden soyutlayıp ABD/AB standartlı “Bireysel Haklar” düzlemine indirgemesi, “açılım”ın ilk günlerinde Genelkurmay Başkanı’nın da onayladığı üzere, resmî ideolojinin “hayır” diyemeyeceği bir refleksti.
AKP’nin “kardeşlik” retoriğine ve AKP ile asker-sivil bürokrat elit arasındaki iktidar çatışmasının şiddetine bakıp AKP’yi resmi devlet ideolojisinin, Türk egemenlik sisteminin dışında sananlar AKP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından neden kapatılmadığını unutmuş görünüyorlar. “AKP kapatılırsa Doğu’da başka düzen partisi kalmaz” diye bağıran burjuva medyasının feryadını hatırlamıyorlar…
Gelinen noktada, Kürt sorununun ulusal niteliğini gölgelemeye yönelik manevralar, İsmail Beşikçi Hoca’yı doğrularcasına iflas etmiş; AKP eliyle devreye sokulan “açılım”, “liberallerin en muhafazakârı, muhafazakârların en liberali” AKP’nin niyet ve kapasitesini bir kez daha ortaya koyarken, sonuçları itibariyle Türkiye’de politik alanı da daraltmıştır.
Politik alanın daraldığı güzergâh, liberal yanılsamanın nihayete erdiği; CHP-MHP faşizan söyleminin öne çıkartıldığı, TSK’nın Trabzon’da bir savaş aracı olan Oruç Reis fırkateyninden mesajlar verdiği, Tekel işçilerinin gazlandığı, Bayramiç ve İzmir örneklerinde olduğu üzere linçlerin yaygınlaştığı ve sıradanlaştığı, krizin sonuçlarının tüm sonuçlarıyla ortaya çıktığı bir toplumsal huzursuzluk ve istikrarsızlık tablosuna denk düşmektedir.
Böylesi bir tablo, doğası gereği iktidar bloğunun parçalandığı bir “iktidar boşluğu”na denk düşer; her “iktidar boşluğu” da, sermayenin yeniden yapılanma gereksinimi doğrultusunda ve kaçınılmaz olarak yeni iktidar arayışlarına yol açar.
Kriz koşullarında sermayenin yeniden yapılanma arayışı, Kürtlerin özgürlük mücadelesinden emekçilerin iktisadî-toplumsal taleplerine, hiçbir toplumsal talebe olumlu yanıt verme olanağına sahip değildir.
“Demokratik” olarak tanımlanan iktisadî cebir yöntemlerinin imkân dâhilinde olmadığı Türkiye’de sermayenin yeniden yapılanması ancak iktisat-dışı cebir totalitarizmi ile mümkün olacaktır.
Bülent Arınç’a “suikast girişimi”nden Barış ve Demokrasi Partisi’ne yönelen son operasyona dek tüm somut veriler de, yukarıda zikredilen olasılığa işaret etmektedir. “Kürt sorunu”na ilişkin devlet tutumu giderek “düzen içi çözüm”den “oy hesapları”nı dışlayan bir “hal”e doğru evrilmektedir. Sevk zincirine vurulu, tek sıra dizilmiş Kürt politikacıların ya da başına bastırılarak diz çöktürülen seçilmiş belediye başkanının basına servis edilen fotoğrafı bu “hal”in emarelerinin en önemli örneklerindendir. Bu gidişat Fikret Başkaya’nın kapitalizmin sürdürülemez özelliklerinin, onu daha baskıcı, saldırgan ve totaliter kıldığı yolundaki saptamasını doğrularken, Kürt halkının büyük bölümünü de bir “kopuş” noktasına doğru sürüklemektedir.
Buraya dek ifadeye gayret ettiğimiz tabloda “demokratikleşme” beklentileri giderek daha karşılıksız sanrılara dönüşüyor. Bu sanrıların “düzen içi düzenleme” ekseninde savunulması AKP ile liberaller arasındaki farkları ortadan kaldırmaktadır. Benzer biçimde, “düzen içi düzenlemeler” karşısında kopartılan fırtına da, CHP ile MHP arasındaki farkları yok etmektedir. Böylelikle sistem, siyasal güçlerini yeniden dizilime tabi tutarken, aynı zamanda kutuplaştırmaktadır da. Bu da kaçınılmaz bir hesaplaşmanın startını oluşturuyor.
Ancak söz konusu kamplaşmada taraf olmak, ne Kürtlerin ne de emekçilerin yararınadır. Şimdi yapılması gereken, Jean Jacques Rousseau’dan Marx’a uzanan hattın ifade ettiği gibi barışı bir “toplumsal adalet” olarak tasarlamaktır; bu ise, nihaî olarak Kant’a dayanan, ve “serbest piyasa”yı bir önkoşul olarak gören “Ebedî (ya da verili demokrasi koşullarına içkin) Barış” fikrinden kopuşu gerektirir. Serbest piyasa ve onu kutsayan görüşlerden hiçbiri barış getiremez. Bir “toplumsal adalet” olarak barışı kurabilmek için Kürtlerin mücadelesiyle Anadolu emekçilerinin toplumsal taleplerini “birbirlerini destekleme” retoriğinden kurtarıp toplumsal bir eylemin ittifakına dönüştürmek gerekiyor ki bu da, eninde sonunda resmî ideolojiyi, solculuğun tüm liberal ve ulusal versiyonlarını kesinlikle reddeden “Ezilenlerin Tarihsel Bloğu”nu oluşturmaktır.
Anlaşılmalı ki; Oruç Reis fırkateyninden Kürtlere olduğu kadar emekçilere ve anlayan herkese gözdağı verilmiştir. Diyarbakır’daki adliye sarayı önünde sevk zincirine vurulan Kürt politikacıları ve seçilmiş belediye başkanları nezdinde emekçilere diz çöktürülmekte, Ankara’da tekel işçileri nezdinde Diyarbakır yoksulları gazlanmaktadır. Saldırı hepimizedir. Ya aşağılanmayı ve gazlanmayı kabul edeceğiz, ya da…
Tercih bizim!
Bunları daha önce, “açılım”ın tezgâhlandığı ilk günde, “Kürt ‘Açılımına’ Dair Bildiri: Adıyla Çağırmamak Bir Yalan Söyleme Yöntemidir...”de söylemiştik…
“Açılım”ın başında, herkesin “Açılım Sarhoşu” olduğu koşullarda yazdıklarımız, kimilerine “kötümser kehanet(ler)” gibi gelmişti…
Umarız bu sefer de öyle olmaz
Dedik ya tercih ve gelecek bizim!
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
*“Kara tende ezildiği sürece emek, beyaz tende asla özgür olamaz,”(http://www.zcommunications.org/zquotes/276)
2 Ocak 2010.
Sibel Özbudun, Temel Demirer,Yücel Demirer, Kamer Konca, Mahmut Konuk, Sait Çetinoğlu, Fikret Başkaya, Gün Zileli, Nalan Temeltaş, Erdal Doğan, Güngör Şenkal, İsmail Beşikçi, Ayhan Çınar, Sinan Çiftyürek,Tuncay Atmaca, Kadir Cangızbay, Ragıp Zarakolu, Ahmet Önal,
…..
07 Aralık 2009
Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez!
Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez!
Atalay GİRGİN*
Adına, başlangıçta “Açılım” denilen, sonra “Demokratik açılım”a, ardı sıra da “Milli Birlik Projesi”ne evriltilen “Kürt açılımı” sürecinin daha ilk günlerinde, tarafların karşılıklı açıklamaları ortalığa dökülüp saçılmaya başladığında, biri edebi diğeri felsefi-teorik iki yazıyı anımsadım ve yeniden okudum : Edebi olan, Nazım Hikmet’in “Benerci kendini niçin öldürdü?” adlı uzun şiiriydi. Felsefi-teorik olan ise, Kürt kökenli bir Türk felsefeci Selahattin Hilav’ın “Felsefenin Başlangıcı, Doğu, Korku, Birey”1 başlıklı makalesi.
Herkes Benerci Olamaz
Nazım Hikmet’in söz konusu şiirini okuyanlar, Benerci’nin kendini hangi koşullarda, hangi saiklerle ve neden, niçin öldürmeye karar verdiğini anımsayacaktır : Benerci, hareketin önderidir. Hareket ve onun peşinden giden yığınlar Benerci’nin söylediklerini dinlemekte, söyleyeceklerini beklemektedir. O ise yıllardır tutsak kalmıştır. Tutsaklığı süreci içerisinde hem hareketin hem de değişen toplumsal gerçekliğin uzağındadır. Bunu kavradığı andan itibaren, düşüncelerinin ve kendi varlığının gerçekliğin değiştirilmesi dönüştürülmesi sürecinde engel olacağının bilincine varır. Yaşadığı sürece de hem söylediklerinin hem de varlığının sorgulanamayan, tartışılamayan bir önder olarak kabul göreceği ve algılanacağını fark ettiği andan itibaren, yaşamına son vermeye karar verir. Hareketin ve var olanı değiştirme dönüştürme eylemliliğinin önünde, onu sekteye uğratacak bir engel haline gelmektense yaşamından vazgeçmeyi seçer. Ve kendini öldürür.
Yanlış anlaşılmak da istemem : Bu satırları yazarken kastım, birilerinin kendini öldürmesi gerektiğini ima etmek, anımsatmak ya da istemek değildir. Aksine, kavranması gerekenin, gerçekliğin, yani çok yönlü ve çok boyutlu bir toplumsal gerçekliğin ve uluslararasılaşmış bir sorunun, on metrekarelik hücrelerden kavranamayacağı, kavrandığı varsayılsa bile buradan yansıyan çelişkili ve birbirini nakzeden, tutarsızlıklarla kaim önermelerden hareketle çözülemeyeceğinin ve değiştirme / dönüştürme eylemliğinin yönlendirilemeyeceğinin bilinmesidir. Keza, paradigmalar tahterevallisinin, uluslararası aktörlerden ve sözüm ona politika yapıcısı, ‘kanaat önderi’ sıfatını taşıyan “akıl daneler”den sufle bekleyen figüranları için de geçerlidir bu.
Bekleyenler için kendisine hangi önem ve değer biçilmiş olursa olsun, Türkiye’de yaşanan “Kürt sorunu” gerçekliği ne suflelerle çözülebilir ne de sözüm ona “yol harita”larıyla. Suflenin hükmü zaten malum; keza “yol haritası”nınki de ondan daha hallice değil. Çünkü her harita varmak istediği yere ulaştırmaz insanı. Hele hele toplumsal olaylar ve sorunlar söz konusu olduğunda “haritaların hükmü hiç yoktur” dense yeridir. Çünkü toplumsal olaylar ve sorunlar çok yönlü, çok boyutlu, hatta çok taraflıdır. Bilinenleri kadar bilinmeyenleri de vardır. Olası gelişmeleri hesaplayabilirsiniz ama belirleyemezsiniz. Tek kişilik yolculuklara benzemez. Yalnızca yol ve yolun zorlukları ya da bazen tehlikeli, bazen tatlı sürprizleri, vb. değildir yolcuyu / insanı, daha doğrusu sorunun taraflarını bekleyen. Öte yandan, gidilmemiş, daha önce yürünmemiş, aşılmamış, hatta var olup olmadığı bile bilinmeyen, yalnızca düşte, düşsellikte tasarlanan ‘yol’un ise haritası olmaz. Düşsel, düşünsel bir ‘yol’ için tasarlanıp çizilen ‘harita’nın hükmü de düşler kadardır. Düşler kadar mükemmeldir, düşler kadar çelişkiden ve tutarsızlıktan aridir, ‘yol’ da ‘harita’ da… Ama tasarlayan kadar da kusurlu, tasarlayan kadar da çelişki ve tutarsızlıklarla malûl…
İlinek İnsanın Hal-i Pür Meali
Ne var ki, “doğu”nun “ilinek insan”ı, bunu bilmeye, kavramaya, anlamaya cüret etmez. Bilse bile anlayıp düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç hali kılmaya yeltenmez. Israrla bundan kaçınır. Aslında bu, despotluğun ve korkunun kuvveden fiile dönüşebilirliğinin içselleşmiş oluşunun da tezahürüdür. Kendini ve ötekini statüleriyle, “töz” addettiklerine yakınlığı ve uzaklığıyla değerlendirir. Buradan hareketle de ya ötekinin iradesine, söylemine, davranışına ipotek koymaya yeltenir ya da kendi iradesini, söylemini ve davranışını ötekine tabi kılmaya…
İlki, kendini “töz” addedilene en yakın, hatta onunla özdeşleşmiş sayma halinin dışavurumudur; en iyisini, en doğrusunu o bilir, çünkü “töz”ü o temsil eder. Ama O (artık büyük harfle yazılmayı gerektiren bir O olarak), hiç kimse ve hiçbir kurum tarafından temsil edilemeyendir. İkincisi ise, bir birey olamayışın, ilinek insan halinden kurtulamayışın cisimleşmişliğiyle, bilerek ya da bilmeyerek, kendi üzerini çizip düşünce, söylem ve davranış düzeyinde, ilkine, yani “töz”ün ya da “töz”ün tezahürlerinin kendisinde vücud bulduğuna inanılana “vecd içinde secde etme”nin göstergesidir. İlki de ikincisi de ilinek insanın hal-i pür mealidir. Ancak ikincisi, ilineğin ilineği olmakla karakterize olur ki Selahattin Hilav, “katmerli ilinekleşme” olarak niteler bu durumu.
İşte buna rağmen, ne yazık ki, uzunca bir zamandır, “Katmerli ilinekleşme”yle malul insanların “Açılım” sürecinin taraflarını oluşturduğu gelişmeleri izliyoruz. Çünkü her iki tarafın da gönüllü ya da gönülsüz bir biçimde uymak ve itaat etmek zorunda olduklarını hissettikleri tözler ya da tözün tezahürlerinin kendisinde cisimleşmiş olduğunu varsaydıkları kişiler, kurumlar, otoriteler, ideolojiler, kısacası kutsal ya da kutsallaştırılmış, düşünsel ya da gerçek varlıklar var. Her iki taraf da kendi tözüne göre hizaya girmeye çalışıyor. Her iki taraf da tözlerinden yansıyan kabullerle pozisyon almaya… Biliyorlar ki tözle çatışan, “sahne”nin, “sahne”deki “oyun”un dışında bırakılabilir, görünürlükten azledilebilir, koltuğunu yitirebilir ansızın. Onlar da böylesi bir sonla karşılaşmaktansa, “hiç”leşmek pahasına ilineğin ilineği olarak kalmayı seçiyorlar. Tüm ilinekler ve ilineğin ilineği olanlar gibi, töze endeksli hesapçı, pazarlıkçı, köylüler alınmasın ama “köylü kurnazlığı”yla malul tutumlar sergiliyorlar. Çünkü ilineğin ilineği olanların kendi düşüncesi, kendi iradesi yoktur; korkuları, kaygıları ve yitireceklerini düşündükleri şeyler vardır. Bundan dolayı, “Açılım” sahnesinde boy gösterenler ilineğin ilineği olan insanlar olsa da, aslında arka planda var olanlar sözüm ona töz addedilenler ve daha da önemlisi uluslararası gerçek güçlerdir.
Her Türden Tözü Yaratan İnsandır
Oysa her töz addedilen ya da tözleştirilen, ister gerçek isterse düşünsel bir varlık olsun, her daim insanın ürünüdür. Töz addedilene dair olduğu söylenen her şey için de geçerlidir bu. Ancak ilinek ya da ilineğin ilineği olan insanın, yanılsamalı bir bilinç haliyle kendi düşüncesini, söylemini ve davranışını tabi kıldığı bir töz yoktur gerçeklikte; yalnızca töz addedilen, kendisinden korkulan varlık ya da varlıklar vardır. Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde, “Töz ; değişen durumlar ve niteliklere karşı kalıcı olan; bir başka şeyle ya da bir başka şeyde değil, kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan. Spinoza’nın tanımı ile ‘Varoluşu için başka bir şeye gereksinme duymayan şey’”2 olarak belirlenir. Yani töz, neliği olup gerçekliği olmayan kavramlardan biridir. Bundan dolayı olsa gerek ki, işi gerçeklikle olan “Modern doğa bilimleri için töz, (…) biçimsel bir kavramdan başka bir şey değildir”.
Ne İlineğin İlineği Ne De Figüranlar Sorun Çözebilir
Gerçek sorunlar, gerçekliği bütünsel olarak kavrayan, düşünen, söyleyen gerçek insanlarla çözülür. İlinek ya da ilineğin ilineği olan figüranlarca değil. “Kürt sorunu” da hem toplumsal hem de uluslararası gerçekliğe haiz bir sorundur. Bundan dolayı, ne gerçekliğe aykırı bir biçimde oluşturulduğu için “Kürt sorunu”nun da önemli nedenlerinin başında gelen, yaklaşık 80-90 yıllık kabulleri, “Milli Birlik Projesi” adı altında çözümün kabulü kılma akl-ı evvelliğine sığınan figüranlar ne de töz addettikleri kişi ya da kurumlardan gelen tutarsız açıklamalarla, rüzgarın önündeki kuru bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana savrulan ve adı dışında hiçbir hükmü şahsiyeti olmayan paravan kurumlar (ki bunlar kapansa ne olur kapanmasa ne olur) ve oralarda arz-ı endam eyleyen “katmerli ilinekleşme”yle malul kişilerce çözülebilir. Anlaşılan odur ki, “açılım” şimdilik düğüm düğüm bir kördüğümdür. Ve çözüm, ne zaman geleceği şimdilik belirsiz olsa da bir başka baharın işidir. O zamana dek de yeniden yeniden kaşınacak ya da nüksedecektir.
Ancak kördüğümün birazcık da olsa gevşetilmesi ve iki tarafın figüran ve ilineklerinin kapalı kapılar ardında ya da önünde, asıl aktör(ler) tarafından, tabir-i caizse kulaklarından tutulup masaya oturtulması ve geçici bir “mola”ya ‘ikna’ edilmesi yakındır (elbette öncesinde bir iç savaş galebe çalmazsa). Çünkü gerçek insanların, gerçek güç ve kurumların, hele hele bunlar uluslararası aktör; oyuncu, senaryocu sıfatını rast gele almamışlarsa ve bölgede öncelikli, acil, ertelenemez ve ikame edilemez çıkarları olduğu var sayılıyorsa, gerçek ihtiyaçları vardır. Yanılsamalı bilinç halleriyle malul ilinek ya da ilineğin ilineği olanların savruluş ve kuruntularıyla, kendi ihtiyaçlarını belli bir noktadan sonra ertelemeye yanaşmazlar. Hal böyleyken, kulaklarından vazgeçmeye hazır kaç ilinek ya da figüran var sanıyorsunuz ki…?
Unutulmasın ki, bu gerçek güçler, ortamını bulduklarında ve ihtiyaçlarına denk düştüğünde sorunları büyütüp bir ülkeyi yangın yerine çevirmeye de, “töz” addedilenleri “paket”lemeye ve hatta onları pazara çıkarmaya da kadirdirler. Bundan dolayı, zamanında kulaklarını onların eline verenlerin ve onların hamiliğini yaptığı insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizm koşullarında bir çözüm olasılığına bile güle oynaya “evet” diyenlerin yerli yersiz “efelenme”lerinin, “açılım” sahnesindeki görüntülerinden daha öte bir hükmü de yoktur zaten.
*• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Selahattin Hilav’ın “Felsefenin Başlangıcı, Doğu, Korku, Birey” başlıklı bu makalesi, ilk olarak 1983 yılında, Yazko Felsefe Yazıları 5. Kitap’ta, daha sonra da “Felsefe Yazıları” adlı kitabın içinde Yapı Kredi Yayınları’nca yayımlanmıştır.
2 Felsefe Terimleri Sözlüğü, Töz maddesi, sy. 168, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Atalay GİRGİN*
Adına, başlangıçta “Açılım” denilen, sonra “Demokratik açılım”a, ardı sıra da “Milli Birlik Projesi”ne evriltilen “Kürt açılımı” sürecinin daha ilk günlerinde, tarafların karşılıklı açıklamaları ortalığa dökülüp saçılmaya başladığında, biri edebi diğeri felsefi-teorik iki yazıyı anımsadım ve yeniden okudum : Edebi olan, Nazım Hikmet’in “Benerci kendini niçin öldürdü?” adlı uzun şiiriydi. Felsefi-teorik olan ise, Kürt kökenli bir Türk felsefeci Selahattin Hilav’ın “Felsefenin Başlangıcı, Doğu, Korku, Birey”1 başlıklı makalesi.
Herkes Benerci Olamaz
Nazım Hikmet’in söz konusu şiirini okuyanlar, Benerci’nin kendini hangi koşullarda, hangi saiklerle ve neden, niçin öldürmeye karar verdiğini anımsayacaktır : Benerci, hareketin önderidir. Hareket ve onun peşinden giden yığınlar Benerci’nin söylediklerini dinlemekte, söyleyeceklerini beklemektedir. O ise yıllardır tutsak kalmıştır. Tutsaklığı süreci içerisinde hem hareketin hem de değişen toplumsal gerçekliğin uzağındadır. Bunu kavradığı andan itibaren, düşüncelerinin ve kendi varlığının gerçekliğin değiştirilmesi dönüştürülmesi sürecinde engel olacağının bilincine varır. Yaşadığı sürece de hem söylediklerinin hem de varlığının sorgulanamayan, tartışılamayan bir önder olarak kabul göreceği ve algılanacağını fark ettiği andan itibaren, yaşamına son vermeye karar verir. Hareketin ve var olanı değiştirme dönüştürme eylemliliğinin önünde, onu sekteye uğratacak bir engel haline gelmektense yaşamından vazgeçmeyi seçer. Ve kendini öldürür.
Yanlış anlaşılmak da istemem : Bu satırları yazarken kastım, birilerinin kendini öldürmesi gerektiğini ima etmek, anımsatmak ya da istemek değildir. Aksine, kavranması gerekenin, gerçekliğin, yani çok yönlü ve çok boyutlu bir toplumsal gerçekliğin ve uluslararasılaşmış bir sorunun, on metrekarelik hücrelerden kavranamayacağı, kavrandığı varsayılsa bile buradan yansıyan çelişkili ve birbirini nakzeden, tutarsızlıklarla kaim önermelerden hareketle çözülemeyeceğinin ve değiştirme / dönüştürme eylemliğinin yönlendirilemeyeceğinin bilinmesidir. Keza, paradigmalar tahterevallisinin, uluslararası aktörlerden ve sözüm ona politika yapıcısı, ‘kanaat önderi’ sıfatını taşıyan “akıl daneler”den sufle bekleyen figüranları için de geçerlidir bu.
Bekleyenler için kendisine hangi önem ve değer biçilmiş olursa olsun, Türkiye’de yaşanan “Kürt sorunu” gerçekliği ne suflelerle çözülebilir ne de sözüm ona “yol harita”larıyla. Suflenin hükmü zaten malum; keza “yol haritası”nınki de ondan daha hallice değil. Çünkü her harita varmak istediği yere ulaştırmaz insanı. Hele hele toplumsal olaylar ve sorunlar söz konusu olduğunda “haritaların hükmü hiç yoktur” dense yeridir. Çünkü toplumsal olaylar ve sorunlar çok yönlü, çok boyutlu, hatta çok taraflıdır. Bilinenleri kadar bilinmeyenleri de vardır. Olası gelişmeleri hesaplayabilirsiniz ama belirleyemezsiniz. Tek kişilik yolculuklara benzemez. Yalnızca yol ve yolun zorlukları ya da bazen tehlikeli, bazen tatlı sürprizleri, vb. değildir yolcuyu / insanı, daha doğrusu sorunun taraflarını bekleyen. Öte yandan, gidilmemiş, daha önce yürünmemiş, aşılmamış, hatta var olup olmadığı bile bilinmeyen, yalnızca düşte, düşsellikte tasarlanan ‘yol’un ise haritası olmaz. Düşsel, düşünsel bir ‘yol’ için tasarlanıp çizilen ‘harita’nın hükmü de düşler kadardır. Düşler kadar mükemmeldir, düşler kadar çelişkiden ve tutarsızlıktan aridir, ‘yol’ da ‘harita’ da… Ama tasarlayan kadar da kusurlu, tasarlayan kadar da çelişki ve tutarsızlıklarla malûl…
İlinek İnsanın Hal-i Pür Meali
Ne var ki, “doğu”nun “ilinek insan”ı, bunu bilmeye, kavramaya, anlamaya cüret etmez. Bilse bile anlayıp düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç hali kılmaya yeltenmez. Israrla bundan kaçınır. Aslında bu, despotluğun ve korkunun kuvveden fiile dönüşebilirliğinin içselleşmiş oluşunun da tezahürüdür. Kendini ve ötekini statüleriyle, “töz” addettiklerine yakınlığı ve uzaklığıyla değerlendirir. Buradan hareketle de ya ötekinin iradesine, söylemine, davranışına ipotek koymaya yeltenir ya da kendi iradesini, söylemini ve davranışını ötekine tabi kılmaya…
İlki, kendini “töz” addedilene en yakın, hatta onunla özdeşleşmiş sayma halinin dışavurumudur; en iyisini, en doğrusunu o bilir, çünkü “töz”ü o temsil eder. Ama O (artık büyük harfle yazılmayı gerektiren bir O olarak), hiç kimse ve hiçbir kurum tarafından temsil edilemeyendir. İkincisi ise, bir birey olamayışın, ilinek insan halinden kurtulamayışın cisimleşmişliğiyle, bilerek ya da bilmeyerek, kendi üzerini çizip düşünce, söylem ve davranış düzeyinde, ilkine, yani “töz”ün ya da “töz”ün tezahürlerinin kendisinde vücud bulduğuna inanılana “vecd içinde secde etme”nin göstergesidir. İlki de ikincisi de ilinek insanın hal-i pür mealidir. Ancak ikincisi, ilineğin ilineği olmakla karakterize olur ki Selahattin Hilav, “katmerli ilinekleşme” olarak niteler bu durumu.
İşte buna rağmen, ne yazık ki, uzunca bir zamandır, “Katmerli ilinekleşme”yle malul insanların “Açılım” sürecinin taraflarını oluşturduğu gelişmeleri izliyoruz. Çünkü her iki tarafın da gönüllü ya da gönülsüz bir biçimde uymak ve itaat etmek zorunda olduklarını hissettikleri tözler ya da tözün tezahürlerinin kendisinde cisimleşmiş olduğunu varsaydıkları kişiler, kurumlar, otoriteler, ideolojiler, kısacası kutsal ya da kutsallaştırılmış, düşünsel ya da gerçek varlıklar var. Her iki taraf da kendi tözüne göre hizaya girmeye çalışıyor. Her iki taraf da tözlerinden yansıyan kabullerle pozisyon almaya… Biliyorlar ki tözle çatışan, “sahne”nin, “sahne”deki “oyun”un dışında bırakılabilir, görünürlükten azledilebilir, koltuğunu yitirebilir ansızın. Onlar da böylesi bir sonla karşılaşmaktansa, “hiç”leşmek pahasına ilineğin ilineği olarak kalmayı seçiyorlar. Tüm ilinekler ve ilineğin ilineği olanlar gibi, töze endeksli hesapçı, pazarlıkçı, köylüler alınmasın ama “köylü kurnazlığı”yla malul tutumlar sergiliyorlar. Çünkü ilineğin ilineği olanların kendi düşüncesi, kendi iradesi yoktur; korkuları, kaygıları ve yitireceklerini düşündükleri şeyler vardır. Bundan dolayı, “Açılım” sahnesinde boy gösterenler ilineğin ilineği olan insanlar olsa da, aslında arka planda var olanlar sözüm ona töz addedilenler ve daha da önemlisi uluslararası gerçek güçlerdir.
Her Türden Tözü Yaratan İnsandır
Oysa her töz addedilen ya da tözleştirilen, ister gerçek isterse düşünsel bir varlık olsun, her daim insanın ürünüdür. Töz addedilene dair olduğu söylenen her şey için de geçerlidir bu. Ancak ilinek ya da ilineğin ilineği olan insanın, yanılsamalı bir bilinç haliyle kendi düşüncesini, söylemini ve davranışını tabi kıldığı bir töz yoktur gerçeklikte; yalnızca töz addedilen, kendisinden korkulan varlık ya da varlıklar vardır. Felsefe Terimleri Sözlüğü’nde, “Töz ; değişen durumlar ve niteliklere karşı kalıcı olan; bir başka şeyle ya da bir başka şeyde değil, kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan. Öznede değil, kendinde var olan. Bağımsızca kendi içinde var olan. Spinoza’nın tanımı ile ‘Varoluşu için başka bir şeye gereksinme duymayan şey’”2 olarak belirlenir. Yani töz, neliği olup gerçekliği olmayan kavramlardan biridir. Bundan dolayı olsa gerek ki, işi gerçeklikle olan “Modern doğa bilimleri için töz, (…) biçimsel bir kavramdan başka bir şey değildir”.
Ne İlineğin İlineği Ne De Figüranlar Sorun Çözebilir
Gerçek sorunlar, gerçekliği bütünsel olarak kavrayan, düşünen, söyleyen gerçek insanlarla çözülür. İlinek ya da ilineğin ilineği olan figüranlarca değil. “Kürt sorunu” da hem toplumsal hem de uluslararası gerçekliğe haiz bir sorundur. Bundan dolayı, ne gerçekliğe aykırı bir biçimde oluşturulduğu için “Kürt sorunu”nun da önemli nedenlerinin başında gelen, yaklaşık 80-90 yıllık kabulleri, “Milli Birlik Projesi” adı altında çözümün kabulü kılma akl-ı evvelliğine sığınan figüranlar ne de töz addettikleri kişi ya da kurumlardan gelen tutarsız açıklamalarla, rüzgarın önündeki kuru bir yaprak gibi bir o yana bir bu yana savrulan ve adı dışında hiçbir hükmü şahsiyeti olmayan paravan kurumlar (ki bunlar kapansa ne olur kapanmasa ne olur) ve oralarda arz-ı endam eyleyen “katmerli ilinekleşme”yle malul kişilerce çözülebilir. Anlaşılan odur ki, “açılım” şimdilik düğüm düğüm bir kördüğümdür. Ve çözüm, ne zaman geleceği şimdilik belirsiz olsa da bir başka baharın işidir. O zamana dek de yeniden yeniden kaşınacak ya da nüksedecektir.
Ancak kördüğümün birazcık da olsa gevşetilmesi ve iki tarafın figüran ve ilineklerinin kapalı kapılar ardında ya da önünde, asıl aktör(ler) tarafından, tabir-i caizse kulaklarından tutulup masaya oturtulması ve geçici bir “mola”ya ‘ikna’ edilmesi yakındır (elbette öncesinde bir iç savaş galebe çalmazsa). Çünkü gerçek insanların, gerçek güç ve kurumların, hele hele bunlar uluslararası aktör; oyuncu, senaryocu sıfatını rast gele almamışlarsa ve bölgede öncelikli, acil, ertelenemez ve ikame edilemez çıkarları olduğu var sayılıyorsa, gerçek ihtiyaçları vardır. Yanılsamalı bilinç halleriyle malul ilinek ya da ilineğin ilineği olanların savruluş ve kuruntularıyla, kendi ihtiyaçlarını belli bir noktadan sonra ertelemeye yanaşmazlar. Hal böyleyken, kulaklarından vazgeçmeye hazır kaç ilinek ya da figüran var sanıyorsunuz ki…?
Unutulmasın ki, bu gerçek güçler, ortamını bulduklarında ve ihtiyaçlarına denk düştüğünde sorunları büyütüp bir ülkeyi yangın yerine çevirmeye de, “töz” addedilenleri “paket”lemeye ve hatta onları pazara çıkarmaya da kadirdirler. Bundan dolayı, zamanında kulaklarını onların eline verenlerin ve onların hamiliğini yaptığı insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizm koşullarında bir çözüm olasılığına bile güle oynaya “evet” diyenlerin yerli yersiz “efelenme”lerinin, “açılım” sahnesindeki görüntülerinden daha öte bir hükmü de yoktur zaten.
*• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Selahattin Hilav’ın “Felsefenin Başlangıcı, Doğu, Korku, Birey” başlıklı bu makalesi, ilk olarak 1983 yılında, Yazko Felsefe Yazıları 5. Kitap’ta, daha sonra da “Felsefe Yazıları” adlı kitabın içinde Yapı Kredi Yayınları’nca yayımlanmıştır.
2 Felsefe Terimleri Sözlüğü, Töz maddesi, sy. 168, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Marksizm, bir ideoloji değil, teoridir!
Marksizm, bir ideoloji değil, teoridir...
Fikret Başkaya’yla bir söyleşi*
Hocam ilk sorum şu: ‘Devrimi Yeniden Düşünmek’ başlığını taşıyan yazınızda, “... eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi. Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalist-komünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Teori eleştirelse teoridir, eleştirdiği için, eleştirebildiği için teoridir. İdeoloji gerçeğin üstünü örtmek, anlaşılmasını engellemek, velhasıl teorileştirilmesini, anlaşılabilirligini engellemek içindir. Teorinin önü açıktır, eleştiriye dayanır ve eleştiriyle yol alır. Oysa ideoloji tartışmayı yasaklar. Verili durumu esas alır ve ona itaati vâzeder... Başka türlü ifade edersek, ideoloji anti-teoridir. Marksizm esas itibariyle eleştirel bir teoridir. Düşünmek eleştirmektir. Biliyorsunuz Fransız filozofu Alain, “düşünmek hayır demeyi bilmektir” diyordu. Etimolojik kökeni Kadim Grekçe theorien olan teori, bakmak, gözlemek, incelemek... demek. Anlamanın yolu radikal eleştiriden geçer, eleştiri yoksa anlama diye birşey, dolayısıyla teori de yoktur. Kim şeylerin anlaşılmasını ister, kim anlaşılmamasını, üstünün örtülmesini ister? Bu yüzden entellektüel ideolojik dayatmaların karşısında durabiliyorsa entellektüeldir. Entellektüeli entellektüel yapan onun herşeyi eleştirebilme istidadı, iradesi ve yeteneğidir. O hiçbir tabuya hiçbir ‘resmi gerçeğe’ itibar etmez. Hiçbir kiliseye tâbi değildir. Duruşu, konumlanışı sadece düşünsel-entelletüel mahiyette değil, aynı zamanda etiktir. Kimin neden eleştiriye ihtiyacı var, kimin neden şeylerin, olguların, süreçlerin üstünü örtmekte çıkarı var? Entellektüel, şeylerin neden ve nasılını merak edendir. Bu amaçla işe soru sorarak başlar. Marx’ın ilk önemli eserlerinden birinin başlığı ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ idi. Eleştirel olduğu için düşünceyi ileriye, bir üst basamağa taşıyabildi. Onun ardından gelenlerin Marx’ı eleştirmek de dahil, eleştiriyi bir üst aşamaya taşımaları gerekirken, orada durdular. Sadece durmakla da kalmadılar Marx’ın teorisini dondurdular ve onu tuhaf bir ideolojiye dönüştürdüler. Marks’ın teorisi Stalinizimle birlikte kutsallaştırılıp-tabu haline getirildi... Tabu yasaklanarak korunandır... Belirli bir eşik aşıldığında artık teoriden eser kalmamıştır. Bir kere teori ideolojiye, karşıtına dönüştürüldüğünde artık aydınlatmaz, karartır... Marx, yaşadığı dönemde kendi teorisinin başına gelecekleri sezmiş olacak ki, ‘ben marksist değilim’ demişti... Fizik alanından bir örnek verelim. Mesela Albert Einstein, fizik bilimini bir üst aşamaya nasıl taşıyabildi? Galileo’yu, Newton’u eleştirebildiği için... Marx sonrası marksistlerin Marx’ı da eleştirerek yola devam etmeleri gerekiyordu ama tam tersini yaptılar, teoriyi dondurdular. Elbette her zaman istisnalar vardı ama sonuçta istisna kuralı doğrulamak için değil midir? Oysa bir teorinin hayatiyeti eleştirdiği, eleştirebildiği durumda mümkündür. O zaman ne oldu, Gramsci anlamında ideolojik hegemonya üstünlüğü karşı tarafa geçti.
Onun için mi yazınızın başlığını ‘devrimi yeniden düşünmek’ olarak koydunuz? Bu sol devrimi artık düşünmüyor demeye mi geliyor?
Teori ideolojiye dönüştürüldüğünde, eleştirel devrimci bir teori olan marksizm artık sahnede yoktu. Her ağzını açanın söze Marx’la başlaması, tuhaf bir folklor haline geldi... Sol, düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı bir yana bıraktı. Sanki Fuerbach üzerine 11. tez bu sefil tavrı benimsemenin gerekçesi yapıldı. Biliyorsunuz 11. Tez : “ Filozoflar bu güne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa sorun onu değiştirmektir’ der. Buradan Marx sonrası sol şöyle bir sonuç çıkarmış gibi görünüyor: ‘ anlama işi tamamsa ve bu işi de Marx yaptığına göre, biz de artık değiştirme işine girişebiliriz... Maalesef Ortalama bir sol parti yöneticisinin, ortalama bir militanın yaklaşımı budur... Okumaz, araştırmaz, merak etmez, çevresinde hâlâ bu işle ilgilenen kalmışsa onu suçlar, küçümser... Bu kafayla dünyayı değiştireceğini sanır. Ona göre reçete hazırdır, yapılması gereken reçeteyi uygulamaktır, önemli olan eylemdir... Burjuva kafasıyla yeni ve farklı birşey yapacağını sanır. Siz bir kere pusulayı şaşırdınız mı, artık istediğiniz kadar eylem yapın bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bir kere sol saymadığı, ‘kendinden saymadığı’ hiçbir şeyi okumaz. Solda da sadece kendi örgütünün, partisinin, fraksiyonun yazdıklarını okur ama onların birşey yazması, yazdıklarının bir kıymet-i harbiyesi olması pek mümkün değildir. Böylece okumamanın mazereti de üretilmiş oluyor ve devrimci militan huzura kavuşuyor. Beyin bir tek sizde yok ki, karşı taraftakiler de pek ala düşünebilir ve düşünüyor. Yaklaşık son 30-40 yılda sol dışında herkes düşünüyor, yazıyor, anlamaya çalışıyor kimisi burjuva düzenini meşrulaştırmak için, kimisi de entellektüel kaygılarla, namusluca... ama solun o tarakta bezi yok gibi... Mesela günümüz kapitalizminin ortaya çıkardığı sayısız kötülüklere dair soldan derinlemesine tahliller son derecede yetersizdir. Solun bir kültür endüstrisi eleştirisi yok, bir teknoloji eleştirisi, bir reklam eleştirisi yok... Yeni proleterleşme biçimine dair söyleyecek sözü yok... Bu alanlar önemli birer ideolojik hegemonya alanı değil mi? Bazı kalıpları sürekli tekraralayan bir sol bu... Bu kafayla yeni ve farklı birşey söylemesi de, yapması da zaten mümkün değil. Benim demek istediğim şu: Biz ideolojik hegemonya savaşını kaybettik, düşünsel-kültürel hegemonya üstünlüğünü karşı tarafa kaptırdık. Bir kere bunu kabullenmek zorundayız. Hiç birşey olmamış gibi davranmanın, kendini aldatmanın bir mânâsı yok. Eğer bu savaşı yeniden kazanmak istiyorsak, ideolojik hegemonya üstünlüğünü yeniden ele geçirmek istiyorsak, işe yeniden düşünerek başlamamız gerekiyor. Yani geçmişin ikircikli olmayan radikal bir eleştirisini yaparak işe başlamamız gerekiyor... Yeniden düşünmeye başlamamız gerekiyor. Biliyorsunuz, düşüncenin eyleme önceliği vardır, düşünerek ve anlayarak bir işe girişirsiniz... Elbette bu düşünceyle eylem arasındaki diyalektik ilişkinin hafife alınmasını gerektirmez.
Neden böyle oldu peki?
Teori şeyleştirildiği, reifiye edildiği, dondurulup-kalıplaştırıldığı, ideolojiye dönüştürüldüğü için... Reifiye olmuş [şeyleşmiş] bilgi ölü bilgidir ve ölü bilgiyle gerçeği anlamanız, bilince çıkarmanız mümkün değildir... O zaman düşündüğünüzü sanırsınız ama esasında boşa kürek çekiyorsunuzdur... Sosyal süreç sürekli değişip, yenileniyor, değişimi yakalayıp-bilince çıkarmak, yeni düşünsel araçlara [eleştirel teoriye] sahip olduğunuz durumda mümkündür.
Teorinin ideolojiye dönüşüp, içinin boşalması ne zamana rastlıyor? Stalinizmle Marksist düşünceden bütünüyle kopulduğu söylenebilir mi?
Bence süreç, Stalinizmin yerleşmesinden önce başladı. Marx’ın ölümünden sonra Marksist düşünce, örgüt bürokrasilerinin iktidarını meşrulaştıran bir öğretiye dönüşmeye başladı. Tabii kesin kopuş, Stalinizmin yerleşmesiyledir. Stalinizmin Marx’la ve marksist teoriyle ilgisi sadece söylemdeydi. Stalinizm her şeyiyle marksizmin tam bir inkârıdır. Aslında eleştirel-devrimci bir teori olan Marksizm değil de marksizmin deforme olmuş, içi boşaltılmış versiyonuydu söz konusu olan. Bilinen anlamda bir resmi ideoloji söz konusuydu. Ve söz konusu bağnaz resmi ideoloji Stalinist otokrasiyi meşrulaştırmanın ve dayatmanın hizmetindeydi. Başka türlü ifade edersek, Stalinizm Marksizmin anti-teziydi...
Eğer öyleyse Türkiye’de ve dünya’da neden hâlâ Stalinizm hayranları var?
Sanıyorum bu sorunun cevabını yukarda verdik. Marksizm eleştirel-devrimci bir teori olması gerekirken bir ideoloji, bir dogma, bir inanç kategorisi haline gelince, kalıplaştırılıp-dondurulunca, insanların Stalinizmde tecessüm edene inanmaları, o yolda ısrarcı olmaları, ona inanmaya devam etmeleri anlaşılır bir şeydir. Eğer, Stalinist otokrasi, onun boğucu dikta rejimi sosyalizm sayılıyorsa, kişinin ona hayran olması işin doğası gereğidir. Bir şey daha var: Stalinist olmak rahatlatıcı birşey. Bütün sorunlar orada çözülmüş ve/veya çözülme yoluna girmişse, tüm sorunların çözümünün anahtarı eldeyse, düşünmeye, okumaya, araştırmaya, şüphe etmeye de gerek kalmaz tabii... Bir dine tapan için o din nasıl tartışma konusu değilse, bir din, değilse de dogma mertebesine çıkartılmış, tabulaştırılmış bilimisel sosyalizm denilen de asla tartışma konusu yapılmaz, zira o olumlu olan ne varsa bünyesinde barındırmaktadır. Bir zamanlar sol parti yöneticileri ve sendika bürokratları tarafından işçi sınıfının bilimi söylemi çok kullanılırdı. Oysa işçi sınıfının bilimi diye birşey hem mümkün değildir, hem de saçmadır. Aynı şekilde proletarya kültürü [proletkült] de çok kullanılırdı. Oysa bu uyduruk söylemin bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildi...
Aynı yazıda Leninist örgüt modelinin vazgeçilmez ilkesi olan ‘demokratik merkeziyetçiliğin’ bir oxymore olduğunu söylüyorsunuz. Merkeziyetçilik olmadan, disiplin olmadan bir örgüt nasıl başarılı olabilir? Orada bir çelişki yok mu?
Biliyorsunuz oxymore karşıt anlamlı [antinomik] iki kelimeyi yan yana getirmek anlamındadır. Mesela parlak karanlık gibi. Elbette edebiyatçılar, sanatçılar anlatım güzelliği için oxymore’ a baş vuruyorlar ve orada bir sorun yok. Mesela Klasik Yunan Tragedyasının ünlü yazarı Sofokles, Antigone adlı oyununda ermiş cani diyor. Ama ideolojik manipülasyon amacıyla oxymore’a baş vurulduğunda iş değişiyor. Mesela temiz savaş, calışma barışı, sürdürülebilir kalkınma, vb. dendiğinde ideolojik amaçlı bir oxymore yapılmış olur. Bana göre ne kadar iyi niyetle ortaya atılmış olursa olsun demokratik merkeziyetçilik de bir oxymore’dur. Zira bir örgütsel işleyiş hem merkeziyetçi hem de demokratik olamaz. Keşke olsa deseniz de olmaz. Biraz merkeziyetçi, biraz demokratik bir işleyiş olmaz. Merkeziyetçiliğin olduğu yerde örğütsel hiyerarşi, disiplin, alt-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, yetkili-yetkisiz... velhasıl işin doğası gereği anti-demokratik, baskıcı bir işleyiş geçerlidir. Elbette sizin de söylediğiniz gibi disiplin yokluğunda da birşeyler başarmak mümkün olmaz. O halde nasıl bir disiplin sorusu akla gelecektir. Bu dünya’da disiplinin başka versiyonları da pekâlâ mümkündür. Öz-disipline dayalı bir örgütsel işleyiş neden mümkün olmasın? İnsanların birşeyi yapması için mutlaka dışırdan, yukarıdan birilerinin emir vermesi mi gerekiyor? Hiyerarşik ilişkiler yerine yatay ilişkileri ikâme etmek imkânsız bir şey midir? Aksi halde binlerce yıllık sınıflı toplumun, burjuva toplumunun örgüt modeline mâhkûm olursunuz ki, Eskinin ayakları sizi yeniye taşımaz. Ben her sabah saat altıda kalkar çalışmaya başlarım ve saatlerce çalışırım. Üstelik yaptığım çalışmanın maddi bir karşılığı da yoktur, bütünüyle entellektüel kaygılarla yapılan bir çalışmadır. Kimse bana saat altıda kalk demiyor... Önemli buluşların mimarı olan matematikçilerin, fizikçilerin öz disiplini hayranlık uyandırıcı değil mi? Eğer örgüt demokratik bir işleyişe sahip değilse, birşeyleri de başarsa sonuç başlangıçtaki amaçla çelişen bir sonuç olabilir. Kendisi demokratik olmayan bir örgüt ancak anti-demokratik bir işleyiş üretebilir. O halde iki şey: 1. Örgüt olmadan hiçbir şey yapmak mümkün değildir; 2. Geçen yüzyılın örgüt modeli olan demokratik merkeziyetçilikle bir yere varmak mümkün değildir... Yatay, demokratik ilişkiyi esas alan bir örgütlenme modeli pekâlâ mümkündür. Mesela Paris Komünü, 1917 de Sovyet örgütlenmesi, vb. bize değişik bir örgüt modeli hakkında fikir verebilir. Yegane evrensel örgüt modeli ‘demokratik merkeziyetçiliktir’ demek size mantıklı geliyor mu? Eğer siz demokratik merkeziyetçiliğin sonucundan şikayet ediyorsanız, o zaman farklı bir örgütlenme modelini de pekâlâ tartışabilir, tasarlayabilirsiniz... Eğer bir soruyu soracak yüksekliğe çıkmışsanız, bu, onu cevaplayacak potansiyele de sahipsiniz demektir.
Daha önceki bir yazınızda soldaki ‘aşırı parçalanmışlıkla ilgili olarak: “Türkiye’de sol hareketin bunca parçalanmış oluşu, ‘haklı’ ideolojik gerekçelere dayanmaktan çok, patalojik nedenlerle açıklanabilir’ diyorsunuz. Gerçekten bu bölünmüşlük, parçalanmışlık durumu üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu parçalanmışlık durumu aşılmadan inandırıcı, güven veren bir sol muhalefet ortaya çıkabilir, olayların seyrini değiştirebilir mi?
Bence sorunu başka bir düzlemde tartışmak gerekiyor. Solun ister legal-parlamenter düzeyde, isterse legalite dışında siyaset yapan kesimleri arasındaki fark, zannedildiğinden daha az önemli. Solun mevcut politika yapma tarzını reddetmesi gerekiyor. Mesela siz verili duruma uyum sağlayarak siyaset yapmaya kalktığınızda, o düzenin bir parçası haline geliyorsunuz. Başka türlü olması mümkün değil zira son tahlilde kurallarını başkalarının koyduğu bir oyuna dahil oluyorsunuz. Bir kere oyuna dahil oldunuz muydu, sonunun hüsran olmaması mümkün değil. Legal-parlamenter solun sefil manzarasına bak anlarsın... Aslında legal-parlamenter oyunu reddeden kesim de aslında aynı olumsuzluğu başka biçimlerde yeniden üretiyor. O da politikanın ne olması, nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı, yeni ve orjinal bir anlayışı ve perspektifi temsil etmiyor. Kaldı ki, gizli örgüt de açıkta siyaset yapmak durumunda... Üstelik daha önce de defaaten söylediğim, yazdığım gibi, burjuva legalitesi dışındaki örgütler tüm enerjilerini iktidarı ele geçirmek üzere seferber ediyorlar. Bu onların nasıl bir düzen kurulacak sorusunu savsaklamalarına neden oluyor. İşleyişleri anti-demokratik, akıl almaz bir örgüt fetişizmi söz konusu... Halka bilinç götüreceğini sanıyor... Netice itibariyle onların politika yapma yöntemi de diğer düzen partilerinden özde farklı değil. Bence bu sorun üzerinde ısrarla durmak gerekiyor. Parçalanmışlığa gelince, doğrusu bunun akla-mantığa, sağduyuya uygun bir yanı yok. Eğer ortada 47 farklı örgüt varsa, bunların birbirinden ayrı olmaları için en az 47 neden olması gerekir ki, böyle birşey mümkün değil. Bölünmenin asıl nedeni birşey yapamamakla, politik mücadele yürütmedeki becerisizlikle, basiretsizlikle ilgili. Sanıyorum mücadele yükseldiğinde bu bölünmüşlük tablosu da ortadan kalkacaktır zira gerçekten patalojik bir durum bu...
Sizin bu çıkışınızın solda yankı bulacağını bekliyor musunuz. Gerçekten yeniden düşünmeye ve yeni bir başlangıç yapmaya ihtiyaç var ama Türkiye’deki sol buna hazır mı? Böyle birşeyin gerekliliğine dair bir anlayış olduğunu, daha doğrusu insanların tartışmaya, sizin deyiminizle ‘yeniden düşünmeye’ ‘cesaret’ edebileceğini bekliyor musunuz?
Eğer ‘yeniden düşünmeye’ cesaret edilmezse, bu sol diye birşeyin olmadığı anlamına gelecektir. Bu mümkün değildir. Aksi halde bu, insanların kapitalizmin kepazeliğini kabullendikleri, itiraz etmedikleri, ‘durumdan memnun oldukları’ anlamına gelir ki, böyle birşey saçmadır. Aklı başında biri kendini insanlıktan çıkaran bu kepaze durumu kabullenebilir mi? Şu lânet olası kapitalist yağma ve talan düzenine razı olabilir mi? Ben yeni bir dalganın mutlaka yükseleceğini bekliyorum –aslında bunu söylemek yeni ve orijnal birşey söylemek de değil- . Bu günkü yenilgi tablosu ilelebet devem edecek diye birşey yok. Saldırı / karşı saldırı diyalektiği işin doğası gereğidir... İnsan düşünebildiği, soru sorabildiği, mücadele ettiği, yaşamın bir ‘anlamı’ olması gerektiğini bildiği ve bu amaçla mücadele ettiği için insandır. Bürokratik yozlaşmaya uğramış sol örgütlerin yeniden düşünmeye ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Onlar gerçeğin tapusunu ceplerine çoktan koymuşlar... Defteri çoktan kapatmışlar... Başkalarının gündeminin peşinden gitmeyi politika yapmak sanıyorlar... Mevcut bürokratik yapıları sürdürmeyi bir başarı olarak görüyorlar... Fakat hâlâ az da olsa soru sorma, cevap arama cesaretini ortaya koyanlar var... Önemli olan onların sayısını artırmak, verimli bir tartışma ortamı yaratmak için çaba harcamaktır... Bu aşamada Spinoza’nın öğüdünü hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Biliyorsunuz Spinoza: “Gözlüğünü parlat’ diyordu..
Teşekkür ederim...
Ben de...
*Söyleşiyi Gerçekleştiren : Merdan Özüdoğru
Fikret Başkaya’yla bir söyleşi*
Hocam ilk sorum şu: ‘Devrimi Yeniden Düşünmek’ başlığını taşıyan yazınızda, “... eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi. Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalist-komünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi” diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Teori eleştirelse teoridir, eleştirdiği için, eleştirebildiği için teoridir. İdeoloji gerçeğin üstünü örtmek, anlaşılmasını engellemek, velhasıl teorileştirilmesini, anlaşılabilirligini engellemek içindir. Teorinin önü açıktır, eleştiriye dayanır ve eleştiriyle yol alır. Oysa ideoloji tartışmayı yasaklar. Verili durumu esas alır ve ona itaati vâzeder... Başka türlü ifade edersek, ideoloji anti-teoridir. Marksizm esas itibariyle eleştirel bir teoridir. Düşünmek eleştirmektir. Biliyorsunuz Fransız filozofu Alain, “düşünmek hayır demeyi bilmektir” diyordu. Etimolojik kökeni Kadim Grekçe theorien olan teori, bakmak, gözlemek, incelemek... demek. Anlamanın yolu radikal eleştiriden geçer, eleştiri yoksa anlama diye birşey, dolayısıyla teori de yoktur. Kim şeylerin anlaşılmasını ister, kim anlaşılmamasını, üstünün örtülmesini ister? Bu yüzden entellektüel ideolojik dayatmaların karşısında durabiliyorsa entellektüeldir. Entellektüeli entellektüel yapan onun herşeyi eleştirebilme istidadı, iradesi ve yeteneğidir. O hiçbir tabuya hiçbir ‘resmi gerçeğe’ itibar etmez. Hiçbir kiliseye tâbi değildir. Duruşu, konumlanışı sadece düşünsel-entelletüel mahiyette değil, aynı zamanda etiktir. Kimin neden eleştiriye ihtiyacı var, kimin neden şeylerin, olguların, süreçlerin üstünü örtmekte çıkarı var? Entellektüel, şeylerin neden ve nasılını merak edendir. Bu amaçla işe soru sorarak başlar. Marx’ın ilk önemli eserlerinden birinin başlığı ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ idi. Eleştirel olduğu için düşünceyi ileriye, bir üst basamağa taşıyabildi. Onun ardından gelenlerin Marx’ı eleştirmek de dahil, eleştiriyi bir üst aşamaya taşımaları gerekirken, orada durdular. Sadece durmakla da kalmadılar Marx’ın teorisini dondurdular ve onu tuhaf bir ideolojiye dönüştürdüler. Marks’ın teorisi Stalinizimle birlikte kutsallaştırılıp-tabu haline getirildi... Tabu yasaklanarak korunandır... Belirli bir eşik aşıldığında artık teoriden eser kalmamıştır. Bir kere teori ideolojiye, karşıtına dönüştürüldüğünde artık aydınlatmaz, karartır... Marx, yaşadığı dönemde kendi teorisinin başına gelecekleri sezmiş olacak ki, ‘ben marksist değilim’ demişti... Fizik alanından bir örnek verelim. Mesela Albert Einstein, fizik bilimini bir üst aşamaya nasıl taşıyabildi? Galileo’yu, Newton’u eleştirebildiği için... Marx sonrası marksistlerin Marx’ı da eleştirerek yola devam etmeleri gerekiyordu ama tam tersini yaptılar, teoriyi dondurdular. Elbette her zaman istisnalar vardı ama sonuçta istisna kuralı doğrulamak için değil midir? Oysa bir teorinin hayatiyeti eleştirdiği, eleştirebildiği durumda mümkündür. O zaman ne oldu, Gramsci anlamında ideolojik hegemonya üstünlüğü karşı tarafa geçti.
Onun için mi yazınızın başlığını ‘devrimi yeniden düşünmek’ olarak koydunuz? Bu sol devrimi artık düşünmüyor demeye mi geliyor?
Teori ideolojiye dönüştürüldüğünde, eleştirel devrimci bir teori olan marksizm artık sahnede yoktu. Her ağzını açanın söze Marx’la başlaması, tuhaf bir folklor haline geldi... Sol, düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı bir yana bıraktı. Sanki Fuerbach üzerine 11. tez bu sefil tavrı benimsemenin gerekçesi yapıldı. Biliyorsunuz 11. Tez : “ Filozoflar bu güne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa sorun onu değiştirmektir’ der. Buradan Marx sonrası sol şöyle bir sonuç çıkarmış gibi görünüyor: ‘ anlama işi tamamsa ve bu işi de Marx yaptığına göre, biz de artık değiştirme işine girişebiliriz... Maalesef Ortalama bir sol parti yöneticisinin, ortalama bir militanın yaklaşımı budur... Okumaz, araştırmaz, merak etmez, çevresinde hâlâ bu işle ilgilenen kalmışsa onu suçlar, küçümser... Bu kafayla dünyayı değiştireceğini sanır. Ona göre reçete hazırdır, yapılması gereken reçeteyi uygulamaktır, önemli olan eylemdir... Burjuva kafasıyla yeni ve farklı birşey yapacağını sanır. Siz bir kere pusulayı şaşırdınız mı, artık istediğiniz kadar eylem yapın bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bir kere sol saymadığı, ‘kendinden saymadığı’ hiçbir şeyi okumaz. Solda da sadece kendi örgütünün, partisinin, fraksiyonun yazdıklarını okur ama onların birşey yazması, yazdıklarının bir kıymet-i harbiyesi olması pek mümkün değildir. Böylece okumamanın mazereti de üretilmiş oluyor ve devrimci militan huzura kavuşuyor. Beyin bir tek sizde yok ki, karşı taraftakiler de pek ala düşünebilir ve düşünüyor. Yaklaşık son 30-40 yılda sol dışında herkes düşünüyor, yazıyor, anlamaya çalışıyor kimisi burjuva düzenini meşrulaştırmak için, kimisi de entellektüel kaygılarla, namusluca... ama solun o tarakta bezi yok gibi... Mesela günümüz kapitalizminin ortaya çıkardığı sayısız kötülüklere dair soldan derinlemesine tahliller son derecede yetersizdir. Solun bir kültür endüstrisi eleştirisi yok, bir teknoloji eleştirisi, bir reklam eleştirisi yok... Yeni proleterleşme biçimine dair söyleyecek sözü yok... Bu alanlar önemli birer ideolojik hegemonya alanı değil mi? Bazı kalıpları sürekli tekraralayan bir sol bu... Bu kafayla yeni ve farklı birşey söylemesi de, yapması da zaten mümkün değil. Benim demek istediğim şu: Biz ideolojik hegemonya savaşını kaybettik, düşünsel-kültürel hegemonya üstünlüğünü karşı tarafa kaptırdık. Bir kere bunu kabullenmek zorundayız. Hiç birşey olmamış gibi davranmanın, kendini aldatmanın bir mânâsı yok. Eğer bu savaşı yeniden kazanmak istiyorsak, ideolojik hegemonya üstünlüğünü yeniden ele geçirmek istiyorsak, işe yeniden düşünerek başlamamız gerekiyor. Yani geçmişin ikircikli olmayan radikal bir eleştirisini yaparak işe başlamamız gerekiyor... Yeniden düşünmeye başlamamız gerekiyor. Biliyorsunuz, düşüncenin eyleme önceliği vardır, düşünerek ve anlayarak bir işe girişirsiniz... Elbette bu düşünceyle eylem arasındaki diyalektik ilişkinin hafife alınmasını gerektirmez.
Neden böyle oldu peki?
Teori şeyleştirildiği, reifiye edildiği, dondurulup-kalıplaştırıldığı, ideolojiye dönüştürüldüğü için... Reifiye olmuş [şeyleşmiş] bilgi ölü bilgidir ve ölü bilgiyle gerçeği anlamanız, bilince çıkarmanız mümkün değildir... O zaman düşündüğünüzü sanırsınız ama esasında boşa kürek çekiyorsunuzdur... Sosyal süreç sürekli değişip, yenileniyor, değişimi yakalayıp-bilince çıkarmak, yeni düşünsel araçlara [eleştirel teoriye] sahip olduğunuz durumda mümkündür.
Teorinin ideolojiye dönüşüp, içinin boşalması ne zamana rastlıyor? Stalinizmle Marksist düşünceden bütünüyle kopulduğu söylenebilir mi?
Bence süreç, Stalinizmin yerleşmesinden önce başladı. Marx’ın ölümünden sonra Marksist düşünce, örgüt bürokrasilerinin iktidarını meşrulaştıran bir öğretiye dönüşmeye başladı. Tabii kesin kopuş, Stalinizmin yerleşmesiyledir. Stalinizmin Marx’la ve marksist teoriyle ilgisi sadece söylemdeydi. Stalinizm her şeyiyle marksizmin tam bir inkârıdır. Aslında eleştirel-devrimci bir teori olan Marksizm değil de marksizmin deforme olmuş, içi boşaltılmış versiyonuydu söz konusu olan. Bilinen anlamda bir resmi ideoloji söz konusuydu. Ve söz konusu bağnaz resmi ideoloji Stalinist otokrasiyi meşrulaştırmanın ve dayatmanın hizmetindeydi. Başka türlü ifade edersek, Stalinizm Marksizmin anti-teziydi...
Eğer öyleyse Türkiye’de ve dünya’da neden hâlâ Stalinizm hayranları var?
Sanıyorum bu sorunun cevabını yukarda verdik. Marksizm eleştirel-devrimci bir teori olması gerekirken bir ideoloji, bir dogma, bir inanç kategorisi haline gelince, kalıplaştırılıp-dondurulunca, insanların Stalinizmde tecessüm edene inanmaları, o yolda ısrarcı olmaları, ona inanmaya devam etmeleri anlaşılır bir şeydir. Eğer, Stalinist otokrasi, onun boğucu dikta rejimi sosyalizm sayılıyorsa, kişinin ona hayran olması işin doğası gereğidir. Bir şey daha var: Stalinist olmak rahatlatıcı birşey. Bütün sorunlar orada çözülmüş ve/veya çözülme yoluna girmişse, tüm sorunların çözümünün anahtarı eldeyse, düşünmeye, okumaya, araştırmaya, şüphe etmeye de gerek kalmaz tabii... Bir dine tapan için o din nasıl tartışma konusu değilse, bir din, değilse de dogma mertebesine çıkartılmış, tabulaştırılmış bilimisel sosyalizm denilen de asla tartışma konusu yapılmaz, zira o olumlu olan ne varsa bünyesinde barındırmaktadır. Bir zamanlar sol parti yöneticileri ve sendika bürokratları tarafından işçi sınıfının bilimi söylemi çok kullanılırdı. Oysa işçi sınıfının bilimi diye birşey hem mümkün değildir, hem de saçmadır. Aynı şekilde proletarya kültürü [proletkült] de çok kullanılırdı. Oysa bu uyduruk söylemin bu dünyada reel bir karşılığı olması mümkün değildi...
Aynı yazıda Leninist örgüt modelinin vazgeçilmez ilkesi olan ‘demokratik merkeziyetçiliğin’ bir oxymore olduğunu söylüyorsunuz. Merkeziyetçilik olmadan, disiplin olmadan bir örgüt nasıl başarılı olabilir? Orada bir çelişki yok mu?
Biliyorsunuz oxymore karşıt anlamlı [antinomik] iki kelimeyi yan yana getirmek anlamındadır. Mesela parlak karanlık gibi. Elbette edebiyatçılar, sanatçılar anlatım güzelliği için oxymore’ a baş vuruyorlar ve orada bir sorun yok. Mesela Klasik Yunan Tragedyasının ünlü yazarı Sofokles, Antigone adlı oyununda ermiş cani diyor. Ama ideolojik manipülasyon amacıyla oxymore’a baş vurulduğunda iş değişiyor. Mesela temiz savaş, calışma barışı, sürdürülebilir kalkınma, vb. dendiğinde ideolojik amaçlı bir oxymore yapılmış olur. Bana göre ne kadar iyi niyetle ortaya atılmış olursa olsun demokratik merkeziyetçilik de bir oxymore’dur. Zira bir örgütsel işleyiş hem merkeziyetçi hem de demokratik olamaz. Keşke olsa deseniz de olmaz. Biraz merkeziyetçi, biraz demokratik bir işleyiş olmaz. Merkeziyetçiliğin olduğu yerde örğütsel hiyerarşi, disiplin, alt-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, yetkili-yetkisiz... velhasıl işin doğası gereği anti-demokratik, baskıcı bir işleyiş geçerlidir. Elbette sizin de söylediğiniz gibi disiplin yokluğunda da birşeyler başarmak mümkün olmaz. O halde nasıl bir disiplin sorusu akla gelecektir. Bu dünya’da disiplinin başka versiyonları da pekâlâ mümkündür. Öz-disipline dayalı bir örgütsel işleyiş neden mümkün olmasın? İnsanların birşeyi yapması için mutlaka dışırdan, yukarıdan birilerinin emir vermesi mi gerekiyor? Hiyerarşik ilişkiler yerine yatay ilişkileri ikâme etmek imkânsız bir şey midir? Aksi halde binlerce yıllık sınıflı toplumun, burjuva toplumunun örgüt modeline mâhkûm olursunuz ki, Eskinin ayakları sizi yeniye taşımaz. Ben her sabah saat altıda kalkar çalışmaya başlarım ve saatlerce çalışırım. Üstelik yaptığım çalışmanın maddi bir karşılığı da yoktur, bütünüyle entellektüel kaygılarla yapılan bir çalışmadır. Kimse bana saat altıda kalk demiyor... Önemli buluşların mimarı olan matematikçilerin, fizikçilerin öz disiplini hayranlık uyandırıcı değil mi? Eğer örgüt demokratik bir işleyişe sahip değilse, birşeyleri de başarsa sonuç başlangıçtaki amaçla çelişen bir sonuç olabilir. Kendisi demokratik olmayan bir örgüt ancak anti-demokratik bir işleyiş üretebilir. O halde iki şey: 1. Örgüt olmadan hiçbir şey yapmak mümkün değildir; 2. Geçen yüzyılın örgüt modeli olan demokratik merkeziyetçilikle bir yere varmak mümkün değildir... Yatay, demokratik ilişkiyi esas alan bir örgütlenme modeli pekâlâ mümkündür. Mesela Paris Komünü, 1917 de Sovyet örgütlenmesi, vb. bize değişik bir örgüt modeli hakkında fikir verebilir. Yegane evrensel örgüt modeli ‘demokratik merkeziyetçiliktir’ demek size mantıklı geliyor mu? Eğer siz demokratik merkeziyetçiliğin sonucundan şikayet ediyorsanız, o zaman farklı bir örgütlenme modelini de pekâlâ tartışabilir, tasarlayabilirsiniz... Eğer bir soruyu soracak yüksekliğe çıkmışsanız, bu, onu cevaplayacak potansiyele de sahipsiniz demektir.
Daha önceki bir yazınızda soldaki ‘aşırı parçalanmışlıkla ilgili olarak: “Türkiye’de sol hareketin bunca parçalanmış oluşu, ‘haklı’ ideolojik gerekçelere dayanmaktan çok, patalojik nedenlerle açıklanabilir’ diyorsunuz. Gerçekten bu bölünmüşlük, parçalanmışlık durumu üzerinde düşünmek gerekiyor. Bu parçalanmışlık durumu aşılmadan inandırıcı, güven veren bir sol muhalefet ortaya çıkabilir, olayların seyrini değiştirebilir mi?
Bence sorunu başka bir düzlemde tartışmak gerekiyor. Solun ister legal-parlamenter düzeyde, isterse legalite dışında siyaset yapan kesimleri arasındaki fark, zannedildiğinden daha az önemli. Solun mevcut politika yapma tarzını reddetmesi gerekiyor. Mesela siz verili duruma uyum sağlayarak siyaset yapmaya kalktığınızda, o düzenin bir parçası haline geliyorsunuz. Başka türlü olması mümkün değil zira son tahlilde kurallarını başkalarının koyduğu bir oyuna dahil oluyorsunuz. Bir kere oyuna dahil oldunuz muydu, sonunun hüsran olmaması mümkün değil. Legal-parlamenter solun sefil manzarasına bak anlarsın... Aslında legal-parlamenter oyunu reddeden kesim de aslında aynı olumsuzluğu başka biçimlerde yeniden üretiyor. O da politikanın ne olması, nasıl yapılması gerektiği konusunda farklı, yeni ve orjinal bir anlayışı ve perspektifi temsil etmiyor. Kaldı ki, gizli örgüt de açıkta siyaset yapmak durumunda... Üstelik daha önce de defaaten söylediğim, yazdığım gibi, burjuva legalitesi dışındaki örgütler tüm enerjilerini iktidarı ele geçirmek üzere seferber ediyorlar. Bu onların nasıl bir düzen kurulacak sorusunu savsaklamalarına neden oluyor. İşleyişleri anti-demokratik, akıl almaz bir örgüt fetişizmi söz konusu... Halka bilinç götüreceğini sanıyor... Netice itibariyle onların politika yapma yöntemi de diğer düzen partilerinden özde farklı değil. Bence bu sorun üzerinde ısrarla durmak gerekiyor. Parçalanmışlığa gelince, doğrusu bunun akla-mantığa, sağduyuya uygun bir yanı yok. Eğer ortada 47 farklı örgüt varsa, bunların birbirinden ayrı olmaları için en az 47 neden olması gerekir ki, böyle birşey mümkün değil. Bölünmenin asıl nedeni birşey yapamamakla, politik mücadele yürütmedeki becerisizlikle, basiretsizlikle ilgili. Sanıyorum mücadele yükseldiğinde bu bölünmüşlük tablosu da ortadan kalkacaktır zira gerçekten patalojik bir durum bu...
Sizin bu çıkışınızın solda yankı bulacağını bekliyor musunuz. Gerçekten yeniden düşünmeye ve yeni bir başlangıç yapmaya ihtiyaç var ama Türkiye’deki sol buna hazır mı? Böyle birşeyin gerekliliğine dair bir anlayış olduğunu, daha doğrusu insanların tartışmaya, sizin deyiminizle ‘yeniden düşünmeye’ ‘cesaret’ edebileceğini bekliyor musunuz?
Eğer ‘yeniden düşünmeye’ cesaret edilmezse, bu sol diye birşeyin olmadığı anlamına gelecektir. Bu mümkün değildir. Aksi halde bu, insanların kapitalizmin kepazeliğini kabullendikleri, itiraz etmedikleri, ‘durumdan memnun oldukları’ anlamına gelir ki, böyle birşey saçmadır. Aklı başında biri kendini insanlıktan çıkaran bu kepaze durumu kabullenebilir mi? Şu lânet olası kapitalist yağma ve talan düzenine razı olabilir mi? Ben yeni bir dalganın mutlaka yükseleceğini bekliyorum –aslında bunu söylemek yeni ve orijnal birşey söylemek de değil- . Bu günkü yenilgi tablosu ilelebet devem edecek diye birşey yok. Saldırı / karşı saldırı diyalektiği işin doğası gereğidir... İnsan düşünebildiği, soru sorabildiği, mücadele ettiği, yaşamın bir ‘anlamı’ olması gerektiğini bildiği ve bu amaçla mücadele ettiği için insandır. Bürokratik yozlaşmaya uğramış sol örgütlerin yeniden düşünmeye ihtiyaçları olduğunu sanmıyorum. Onlar gerçeğin tapusunu ceplerine çoktan koymuşlar... Defteri çoktan kapatmışlar... Başkalarının gündeminin peşinden gitmeyi politika yapmak sanıyorlar... Mevcut bürokratik yapıları sürdürmeyi bir başarı olarak görüyorlar... Fakat hâlâ az da olsa soru sorma, cevap arama cesaretini ortaya koyanlar var... Önemli olan onların sayısını artırmak, verimli bir tartışma ortamı yaratmak için çaba harcamaktır... Bu aşamada Spinoza’nın öğüdünü hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor. Biliyorsunuz Spinoza: “Gözlüğünü parlat’ diyordu..
Teşekkür ederim...
Ben de...
*Söyleşiyi Gerçekleştiren : Merdan Özüdoğru
03 Kasım 2009
Devrimi Yeniden Düşünmek...
Devrimi Yeniden Düşünmek...*
Fikret Başkaya
1. Ölü bilgilerin koloniyalizminden kurtulmak
Şeyleri, toplumsal olguları ve süreçleri adlandırmak, tanımlamak, anlamak üzere kullandığımız kelimelerin de bir tarihi var. Doğuyorlar, var oluyorlar, eskiyip ölüyorlar. Zira şeyler, sosyal olgular ve süreçler, sürekli değişen dinamik bir süreç olarak var oluyorlar. Oysa, onları adlandırmak, anlamak, bilince çıkarmak üzere kullandığımız kelimeler zamanla eskiyor ve kullanmaya devam ettiğimiz kelimelerle gerçeklik arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. Velhasıl ölü bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz...
Güneş varken ve güneş karşıdan geliyorken güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş sağlar ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam ederseniz, gözlük sadece işe yaramaz hale gelmekle kalmaz görüşü daha da zorlaştırır. Zira güneş gözlüğü takmayı gerektiren durum değişmiştir. Benzer bir durum kelimeler ve kavramlar için de geçerli ve belirli bir eşik aşıldığında, kullanılan kelimeler, kavramlar artık karşı geldikleri gerçekliği ifade edemez duruma geliyor. Tarımsal üretimin öküzle yapıldığı zaman varolan tezeğin, üretimin traktörle yapıldığı, ısınmak ve yemek pişirmek için doğal gaz veya kömür kullandığı dönemde artık bir karşılığı yoktur, ölü kelimedir.
Şimdilerde çiftçi ve köylü kelimelerinin artık reel bir karşılığı olup-olmadığı tartışmalı... Köylü sadece köyde yaşadığı için köylü değildir, sahip olduğu üretim araçlarıyla kendisinin ve ailesinin ihtiyacı olan şeylerin çoğunu ürettiği ve genel bir çerçevede kendi kendine yettiği için köylüdür. Şimdilerde köylü ekseri tek bir ürün üretiyor ve onu satarak yaşamını sürdürüyor, dolayısıyla sadece emeğini satarak yaşayan işçinin durumuna yaklaşıyor. İşçi haftalık veya aylık ödenen ücretiyle ihtiyacı olan şeyleri satın alır. Oysa köylü ihtiyacı olan unu-ekmeği, sütü- yoğurdu, yağı-peyniri, yumurtayı, sebze ve meyveyi velhasıl yaşamak için ihtiyacı olan şeylerin büyük çoğunluğunu kendisi ve ailesi üretiyorsa köylüdür. Köylüler artık domatesi pazardan, ekmeği fırından, sütü, yumurtayı marketten satın alıyor... Sözleşmeli tarım denilenin devreye daha çok girmesiyle de, çiftçi-köylünün artık kullandığı üretim araçlarının hukukî mülkiyetine sahip olmasının bir kıymet-i harbiyesi yok... Çokuluslu tarım tekelleri, kapitalist tarım işletmeleri, çiftçinin ne üreteceğine, ne zaman üreteceğine, nasıl üreteceğine, ne kadar üreteceğine, ürünü ne zaman teslim edeceğine, fiyatın ne olacağına, hangi gübrenin ve pestisitlerin-herbisitlerin ne kadar kullanılacağına, vb. karar veriyor. Böyle bir çiftçi olabilir mi? Aslında orada söz konusu olan çiftçi-köylü kelimeleriyle ifade edilenden çok, tuhaf bir ‘modern serflik durumuna tekâbül ediyor...
İkinci bir sorun da kelimeler, kavramlar dünyasının manipülasyona açık olmasıdır. Kelimeler ve kavramlar ihtiyaca göre manipüle edildiklerinde, şeyleri, toplumsal süreçleri anlamanın değil, anlaşılmasını engellemenin araçları durumuna geliyorlar. Mesela demokrasi kavramının bir içeriği olması gerekiyor. Genel bir çerçevede demokrasi insanların kendi kendilerini yönettiği [ self- government / auto-gouvernement], kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği bir durumu ifade ediyor. Dolayısıyla sosyal demokrasi demeye gerek yok zira demokrasi kavramı tanımı gereği zaten sosyali ve bireysel özgürlüğü içerir, içermesi gerekir. Şundan dolayı ki, ekonomik planda özerk olmayan bireyin, politik planda özerk olması mümkün değildir. Ya da yan yana gelmeleri uygun olmayan, kelimeler, kavramlar yan yana getirilerek, oxymore’ a başvuruluyor. Bu amaçla ekseri bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilerek, bilinç çarpıtması veya ideolojik manipülasyonla, insanların ideolojik egemenliği, gönüllü köleliği içselleştirmeleri amaçlanıyor. Mesela XX. yüzyıl devrimci, sol, sosyalist, komünist örgütlerin temel işleyiş aracı olarak kabul ettikleri, üstelik ‘evrensel bir ilke’ mertebesine yükselttikleri demokratik merkeziyetçilik tam bir oxymorondur. Bu iki kelimenin yan yana getirilmesi uygun olmadığı için... Ya merkeziyetçi bir işleyiş geçerli olur, ya da demokratik bir işleyiş geçerli olur ama hem o hem öteki olmaz.
Ekseri ölü bilgilerle düşündüğümüzü sanıyoruz ama aslında ölü bilgiler tarafından düşünülüyoruz... Ortalıkta dolaşan onca bilgi ölü bilgi... Okullar ve üniversiteler birer ölü bilgi deposu ve ders kitapları ölü bilgileri gençlerin bilincine enjekte etmenin etkin araçları. Zira, orada sorulan sorular, cevabı önceden bilinen sorulardır. Ölü bilgilerin tahribatı, şeylere, süreçlere, olgulara şüpheyle bakmamızı, onları yeniden düşünmemizi engelliyor. Eleştirelliği yok ediyor... Mesela ‘zenginlikle mücadele’ denmesi gerekirken ‘yoksullukla mücadele’ denmesi, ölü bilgilerin hakimiyetinin sonucudur... Ölü bilgilerle düşünen ‘yoksullukla mücadele’ eder. Ölü bilgilerin sultasından yakayı kurtarıp, soruyu ‘tekrar sorabilense, doğrusunun ‘zenginlikle mücadele’ olduğunu bilir. Eleştirinin olmadığı yerde bilim de yoktur denecektir...Bu yüzden Baruch Spinoza : “gözlüğünü parlat”, Karl Marx: “her şeyden şüphe et”, V.I. Lenin de: “her şeyi yeniden gözden geçir” derken, bizi ölü bilgilerin tahribatına karşı uyarıyorlardı...
Bilgi dondurulduğunda, seyleştiğinde, reifiye olduğunda kelime ve kavramların içi boşaldığında, artık başka amaçlara hizmet eder hale geliyor... Bir özgürleşme aracı olması gerekirken, köleleştirme aracına, egemenlik kategorisinin bir unsuruna dönüşüyor. Bu bakımdan eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi. Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalist-komünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi.
2. XX. yüzyıl sosyalizmlerinin izinden gitmek artık mümkün değil...
Avrupa solu, geleneksel düşünce sisteminden ve geleneksel ideolojiden radikal bir kopuş, farklı bir dünya, toplum ve insan tasavvuru anlamına gelen ve Büyük Fransız Devrimiyle ete kemiğe bürünen aydınlıklar [lumières] felsefesi veya devriminin devamı olarak tarih sahnesine çıktı. XIX’uncu yüzyılda işçi ve sosyalist hareket oluştu. Paris Komünü’nün ardından XX.yüzyıl da Sovyet ve Çin devrimleriyle devam etti. Paris Komünü’nün 71 günlük, Sovyet ‘komünizmi’ denilenin 70 yıl ömrü oldu. Bu arada XX. yüzyıl, koloniyalizme karşı mücadelelerin, 1968 Fransa Mayıs Devriminin ve Çin Kültür devriminin, Küba ve Vietnam devrimlerinin, İran ‘İslam’devriminin de yüzyılı olarak geride kaldı.
Paris Komünüyle başlayan Bolşevik ve Çin devrimleriyle devam eden, sınıflı toplumu, kapitalist sistemi, burjuva düzenini aşma perspektifine sahip bu ilk hamle başarısız oldu. Sovyet ve Çin deneylerinin neden başarısız oldukları, sosyalist toplum oluşturma projesinin neden kapitalizmin restorasyonuyla sonuçlandığı, hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmadı. Asıl rahatsız edici olan da, neden tartışılmadığı, tartışılamadığı, tartışmadan kaçınıldığı, ya da tartışılıyormuş gibi yapılıp geçiştirildiğidir... Elbette beşyüzyıllık kapitalist sistemin ve mirasçısı olduğu on bin yıllık sınıflı toplumun ilk hamlede aşılıp, insanlığın gündeminden çıkarılması mümkün değildi ve mümkün olmadığı görüldü.
Dolayısıyla bu ilk deneylerin başarısızlığından hareketle, kelimenin jenerik anlamında ortaklaşmacı, eşitlik-özgürlük temeline dayalı, sınıfsız sömürüsüz bir toplum tasavvuru olan komünizmin imkânsızlığı sonucunu çıkarmak abestir. Böyle bir şey ancak insanın insan olmaktan kaynaklanan bazı temel hasletlerinden arındığında, insanın insan olmaktan çıktığı durumda mümkündür. Toplumsal eşitsizliğin olduğu her yerde ve her zaman mücadele kaçınılmaz olarak vardır, olmak zorundadır ve başka türlü olması da mümkün değildir. Sömürü olan yerde sömürüye karşı, eşitsizliğin olduğu yerde eşitsizliğe karşı, baskı olan yerde baskıya karşı, aşağılanma olan yerde aşağılanmaya karşı, velhasıl insanı eksilten, onun kendini gerçekleştirmesine mani olan durumu aşmak için mücadele kaçınılmazdır. Kapitalist yağma ve talan rejimi olan burjuva düzeninin insanlığın yegane ufku olduğunu, onun tarihin sonu olduğunu ilân edenlerin heveslerinin kursaklarında kaldığının görülmesi için fazla zaman gerekmeyecek... Büyük İnsanlık her zaman yürüdüğü yolda yürümeye devam edecek ve ediyor... Elbette mücadele düz bir zemin üzerinde sorunsuz yol almıyor. Söz konusu olan, zaferlerin -yenilgilerin, yükselişlerin - düşüşlerin, umudun umutsuzluğun uzun ince yoludur...
XX. yüzyıl deneyleri başarısız olup, geride kaldığına göre, bu ilk deneylerin neden başarısız oldukları sorusu, devrimi yeniden düşünmeyi gerektiriyor... Elbette başarısızlığın birçok nedeninden bahsedilebilir ama nedenler hiyerarşisinde en önemli olanı veya olanları tespit etmek, tahlil ettiğimiz, bilince çıkarmaya çalıştığımız durumun anlaşılması için elzemdir. Fakat daha önce devrim nedir sorusuna açıklık getirmekle tartışmaya başlamak gerekiyor. Tabii devrim nedir sorusuna devrimi kim yapar sorusunun da eşlik etmesi gerekir. Devrim [Révolution] Eski egemenlik sisteminden radikal bir kopuş demektir veya öyle anlaşılması gerekir. Bu kopuş sadece sorunun egemenlik veçhesini, yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ilişkisini angaje etmez. Ezilen toplum sınıflarının, halk sınıflarının çok yönlü emansipasyonunu da [özgürleşmesini] varsayar :
Birincisi, devrim yaşamın tüm veçhelerini [ ekonomik, politik, kültürel, ideolojik, etik, estetik...] kapsadığında, daha önce de yazdığım gibi, politika denilenin ve politika yapmanın farklı bir versiyonunun gündeme gelip ete-kemiğe büründüğünde mümkündür; ikincisi, devrimi halk adına bu işi bilen öncüler [avangard] , velhasıl örğüt yapmaz, yapamaz...bizzat halkın kendisi yapar. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: devrimi ya halk yapar ya da devrim diye bir şey mümkün değildir...
Avrupa solu [sosyalist-komünist partiler] genel bir çerçevede hep burjuva düzeninin bir iç muhalefeti olarak varoldu. Hiçbir zaman radikal bir kopuş perspektifine sahip olmadı. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma ile mâlüldü. Kapitalizmin kutuplaştırıcı eğilimini ve dinamiğini, çevre-merkez ayrışmasını ve çelişkisini yok saydı, görmezlikten geldi. Koloniyalistti, uygarlaştırıcı misyon paradigmasına karşı çıkmak şurda dursun, muhalif olduğu burjuva politikacıların ve ideologların yolundan gitti, parlamentarizmi bir siyaset aracı olarak kullanma tercihi yaptığında, burjuva düzeninin bir parçası haline gelmesi kaçınılmazdı ve geldi... Burjuva parlamentarizmi ve seçim oyununa dahil olmak demek, burjuva politikasını sol bir dil ve söylemle yeniden üretmek demekti. Başkalarının tasarladığı oyuna dahil olmak, başkalarının oyununu oynamaktır. Sosyalist-komünist denilen partiler, örgüt modeli olarak burjuva örgütlerinin ve partilerinin işleyiş modelini kopya ettiklerinde, burjuvazi de partiye, örgüte nüfûz etmiş oluyordu. Tam bir emperyalist, anti-sosyalist, anti-kömünist Atlantik projesi [ ABD ve Avrupa büyük sermayesinin projesi] olan, anti-demokratikliği tescilli AB’ye karşı çıkmadı. AB’ye cepheden karşı çıkmayan, neoliberalizme teslim olmuş bir sol olabilir miydi? Hiç değilse 1980 öncesinde reel olarak sosyal demokrat olan Avrupa solu, son otuz yıldır artık sosyal demokrat bile değil, sosyal liberal... Artık o tarakta bezi yok denecektir. Velhasıl, şimdilerde Avrupa solu diye birşey yok... Durum böyle ama bizim kimi rafine ‘solcularımız‘ Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini Türkiye sol hareketi için bir şans olarak görüyor... Herhalde bu dünyada herkes neyi görmek istiyorsa onu görüyor... kimbilir...
3. Öncü parti, bilinç-bilinçlenme veya örgüt sorununu yeniden düşünmek...
Geride kalan yüzyılın sosyalist mücadele anlayışında, ‘işçiler, ezilen-sömürülen sınıflar, kendiliklerinden durumlarının farkına varamaz, olup-bitenleri anlayamaz, dolayısıyla bilinçlenemez, ona ‘gerekli’ bilinci ancak devrimci entelektüeller dışardan taşıyabilir...’ şeklinde bir anlayış hakimdi. Bu tespitten hareketle de devrimi ancak devrimci-entelektüeller ve devrimcileşmiş işçilerden oluşan, mücadelelere öncülük edecek, devrimci partinin yapabileceği görüşüne varılıyordu. Bu tespit aynı zamanda profesyonel devrimciliğin gerekçesini de oluşturuyordu. Oysa devrim ve profesyonel kelimelerinin yan yana getirilmesi tam bir oxymoredur. Bu yüzden de yan yana getirilmeleri saçmadır. Mesleği devrim yapmak olan birinin var olabileceğini düşünmek abes değil mi? Marx, ‘işçi sınıfının emansipasyonu [kurtuluşu] onun kendi eseri olacaktır’ dememiş miydi? Bir sınıfın emansipasyonu başkalarının işi olabilir miydi? Devrim işini öncü partiye havale etmek, ezilen-sömürülen sınıfların kaderini başka ellere tevdi etmek, başkalarına emanet etmek değil midir? Bunun koloniyalist Avrupalıların ‘uygarlaştırma, uygarlık götürme, geri halkları ilerletme, Türkiye’de Kemalistlerin halkı adam etme teşebbüsünden bir farkı var mı? Oysa tanımı gereği emansipasyon bir özne olarak insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan durumdan kurtulması, özgürleşmesi demektir ve bu ancak insanın [bireyin] özçabasıyla mümkündür...
Bu tespitle işçi sınıfına bir kimlik yakıştırılıyor: İşçiler kendiliklerinden olup-biteni anlayamaz... Buna gerekçe olarak da işçilerin zorlu ve uzun çalışma süreleri, eğitim olanaklarının dışına atılmış olmaları gösteriliyor. Eğer bu tespit kabul edilirse, bu, toplumun bilenler ve bilmeyenler diye ikiye bölünmüş olduğunu, birinden diğerine geçişin de imkânsız olduğunu, arada bir Çin setti olduğunu kabul etmektir. İkincisi, bilenlerin ne bildiğini tartışma konusu yapmamak, sorun etmemektir. O halde şu soru akla geliyor: bir metal işçisinin, terzinin, tekstil işçisi genç bir bayanın, nüfus idaresinde çalışan memurun, vb. kitap okumasına, resim yapmasına, şiir okumasına, hikaye yazmasına, insanlığın durumuna dair kafa yormasına, düşüncelerini çevresindekilerle paylaşmasına gerçekten bir engel var mı? Öğretmenlerden daha çok okuyan işçiler yok mu?
Entelektüel, egemen düzenin verdiği eğitimi aldığı için mi entelektüeldir, yoksa okullarda aldığı köleleştirici eğitimden kurtulmaya cesaret ettiği için mi entelektüeldir? Aslında mevcut olan durumu aşma bakımından eğitilmiş olanla eğitilmemiş olan arasındaki mesafe sanıldığından daha kısadır. Her ikisi de ilave bir zihinsel- entelektüel çabayla şeyleri bilince çıkarabileceklerine göre... Aslında işçiler ‘bilimsel bilgiye ulaşamaz, içselleştirip özümleyemez’ tespiti, dışarının, başkalarının, ‘onun hakkında konuşanların’ tespitidir ve bu dünyada reel bir karşılığı yoktur. İster küçük bir işyerinde isterse büyük bir kapitalist işletmede çalışıyor olsun, işçi sömürüldüğünü bilir ve biliyor. Dolayısıyla bu konuda bir sorun yok. Sorun bu durumdan nasıl çıkılır sorusunu sormamakla, soramamakla ilgili. Fakat, tarih boyunca yaşanan devrimler, belirli bir eşik aşıldığında ezilen-sömürülen-aşağılanan sınıfların korku duvarını aştığını da gösteriyor. O halde süreçte entelektüelin işlevi ne olabilir? Entelektüel olup-bitenleri eleştirip, netleştirip, bilince çıkararak, işçileri, ezilen-sömürülen sınıfları, yeryüzünün lânetlilerini cesaretlendirebilir. Mevcut olanın alternatif bir sistemle ikâme edilebilirliği bilincini güçlendirebilir. Entelektüelin misyonu işçi hareketini yönetmek değildir. Aksi halde böyle bir şey işçilerin kendi kendilerini yönetemeyeceği anlamına gelecektir...
XIX’uncu yüzyılda işçi sınıfının durumuna dair bilgiler, bilinenin ve genel kabul gören yaygın anlayışın aksine, işçilerin o kadar saat çalıştıktan sonra geceleri kitap okuduklarını, şiir ve hikaye yazdıklarını, sorunlarını tartıştıklarını gösteriyor. Marx’ın ünlü eseri Kapital, fasiküller halinde yayınlanırken, işçiler yeni fasikülün çıkmasını sabırsızlıkla beklerlermiş. O zaman işçiler Kapitali büyük bir hevesle okuyup- anlıyorlardı. Şimdilerde burnundan kıl aldırmayan iktisat profesörleri anlamıyor... Kapitalizm öncesi dönemde ve kapitalizmin ilk dönemlerinde, egemen sınıflar halk sınıfından insanların okuma yazma öğrenmesini, bilgiye ulaşmasını yasaklayıp, şiddetle de cezalandırıyorlardı. Eğer işçilerin, ezilenlerin öğrenme, bilinçlenme yeteneğinden [kapasitelerinden] korkmasalardı, yasaklama, cezalandırma yoluna giderler miydi? ABD de Afrika kökenli kölelerin okuma yazma öğrenmeye cesaret ettiklerinde nasıl acımasızca cezalandırıldıkları herkesin mâlûmudur...
XIX ve XX yüzyıl sosyalizmleri dünyayı değiştirmek için burjuva devletine göz dikti ve onu ele geçirmeyi devrim için yeterli koşul saydı. Kalkınmacılığa ve emperyalist ülkeleri yakalama perspektifine kilitlendi... İster seçim oyununa dahil olarak, isterse, zor ve şiddet kullanarak devleti ele geçirme perspektifi yegane hedef olarak görüldü. Nasıl bir düzen kurulacak sorusu savsaklandı... Oysa, iktidarı ele geçirmeyi yegane hedef olarak gören öncü örgüt [devrimci parti] de esas itibariyle yıkmak istediği devlet gibi bir örgütsel yapıya ve işleyişe sahipti. Devrimci parti de kendini burjuva devleti suretinde yaratmıştı: hiyerarşi, disiplin, ast-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, anti-demokratik dikey ilişkiler... Devrimden sonra partinin nasıl ve kolaylıkla parti-devlete dönüştüğünün izahı orada bulunuyor.
Elbette söylediklerimizden bir örgüt karşıtlığı sonucu çıkarmak haksızlık olur. Sadece XX. yüzyılda geçerli sol örgüt anlayışının yeni, farklı, orijinal bir model olmaktan çok, sınıflı toplumun binlerce yıllık ve burjuva toplumunun birkaç yüzyıllık örgüt anlayışının ve örgütlenme tarzının, sol bir söylemle yeniden üretildiğini söylemek istiyorum. Devlet sizin elinizde olunca başka şeye mi dönüşecek? Arabayı kim kullanırsa kullansın arabadır... Eğer örgütsel ilişki yatay bir nitelik taşımıyorsa, disiplin dışardan dayatılıyorsa, demokratik / eşitlikçi / özgürlükçü / emansipatris ilişkiler yerleşip-kökleşemiyorsa, orada ancak sınıflı toplumun yeni bir versiyonu, diktatörlüğün farklı bir biçimi söz konusu olabilir...
Öyleyse politika nedir, ne olmalıdır sorusunu sorarak yeni bir başlangıç yapmak gerekiyor. Bunun için de ölü bilgilerin tahakkümünden kurtulmaya, bilincimizi özgürleştirmeye, zihinsel bir silkinmeye, velhasıl radikal bir düşünce devrimine ihtiyacımız var...
*İstanbul Özgür Üniversite’de 24 Ekim 2009 da açılış dersinde yapılan konuşma
Fikret Başkaya
1. Ölü bilgilerin koloniyalizminden kurtulmak
Şeyleri, toplumsal olguları ve süreçleri adlandırmak, tanımlamak, anlamak üzere kullandığımız kelimelerin de bir tarihi var. Doğuyorlar, var oluyorlar, eskiyip ölüyorlar. Zira şeyler, sosyal olgular ve süreçler, sürekli değişen dinamik bir süreç olarak var oluyorlar. Oysa, onları adlandırmak, anlamak, bilince çıkarmak üzere kullandığımız kelimeler zamanla eskiyor ve kullanmaya devam ettiğimiz kelimelerle gerçeklik arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. Velhasıl ölü bilgilerle dışımızdaki gerçekliği düşündüğümüzü, anladığımızı sanıyoruz...
Güneş varken ve güneş karşıdan geliyorken güneş gözlüğü takmak daha iyi bir görüş sağlar ama güneş battıktan sonra da gözlük takmaya devam ederseniz, gözlük sadece işe yaramaz hale gelmekle kalmaz görüşü daha da zorlaştırır. Zira güneş gözlüğü takmayı gerektiren durum değişmiştir. Benzer bir durum kelimeler ve kavramlar için de geçerli ve belirli bir eşik aşıldığında, kullanılan kelimeler, kavramlar artık karşı geldikleri gerçekliği ifade edemez duruma geliyor. Tarımsal üretimin öküzle yapıldığı zaman varolan tezeğin, üretimin traktörle yapıldığı, ısınmak ve yemek pişirmek için doğal gaz veya kömür kullandığı dönemde artık bir karşılığı yoktur, ölü kelimedir.
Şimdilerde çiftçi ve köylü kelimelerinin artık reel bir karşılığı olup-olmadığı tartışmalı... Köylü sadece köyde yaşadığı için köylü değildir, sahip olduğu üretim araçlarıyla kendisinin ve ailesinin ihtiyacı olan şeylerin çoğunu ürettiği ve genel bir çerçevede kendi kendine yettiği için köylüdür. Şimdilerde köylü ekseri tek bir ürün üretiyor ve onu satarak yaşamını sürdürüyor, dolayısıyla sadece emeğini satarak yaşayan işçinin durumuna yaklaşıyor. İşçi haftalık veya aylık ödenen ücretiyle ihtiyacı olan şeyleri satın alır. Oysa köylü ihtiyacı olan unu-ekmeği, sütü- yoğurdu, yağı-peyniri, yumurtayı, sebze ve meyveyi velhasıl yaşamak için ihtiyacı olan şeylerin büyük çoğunluğunu kendisi ve ailesi üretiyorsa köylüdür. Köylüler artık domatesi pazardan, ekmeği fırından, sütü, yumurtayı marketten satın alıyor... Sözleşmeli tarım denilenin devreye daha çok girmesiyle de, çiftçi-köylünün artık kullandığı üretim araçlarının hukukî mülkiyetine sahip olmasının bir kıymet-i harbiyesi yok... Çokuluslu tarım tekelleri, kapitalist tarım işletmeleri, çiftçinin ne üreteceğine, ne zaman üreteceğine, nasıl üreteceğine, ne kadar üreteceğine, ürünü ne zaman teslim edeceğine, fiyatın ne olacağına, hangi gübrenin ve pestisitlerin-herbisitlerin ne kadar kullanılacağına, vb. karar veriyor. Böyle bir çiftçi olabilir mi? Aslında orada söz konusu olan çiftçi-köylü kelimeleriyle ifade edilenden çok, tuhaf bir ‘modern serflik durumuna tekâbül ediyor...
İkinci bir sorun da kelimeler, kavramlar dünyasının manipülasyona açık olmasıdır. Kelimeler ve kavramlar ihtiyaca göre manipüle edildiklerinde, şeyleri, toplumsal süreçleri anlamanın değil, anlaşılmasını engellemenin araçları durumuna geliyorlar. Mesela demokrasi kavramının bir içeriği olması gerekiyor. Genel bir çerçevede demokrasi insanların kendi kendilerini yönettiği [ self- government / auto-gouvernement], kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği bir durumu ifade ediyor. Dolayısıyla sosyal demokrasi demeye gerek yok zira demokrasi kavramı tanımı gereği zaten sosyali ve bireysel özgürlüğü içerir, içermesi gerekir. Şundan dolayı ki, ekonomik planda özerk olmayan bireyin, politik planda özerk olması mümkün değildir. Ya da yan yana gelmeleri uygun olmayan, kelimeler, kavramlar yan yana getirilerek, oxymore’ a başvuruluyor. Bu amaçla ekseri bir kelimenin veya kavramın önüne bir niteleme sıfatı getirilerek, bilinç çarpıtması veya ideolojik manipülasyonla, insanların ideolojik egemenliği, gönüllü köleliği içselleştirmeleri amaçlanıyor. Mesela XX. yüzyıl devrimci, sol, sosyalist, komünist örgütlerin temel işleyiş aracı olarak kabul ettikleri, üstelik ‘evrensel bir ilke’ mertebesine yükselttikleri demokratik merkeziyetçilik tam bir oxymorondur. Bu iki kelimenin yan yana getirilmesi uygun olmadığı için... Ya merkeziyetçi bir işleyiş geçerli olur, ya da demokratik bir işleyiş geçerli olur ama hem o hem öteki olmaz.
Ekseri ölü bilgilerle düşündüğümüzü sanıyoruz ama aslında ölü bilgiler tarafından düşünülüyoruz... Ortalıkta dolaşan onca bilgi ölü bilgi... Okullar ve üniversiteler birer ölü bilgi deposu ve ders kitapları ölü bilgileri gençlerin bilincine enjekte etmenin etkin araçları. Zira, orada sorulan sorular, cevabı önceden bilinen sorulardır. Ölü bilgilerin tahribatı, şeylere, süreçlere, olgulara şüpheyle bakmamızı, onları yeniden düşünmemizi engelliyor. Eleştirelliği yok ediyor... Mesela ‘zenginlikle mücadele’ denmesi gerekirken ‘yoksullukla mücadele’ denmesi, ölü bilgilerin hakimiyetinin sonucudur... Ölü bilgilerle düşünen ‘yoksullukla mücadele’ eder. Ölü bilgilerin sultasından yakayı kurtarıp, soruyu ‘tekrar sorabilense, doğrusunun ‘zenginlikle mücadele’ olduğunu bilir. Eleştirinin olmadığı yerde bilim de yoktur denecektir...Bu yüzden Baruch Spinoza : “gözlüğünü parlat”, Karl Marx: “her şeyden şüphe et”, V.I. Lenin de: “her şeyi yeniden gözden geçir” derken, bizi ölü bilgilerin tahribatına karşı uyarıyorlardı...
Bilgi dondurulduğunda, seyleştiğinde, reifiye olduğunda kelime ve kavramların içi boşaldığında, artık başka amaçlara hizmet eder hale geliyor... Bir özgürleşme aracı olması gerekirken, köleleştirme aracına, egemenlik kategorisinin bir unsuruna dönüşüyor. Bu bakımdan eleştirel-devrimci bir teori olması gereken marksist teorinin başına gelenler ibret vericiydi. Teori önce donduruldu, şeyleştirildi, reifiye bilgi haline getirildi, eleştirel-bilimsel özü aşındırıldı ve giderek bürokratik yozlaşmaya uğramış işçi örgütlerinin, sol-sosyalist-komünist partilerin, daha sonra sosyalist denilen ama adından başka sosyalizmle ilgisi olmayan rejimlerin meşrulaştırıcı resmi ideolojisi haline getirildi.
2. XX. yüzyıl sosyalizmlerinin izinden gitmek artık mümkün değil...
Avrupa solu, geleneksel düşünce sisteminden ve geleneksel ideolojiden radikal bir kopuş, farklı bir dünya, toplum ve insan tasavvuru anlamına gelen ve Büyük Fransız Devrimiyle ete kemiğe bürünen aydınlıklar [lumières] felsefesi veya devriminin devamı olarak tarih sahnesine çıktı. XIX’uncu yüzyılda işçi ve sosyalist hareket oluştu. Paris Komünü’nün ardından XX.yüzyıl da Sovyet ve Çin devrimleriyle devam etti. Paris Komünü’nün 71 günlük, Sovyet ‘komünizmi’ denilenin 70 yıl ömrü oldu. Bu arada XX. yüzyıl, koloniyalizme karşı mücadelelerin, 1968 Fransa Mayıs Devriminin ve Çin Kültür devriminin, Küba ve Vietnam devrimlerinin, İran ‘İslam’devriminin de yüzyılı olarak geride kaldı.
Paris Komünüyle başlayan Bolşevik ve Çin devrimleriyle devam eden, sınıflı toplumu, kapitalist sistemi, burjuva düzenini aşma perspektifine sahip bu ilk hamle başarısız oldu. Sovyet ve Çin deneylerinin neden başarısız oldukları, sosyalist toplum oluşturma projesinin neden kapitalizmin restorasyonuyla sonuçlandığı, hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmadı. Asıl rahatsız edici olan da, neden tartışılmadığı, tartışılamadığı, tartışmadan kaçınıldığı, ya da tartışılıyormuş gibi yapılıp geçiştirildiğidir... Elbette beşyüzyıllık kapitalist sistemin ve mirasçısı olduğu on bin yıllık sınıflı toplumun ilk hamlede aşılıp, insanlığın gündeminden çıkarılması mümkün değildi ve mümkün olmadığı görüldü.
Dolayısıyla bu ilk deneylerin başarısızlığından hareketle, kelimenin jenerik anlamında ortaklaşmacı, eşitlik-özgürlük temeline dayalı, sınıfsız sömürüsüz bir toplum tasavvuru olan komünizmin imkânsızlığı sonucunu çıkarmak abestir. Böyle bir şey ancak insanın insan olmaktan kaynaklanan bazı temel hasletlerinden arındığında, insanın insan olmaktan çıktığı durumda mümkündür. Toplumsal eşitsizliğin olduğu her yerde ve her zaman mücadele kaçınılmaz olarak vardır, olmak zorundadır ve başka türlü olması da mümkün değildir. Sömürü olan yerde sömürüye karşı, eşitsizliğin olduğu yerde eşitsizliğe karşı, baskı olan yerde baskıya karşı, aşağılanma olan yerde aşağılanmaya karşı, velhasıl insanı eksilten, onun kendini gerçekleştirmesine mani olan durumu aşmak için mücadele kaçınılmazdır. Kapitalist yağma ve talan rejimi olan burjuva düzeninin insanlığın yegane ufku olduğunu, onun tarihin sonu olduğunu ilân edenlerin heveslerinin kursaklarında kaldığının görülmesi için fazla zaman gerekmeyecek... Büyük İnsanlık her zaman yürüdüğü yolda yürümeye devam edecek ve ediyor... Elbette mücadele düz bir zemin üzerinde sorunsuz yol almıyor. Söz konusu olan, zaferlerin -yenilgilerin, yükselişlerin - düşüşlerin, umudun umutsuzluğun uzun ince yoludur...
XX. yüzyıl deneyleri başarısız olup, geride kaldığına göre, bu ilk deneylerin neden başarısız oldukları sorusu, devrimi yeniden düşünmeyi gerektiriyor... Elbette başarısızlığın birçok nedeninden bahsedilebilir ama nedenler hiyerarşisinde en önemli olanı veya olanları tespit etmek, tahlil ettiğimiz, bilince çıkarmaya çalıştığımız durumun anlaşılması için elzemdir. Fakat daha önce devrim nedir sorusuna açıklık getirmekle tartışmaya başlamak gerekiyor. Tabii devrim nedir sorusuna devrimi kim yapar sorusunun da eşlik etmesi gerekir. Devrim [Révolution] Eski egemenlik sisteminden radikal bir kopuş demektir veya öyle anlaşılması gerekir. Bu kopuş sadece sorunun egemenlik veçhesini, yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen, ezen-ezilen ilişkisini angaje etmez. Ezilen toplum sınıflarının, halk sınıflarının çok yönlü emansipasyonunu da [özgürleşmesini] varsayar :
Birincisi, devrim yaşamın tüm veçhelerini [ ekonomik, politik, kültürel, ideolojik, etik, estetik...] kapsadığında, daha önce de yazdığım gibi, politika denilenin ve politika yapmanın farklı bir versiyonunun gündeme gelip ete-kemiğe büründüğünde mümkündür; ikincisi, devrimi halk adına bu işi bilen öncüler [avangard] , velhasıl örğüt yapmaz, yapamaz...bizzat halkın kendisi yapar. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: devrimi ya halk yapar ya da devrim diye bir şey mümkün değildir...
Avrupa solu [sosyalist-komünist partiler] genel bir çerçevede hep burjuva düzeninin bir iç muhalefeti olarak varoldu. Hiçbir zaman radikal bir kopuş perspektifine sahip olmadı. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma ile mâlüldü. Kapitalizmin kutuplaştırıcı eğilimini ve dinamiğini, çevre-merkez ayrışmasını ve çelişkisini yok saydı, görmezlikten geldi. Koloniyalistti, uygarlaştırıcı misyon paradigmasına karşı çıkmak şurda dursun, muhalif olduğu burjuva politikacıların ve ideologların yolundan gitti, parlamentarizmi bir siyaset aracı olarak kullanma tercihi yaptığında, burjuva düzeninin bir parçası haline gelmesi kaçınılmazdı ve geldi... Burjuva parlamentarizmi ve seçim oyununa dahil olmak demek, burjuva politikasını sol bir dil ve söylemle yeniden üretmek demekti. Başkalarının tasarladığı oyuna dahil olmak, başkalarının oyununu oynamaktır. Sosyalist-komünist denilen partiler, örgüt modeli olarak burjuva örgütlerinin ve partilerinin işleyiş modelini kopya ettiklerinde, burjuvazi de partiye, örgüte nüfûz etmiş oluyordu. Tam bir emperyalist, anti-sosyalist, anti-kömünist Atlantik projesi [ ABD ve Avrupa büyük sermayesinin projesi] olan, anti-demokratikliği tescilli AB’ye karşı çıkmadı. AB’ye cepheden karşı çıkmayan, neoliberalizme teslim olmuş bir sol olabilir miydi? Hiç değilse 1980 öncesinde reel olarak sosyal demokrat olan Avrupa solu, son otuz yıldır artık sosyal demokrat bile değil, sosyal liberal... Artık o tarakta bezi yok denecektir. Velhasıl, şimdilerde Avrupa solu diye birşey yok... Durum böyle ama bizim kimi rafine ‘solcularımız‘ Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini Türkiye sol hareketi için bir şans olarak görüyor... Herhalde bu dünyada herkes neyi görmek istiyorsa onu görüyor... kimbilir...
3. Öncü parti, bilinç-bilinçlenme veya örgüt sorununu yeniden düşünmek...
Geride kalan yüzyılın sosyalist mücadele anlayışında, ‘işçiler, ezilen-sömürülen sınıflar, kendiliklerinden durumlarının farkına varamaz, olup-bitenleri anlayamaz, dolayısıyla bilinçlenemez, ona ‘gerekli’ bilinci ancak devrimci entelektüeller dışardan taşıyabilir...’ şeklinde bir anlayış hakimdi. Bu tespitten hareketle de devrimi ancak devrimci-entelektüeller ve devrimcileşmiş işçilerden oluşan, mücadelelere öncülük edecek, devrimci partinin yapabileceği görüşüne varılıyordu. Bu tespit aynı zamanda profesyonel devrimciliğin gerekçesini de oluşturuyordu. Oysa devrim ve profesyonel kelimelerinin yan yana getirilmesi tam bir oxymoredur. Bu yüzden de yan yana getirilmeleri saçmadır. Mesleği devrim yapmak olan birinin var olabileceğini düşünmek abes değil mi? Marx, ‘işçi sınıfının emansipasyonu [kurtuluşu] onun kendi eseri olacaktır’ dememiş miydi? Bir sınıfın emansipasyonu başkalarının işi olabilir miydi? Devrim işini öncü partiye havale etmek, ezilen-sömürülen sınıfların kaderini başka ellere tevdi etmek, başkalarına emanet etmek değil midir? Bunun koloniyalist Avrupalıların ‘uygarlaştırma, uygarlık götürme, geri halkları ilerletme, Türkiye’de Kemalistlerin halkı adam etme teşebbüsünden bir farkı var mı? Oysa tanımı gereği emansipasyon bir özne olarak insanın kendini gerçekleştirmesine engel olan durumdan kurtulması, özgürleşmesi demektir ve bu ancak insanın [bireyin] özçabasıyla mümkündür...
Bu tespitle işçi sınıfına bir kimlik yakıştırılıyor: İşçiler kendiliklerinden olup-biteni anlayamaz... Buna gerekçe olarak da işçilerin zorlu ve uzun çalışma süreleri, eğitim olanaklarının dışına atılmış olmaları gösteriliyor. Eğer bu tespit kabul edilirse, bu, toplumun bilenler ve bilmeyenler diye ikiye bölünmüş olduğunu, birinden diğerine geçişin de imkânsız olduğunu, arada bir Çin setti olduğunu kabul etmektir. İkincisi, bilenlerin ne bildiğini tartışma konusu yapmamak, sorun etmemektir. O halde şu soru akla geliyor: bir metal işçisinin, terzinin, tekstil işçisi genç bir bayanın, nüfus idaresinde çalışan memurun, vb. kitap okumasına, resim yapmasına, şiir okumasına, hikaye yazmasına, insanlığın durumuna dair kafa yormasına, düşüncelerini çevresindekilerle paylaşmasına gerçekten bir engel var mı? Öğretmenlerden daha çok okuyan işçiler yok mu?
Entelektüel, egemen düzenin verdiği eğitimi aldığı için mi entelektüeldir, yoksa okullarda aldığı köleleştirici eğitimden kurtulmaya cesaret ettiği için mi entelektüeldir? Aslında mevcut olan durumu aşma bakımından eğitilmiş olanla eğitilmemiş olan arasındaki mesafe sanıldığından daha kısadır. Her ikisi de ilave bir zihinsel- entelektüel çabayla şeyleri bilince çıkarabileceklerine göre... Aslında işçiler ‘bilimsel bilgiye ulaşamaz, içselleştirip özümleyemez’ tespiti, dışarının, başkalarının, ‘onun hakkında konuşanların’ tespitidir ve bu dünyada reel bir karşılığı yoktur. İster küçük bir işyerinde isterse büyük bir kapitalist işletmede çalışıyor olsun, işçi sömürüldüğünü bilir ve biliyor. Dolayısıyla bu konuda bir sorun yok. Sorun bu durumdan nasıl çıkılır sorusunu sormamakla, soramamakla ilgili. Fakat, tarih boyunca yaşanan devrimler, belirli bir eşik aşıldığında ezilen-sömürülen-aşağılanan sınıfların korku duvarını aştığını da gösteriyor. O halde süreçte entelektüelin işlevi ne olabilir? Entelektüel olup-bitenleri eleştirip, netleştirip, bilince çıkararak, işçileri, ezilen-sömürülen sınıfları, yeryüzünün lânetlilerini cesaretlendirebilir. Mevcut olanın alternatif bir sistemle ikâme edilebilirliği bilincini güçlendirebilir. Entelektüelin misyonu işçi hareketini yönetmek değildir. Aksi halde böyle bir şey işçilerin kendi kendilerini yönetemeyeceği anlamına gelecektir...
XIX’uncu yüzyılda işçi sınıfının durumuna dair bilgiler, bilinenin ve genel kabul gören yaygın anlayışın aksine, işçilerin o kadar saat çalıştıktan sonra geceleri kitap okuduklarını, şiir ve hikaye yazdıklarını, sorunlarını tartıştıklarını gösteriyor. Marx’ın ünlü eseri Kapital, fasiküller halinde yayınlanırken, işçiler yeni fasikülün çıkmasını sabırsızlıkla beklerlermiş. O zaman işçiler Kapitali büyük bir hevesle okuyup- anlıyorlardı. Şimdilerde burnundan kıl aldırmayan iktisat profesörleri anlamıyor... Kapitalizm öncesi dönemde ve kapitalizmin ilk dönemlerinde, egemen sınıflar halk sınıfından insanların okuma yazma öğrenmesini, bilgiye ulaşmasını yasaklayıp, şiddetle de cezalandırıyorlardı. Eğer işçilerin, ezilenlerin öğrenme, bilinçlenme yeteneğinden [kapasitelerinden] korkmasalardı, yasaklama, cezalandırma yoluna giderler miydi? ABD de Afrika kökenli kölelerin okuma yazma öğrenmeye cesaret ettiklerinde nasıl acımasızca cezalandırıldıkları herkesin mâlûmudur...
XIX ve XX yüzyıl sosyalizmleri dünyayı değiştirmek için burjuva devletine göz dikti ve onu ele geçirmeyi devrim için yeterli koşul saydı. Kalkınmacılığa ve emperyalist ülkeleri yakalama perspektifine kilitlendi... İster seçim oyununa dahil olarak, isterse, zor ve şiddet kullanarak devleti ele geçirme perspektifi yegane hedef olarak görüldü. Nasıl bir düzen kurulacak sorusu savsaklandı... Oysa, iktidarı ele geçirmeyi yegane hedef olarak gören öncü örgüt [devrimci parti] de esas itibariyle yıkmak istediği devlet gibi bir örgütsel yapıya ve işleyişe sahipti. Devrimci parti de kendini burjuva devleti suretinde yaratmıştı: hiyerarşi, disiplin, ast-üst ilişkisi, buyuran-buyurulan, anti-demokratik dikey ilişkiler... Devrimden sonra partinin nasıl ve kolaylıkla parti-devlete dönüştüğünün izahı orada bulunuyor.
Elbette söylediklerimizden bir örgüt karşıtlığı sonucu çıkarmak haksızlık olur. Sadece XX. yüzyılda geçerli sol örgüt anlayışının yeni, farklı, orijinal bir model olmaktan çok, sınıflı toplumun binlerce yıllık ve burjuva toplumunun birkaç yüzyıllık örgüt anlayışının ve örgütlenme tarzının, sol bir söylemle yeniden üretildiğini söylemek istiyorum. Devlet sizin elinizde olunca başka şeye mi dönüşecek? Arabayı kim kullanırsa kullansın arabadır... Eğer örgütsel ilişki yatay bir nitelik taşımıyorsa, disiplin dışardan dayatılıyorsa, demokratik / eşitlikçi / özgürlükçü / emansipatris ilişkiler yerleşip-kökleşemiyorsa, orada ancak sınıflı toplumun yeni bir versiyonu, diktatörlüğün farklı bir biçimi söz konusu olabilir...
Öyleyse politika nedir, ne olmalıdır sorusunu sorarak yeni bir başlangıç yapmak gerekiyor. Bunun için de ölü bilgilerin tahakkümünden kurtulmaya, bilincimizi özgürleştirmeye, zihinsel bir silkinmeye, velhasıl radikal bir düşünce devrimine ihtiyacımız var...
*İstanbul Özgür Üniversite’de 24 Ekim 2009 da açılış dersinde yapılan konuşma
28 Ekim 2009
"Tartışılan Roman" ve Eleştiri Üzerine
“Tartışılan roman” ve Eleştiri Üzerine
Atalay GİRGİN
Edebiyatın da, onun “amiral gemisi” olarak nitelenen romanın da neliği tartışmalıdır. Üzerlerinde anlaşılabilen bir tek tanımları yoktur. Bundan dolayı olsa gerek ki, kendisine “roman” sıfatı verilen yapıtların ortaya konmaya başlanmasından bu yana, romanın neliğinin yanı sıra, varlığı da tartışılır, bu topraklar üzerinde. Örneğin, Vedat Günyol, “Cumhuriyet’ten önce gerçek romanın olmadığı”1nı yazar, “Dile Gelseler” adlı kitabına aldığı, “Yeni Ağza Eski Yemek” başlıklı makalesinde.
Fethi Naci, “Türkiye’de roman var mıdır?” sorusuna, futbolun hal-i pûr meâline atıfta bulunarak yanıt verir yıllar önce : “Ne kadar futbol varsa, o kadar.”2 O yıllarda, ister kulüpler bazında olsun, isterse milli takım bazında olsun, alınan yenilgiler genellikle hep “şerefli”dir ve “yenildik ama ezilmedik” denir. Sık sık da, uluslararası karşılaşmalar öncesi, gazetelerin spor sayfalarında, artık geçmişte kalmış olan, Almanya ve Macaristan galibiyetleri ile Göztepe’nin Fuar Şehirleri Kupası’nda çeyrek finale kadar çıkışı anımsatılarak, nasıl “Tarih yazdığımız” anlatılmakta ve o anlar yâd edilmektedir. Bundan dolayı olsa gerek ki, yanlış bir biçimde, “Türkiye’de roman yoktur” olarak algılanır Fethi Naci’nin yanıtı.
“Tarih yazma” alışkanlığı hâlâ yerli yerinde duruyor olsa da, futbolda, “şerefli yenilgi”ler döneminin geride kalmasıyla birlikte, neredeyse anımsanmaz, anımsatılmaz oldu artık o günler. Romana ilişkin ise, “Fethi Naci yıllar önce söylemişti. Türkiye’de roman yoktur” diyen, İsmet Özel’den başkası kaldı mı günümüzde, Fethi Naci’nin yanıtını hâlâ yanlış anlamaya devam edip ve hâlâ ona atıfta bulunarak, “yoktur” hükmünde ayak direten? Bilmiyorum.
Ama günümüzde, doğrudan “roman yoktur” demeseler de, bir yıl içinde yayınlanan üç yüzden fazla romanı, “hızlı okuma tekniğiyle okudu”ğunu söyleyip, “tümünü çöplük”3 olarak niteleyiveren ya da bu kadar roman içerisinde, “70 tane okuyun” denilebilecek, “7 tane bile iyi”4 diye nitelenebilecek romanın olmadığını yazan edebiyatçılar var.
“Romanımıza ne oldu?” adlı kitabında, “Romancı enflasyonu”na dikkat çeken Ahmet Oktay da bir yandan bunun nedenlerine değinirken, diğer yandan da buna paralel olarak eleştiri, eleştirmen, yeni eleştirici/reklamcı-pazarlamacı ilişkisinin ve dönüşümünün altını çizer, eleştirel bir biçimde. Kitaba adını veren makalesinde ise, “ Bir zamanlar romancılarımız, öykücülerimiz …” diye başladığı paragraflarıyla, geçmişten günümüze uzanan süreçte, “nostaljik bir biçimle”, yazarın seçimini ve romanın değişimini örneklerle gösterir ve şöylesine eleştirel bir tespitte bulunur : “1980 sonrası Türk romanı, geçmişi ve büyük harfle yazılan tarihi, hedef kitlenin beklentilerini, tahmin edilebilir tercihlerini ve bastırılmış arzularını ön alan biçimde yeniden düzenleyerek, olaylarını tahrif ederek turistikleştiren ve ticarileştiren sayısız örneklerle dolu.”5
Daha fazla veriyle yazının hacmini arttırmaya gerek yok şimdilik. Geçmişten günümüze, edebiyat üzerine yazan eleştirmenlerin, araştırmacıların yazı ve yapıtlarında, buraya aktardıklarımdan çok daha fazlasını bulabilir ilgilisi, romanın varlığına-yokluğuna, roman ve “romancı enflasyonu”na, iyiliğine-kötülüğüne, gelişimine ve değişimine ilişkin tartışma, eleştiri ve değerlendirmelerin. Çünkü, şiir ve öykü bir yana, romanı konu edinip de eleştiriden, değerlendirmeden, karşılaştırmadan uzak durmak, eğer eleştiriyi kitap tanıtımcılığı/reklamcılığı sanan ya da buna indirgeyenleri saymazsak, mümkün değildir. Kısacası, roman kadar, eleştiri de tartışmalıdır.
Dolayısıyla, A. Galip’in, “etik ve estetik boyutuyla” alt başlığını taşıyan “Tartışılan roman”6 adlı kitabı, romanı ve onun eleştirisini konu edinen ilk yapıt değildir. “Edebiyat ve felsefe”, “Tartışmalar” ve “Roman dünyasında gezinti” olmak üzere üç bölümden oluşan “Tartışılan roman”ın, hem bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren hem de kendisini diğer roman ve roman eleştirisi üzerine yapılan çalışmalardan ayırıcı kılan kısmı, birinci bölümüdür. Yani “Edebiyat ve felsefe”.
Felsefeyle bakmanın önemi ve bir örnek
A.Galip, “Tartışılan roman”da, romana, eleştiriye, roman eleştirisine ve hatta romanı temel alan edebi akım ve kuramlara da felsefeyle bakmayı öneriyor. Felsefeyle bakmak; nesnesini, ister salt düşsel, düşünsel, isterse gerçek bir var olan/varlık olsun; her daim ontolojik ve epistemolojik boyutuyla, bir bütünsellik temelinde ya da böylesi bir iddia ile kavramayı, anlayıp, anlamlandırmayı ve ele almayı gerektirir. Bu ise aksiyolojik olana kapı aralar. Çünkü, nesneye ilişkin ortaya konan her bilgi, açık ya da örtük bir biçimde, etik ve estetik boyutuyla, davranışa dönüşmesi gereken bir değer üretir. Ki bu açıdan da, kitabın alt başlığının “etik ve estetik boyutuyla” olması anlamlıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)