Bu katliamın faili kim?
Fikret Başkaya
Manisa’nın Soma ilçesinde, bir özel şirkete devredilen
maden ocağında iki gün önce meydana gelen “kazada”,
şu an itibariyle 282 kişinin öldüğü, 80 kadarının yaralandığı bildiriliyordu. Ve yeraltında kalanların sayısı bilinmiyormuş...
Yerin altında kalanların sayısının bile bilinmemesi, bunun ne büyük bir
kepazelik, ne büyük ayıp, ne büyük bir skandal, ne büyük aymazlık ve utanmazlık olduğunu göstermiyor mu? Böyle bir olaya “kaza” deyip geçiştirebilir
misiniz? Bu “olayı”, kaza, facia, cinayet ... gibi kelimelerle ifade etmek
mümkün değildir. Böyle bir şey, işin
kolayına kaçmak üstünden atlamaktır. Bu düpedüz bir katliamdır. Zira kaza,
cana, mala ve çevreye zarar veren, beklenmedik, şüpheli durumları ifade etmek
için kullanılır. Kaza tüm önlemleri en üst düzeyde alınmasına rağmen istisnaî
olarak ortaya çıkana denir. Cinayet, bir veya bir kaç kişinin taammüden öldürülmesidir.
Oysa, ortada tamı tamına bir katliam var. O halde bu katliam neden ve nasıl yaşandı?
Madenler
kamuya/topluma aittir, dolayısıyla kamuya ait olması, kamu tarafından
yönetilmesi ve kullanılması, özel mülkiyet, özel kâr ve kazanç konusu
yapılmaması gerekir. Bu yüzden, herkese ait olan, herkesin ortak kullanımına
sunulması/kolektif olarak sahiplenilmesi ve kullanılması gereken bir doğal varlığın,
birileri tarafından, tekil şahıslar, kapitalist şirketler tarafından
sahiplenilmesi, kullanılması, yönetilmesi, yağmalanması, özel kâr ve kazanç
aracına dönüştürülmesi, kabul edilebilir değildir. Bu, topluma ait olanın özel
çıkarlar için, kapitalistler tarafından çalınması, el konulması, gasp edilmesi
demeye gelir. Dolayısıyla itiraza bu ‘ortak varlığın’ özelleştirilmesine karşı
çıkarak başlamak gerekir. Asıl yanlışı ve haksızlığı teşhir ederek başlamak
gerekir... Yoksa bu katliam, bu skandal “ölenlere Allahtan rahmet, yakınlarına
sabır dilemekle, Cuma namazında hutbe okutmakla, bayrakları yarıya indirmekle,
hamasî nutuklar atmakla. vb. ” geçiştirilecek cinsten değildir. Bu aymazlığa
son verilmedikçe, bu sefil duruma itiraz edilmedikçe, “asıl sorumlular” hedef
tahtasına oturtulmadıkça, daha büyük katliamlar neden şaşırtıcı olsun?
Özel sektöre,
özel çıkara terkedilmiş madenlerde katliamların istisna değil kural olması
kaçınılmazdır. Zira kapitalist şirketin yegane amacı kâr etmek, her seferinde
daha çok kâr etmektir. Daha çok kâr etmenin yolu da maliyetleri düşürmekten
geçer. Ve en büyük maliyet unsurlarından biri işçi ücretleridir. Ücret ne kadar
küçükse kâr da o kadar büyüktür. İkincisi, diğer her türlü maliyet unsurunu
küçültmekten geçer. Madenlerde bunların en önemlilerinden biri güvenlikle
ilgili harcamalardır. Zira hiç bir
üretim etkinliği, madenler kadar risk içermez... O halde güvelik harcaması ne
kadar küçükse, kâr da o kadar büyüktür... Kapitalist başka türlü yapmaz,
yapamaz. Kapitalistin gözünde insan diğer üretim unsurları gibi bir şeydir. Çalıştırdığı
işçiyi insan olarak görmez, zira onun gözünde insan (işçi) üretim unsurlarından
sadece biridir. İşte ara-malı, hammadde, makina gibi bir şeydir... Kârı
artırmanın üçüncü yolu çalışma yoğunluğunu artırmaktır. Başka türlü ifade
edersek, daha az işçiyle daha çok ve daha çabuk üretmektir... Nitekim maden
ocağından bir vardiya çıkmadan, ocak tahliye edilmeden ikinci vardiyanın
sokulması, tam da söylediğime canlı bir örnektir...
Böylesi bir
mantığın geçerli olduğu yerde, kapitalist patronu iş güvenliği konusunda zorlayacak
olan yegane güç devlettir. Lâkin kapitalist devlet, şimdilerde “neoliberal
devlet”, kapitalistlere sınırlama getirmeye asla yanaşmaz. Ama sınırlıyormuş
gibi yapar ve insanlar da ona inanır veya inanmış görünür... Siz hem kârı, özel kazancı, bireysel zenginleşmeyi
kutsayacaksınız ve hem de onu sınırlayamaya yelteneceksiniz, bu mümkün
değildir. Zaten neoliberal küreselleşme çağında devletin yegane varlık nedeni,
zenginlerin zenginliğini artırmaktır, her yolu
deneyerek, tüm imkânları seferber ederek onların önünü açmaktır. Onun için
kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir... Dolayısıyla bu katliamın birinci
sorumlusu, sadece işveren değildir, onun bu hoyratlığa teşvik eden, yangına
körükle giden devlet ve onun temsilcisi hükümettir. Çalışma bakanıdır, İktidar
partisidir, iktidar partisini uyarmakta başarısız olan muhalefet partileridir
ve bir bütün olarak “milli iradenin” timsâli olarak sunulan TBMM’dir, yani
parlamentodur. Özelleştirmeleri marifet sayanların, taşeron işçi çalıştırmaya
yol açanların ve itiraz etmeyenlerin tamamıdır. “Taşeron işçi” kavramının bizzat
kendisi bir utanç unsuru değil mi? Tabii utanmak için önce utanabilir durumda
olmak gerekir... Ve maalesef “iş bitiricilik” ahlâksızlığının geçerli olduğu
bir toplumda artık utanmaya/arlanmaya da yer yoktur...
Başta Türk-İş
olmak üzere sendikalar özelleştirmeler konusunda olsun (nitekim Türk-İş’e
bağlı Çelik-İş Sendikası, Özelleştirme İdaresinden Karabük Demir Çelik
İşletmesini satın alıp işletmecisi olmuştu...) iş yaşamının taşeronlaştırılması
konusunda olsun, kıllarını kıpırdatmadılar? Elbette istisnalar vardı ama
sonuçta istisna idiler ve şeylerin gidişatı üzerinde etkili olmaları mümkün olmadı...
Bu saldırı karşısında devletin ve sermayenin tarafında saf tutup, varlık
nedenlerine ve misyonlarına ihanet eden sendikacılar taifesinin bu katliamda
sorumluluk payı büyüktür. Bu ülkede sendika bürokratları kendi iktidarları
dışında, hayatî iş güvenliği ve güvencesi sorunu da dahil olmak üzere, hiç bir
sosyal-politik sorunla gerektiği gibi ilgilenmediler, ilgilenmiyorlar. Aslında
Türkiye’de sendikalar, baştan itibaren ve genel bir çerçevede devletin ve büyük
sermayenin hizmetinde oldular. Devlete ve sermaye sınıfına işçilerden daha
yakındırlar... Yani karşı taraftalar, bulunmaları gereken yerde değiller. Dolayısıyla
bu katliamın ikinci derecede sorumlusu, sendikalardır. Artık bu fosilleşmiş
örgütlerin ne menem şeyler olduğunu
sorgulamanın, bunları teşhir etmenin ve pabuçlarını dama atmanın zamanı çoktan
gelmiş olmalıdır. Toplum öyle bir ikiyüzlülük, umursamazlık ve aymazlık girdabına
sokulmuş durumda ki, maalesef hiç bir sorun gerektiği gibi ele alınamıyor lâyıkıyla
tartışılamıyor
Katliamda elbette
devlet/sermaye medyasının vebali de çok büyüktür. Hiç bir zaman çalışanların
kaderine ilgi duymadılar, iş yaşamında olup bitenleri sorun etmediler. Zenginliğin
asıl yaratıcı olan işçi sınıfını yok saydılar. Şeylerin gerçeğine dair toplumu
bilgilendirmediler. Tuhaf bir “basın özgürlüğü” anlayışına sahip oldular. Oysa,
Viktor Dedaj’ın da ifade ettiği gibi “Basın
için haber verme, bir özgürlük değil, fakat bir görevdir. Basın özgürlüğünün
sınırının başladığı yer de, tam da benim gerçek habere ulaşma hakkımın
başladığı yerdir”. Bizde medya oldum olası varsılların başarı öyküleriyle
ilgilendi ilgileniyor. Lâkin, zenginlerin nasıl zengin olduğunu asla sorun
etmiyor. İşçilerin çalışma koşullarının skandal bir hâl almasından toplumu
haberdar etmiyor, bilgilendirmiyor, misyonunun gereğini yapmıyor, varlık
nedenine yabancılaşmış durumda... Hiç bir zaman “Sessiz çoğunluğun” sesi olmadı...
Şimdilerde Türkiye’de medyanın içine sürüklendiği kepazeliği ifade etmeye artık
kelimeler kifayet edemez durumda...
“Her zaman
toplumun bir kaç adım önünde...” olduğu söylenen akademi de, bu katliamla
ilgili davanın sanıkları arasında yer almalıdır. Zira üniversite denilen
kurumlar, bilimden başka her şeyle ilgililer, toplumsal sorunlara külliyen
yabancılaşmış durumdalar. Devlete ve sermayeye bilirkişi, iktidara “âkil adam”
olmanın ötesine geçemiyorlar. Devletin ve sermayenin hizmetindeler ve gerçek
anlamada bilimsel faaliyete külliyen yabancılaşmış durumdalar. Elbette orada da
istisnalar var ama malum, “istisnalar
kiralı doğrulamak içindir” denmiştir... Zaten şimdilerde bizzat kapısında üniversite yazan kurumlar da artık sermayeye
dönüşüyor, tuhaf birer kapitalist işletme haline geliyorlar... Toplumun
sorunlarına bu ölçüde yabancılaşmış bir üniversite, bir akademi olur mu?
Bu vesileyle bir
anektod nakletmeme izin verilsin: “ Devlet üniversitesinde hoca olduğum
yıllarda “ Sosyal Politika” diye bir ders de veriyordum. 12 Eylül’den sonra
“sosyal” kelimesi her halde rejim için “kötü şeyler” ima ettiği için olacak, dersin
adı değiştirildi, “çalışma ekonomisi”, “endüstriyel İlişkiler”, vb. oldu...
Ücretleri anlattığım bir dersin sonunda öğrencilerden biri bir soru sordu.
Doğru hatırlıyorsam soru şöyleydi: “ Hocam
siz sosyalist bir insansınız, sosyalist bir düzen kurulduğunda en yüksek ücretin
kime verilmesini isterdiniz? Bu
soruya verdiğim cevap şöyleydi: “ Elbette
o günkü somut koşulların nasıl olacağını önceden kestirmek mümkün değildir ama
doğrusu öyle bir yetkim olsaydı, en yüksek ücretin maden işçilerine, bir de
çöpçülere verilmesinden yana olurdum”... Ve sınıf ayağa kalkmıştı... Efendim nasıl olur, siz o kadar tahsil
yapın, üniversiteyi bitirin, doktora yapın, işte doçent olun, çöpçüden ve maden
işçisinden daha düşük ücret alın...” Ben de “benim o okullarda nasıl
okuduğumu, o unvanları nasıl kazandığımı
sanıyorsunuz? Ben bu durumumu onlara borçluyum, onların emeğinin ürünü olan sayesinde
bu durumdayım” şeklinde söylediklerim salonu bir nebze sakinleştirmişti... O
zaman bir şeyin daha farkına vardım: Okullarda verilen eğitim eğitilenlerde,
diplomalılarda, “farklı oldukları” bilincini yerleştirecek şekilde kurgulanıyor.
Ve okuldan çıkanlar şöyle düşünüyor: “Eğer
farklı isem, farklı yaşamaya, otorite kullanmaya, ayrıcalıklı bir statüye sahip olmaya da hakkım vardır...”!
Aslında bu durum her şeyde çelişkinin mündemiç olduğunu bir defa daha gösteriyor.
Eğitimden geçenler içinde çıktıkları sınıfa, çevreye yabancılaşıyor...
Soma katliamıyla
ilgili olarak da her zaman yapılan yapılıyor ve yapılacaktır. Ve öncekiler gibi
unutulup gidecektir. Oysa unutulmaması, unutturulmaması gerekiyor. Onun için de
eskisi gibi yapmamak, işin gereği ne ise onu yapmak gerekiyor ve aslında ne
yapılması gerektiği de bir sır değil: Daha geç olmadan insanlığı kapitalizm
belasından kurtarmak için ayağa kalkmak. Bu yönde tutarlı bir mücadele
yürütmek, gezegeni korumak, gezegende canlı yaşamı güvence altına almak,
velhasıl “başka bir dünya” kurmak...