Ziya
Selçuk Sordu! Biz Yanıtladık: MEB “Vizyonu”nun Felsefesi Var Mı?
Yazının
Gerekçesi ve Girizgâh
“Baştan belirteyim ki
eğer Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un "Niye hiç kimse Eğitim Vizyonu 2023’ün felsefesine dair yazmadı?”
diye yakınan, hayıflanan, sitemkâr sorusuyla karşılaşmasaydım bu yazı hiç
kaleme alınmamış olacaktı. Daha açıklandığı ilk gün okumuş olmama rağmen bu metin
üzerine yazmanın gereksiz olduğunu düşünmüştüm.
Neyse… Sonunda karar verdim. Liselerdeki binlerce felsefe öğretmeni,
felsefe bölümlerindeki yüzlerce akademisyen, eğitim fakültelerindeki yine
yüzlerce eğitim bilimci ne düşünür, ne der bilemem ama Milli Eğitim Bakanının
sitemkâr sözlerini üzerime alındım. Sonra da bu yazı öncesi metni yeniden
yeniden okudum. Notlarımı çıkardım. Ve işte yazıyorum. Buyurun efendim.
Ancak darılmaca gücenmece yok! Makam ve statüye, hiyerarşiye sığınma da yok!
Çünkü kalemin, ucundan dökülen düşüncelerle arz-ı endam eylediği yerde
hiyerarşi sırra kadem basar. Hemen söyleyeyim: Aşağıdaki satırları okuduktan
sonra, MEB bürokrasisi ve hiyerarşisindeki işgüzar ve işgüder aparatçıklar
aracılığıyla, başta “Öğretmen Düzenin
Duvarındaki Tuğla”, “Aşk Mavidir
Öğretmenim”1 ve bu yazının yayımlandığı
günlerde (Elbette Eleştirel Pedagoji Dergisi'nin Ocak 2019 sayısındaki tam hali) matbaadan çıkacak olan, hem sizin hem de tüm öğretmenlerin okuması
gerektiğini düşündüğüm “Arzu Okulu”
adlı roman olmak üzere kitaplarımın okullara sokulmasını yasaklamak da yok!
Anlaştık mı bilmiyorum. Lakin kalem kuşanan, kalemle derdini, meramını
anlatanlar, “Ben söyledim, oldu” diyerek kenara çekilemezler. Çünkü söz
söylemek, hem bireysel hem de toplumsal anlamda sorumluluktur. Sözü söyleyen bu
sorumluluğu ahlaki ve entelektüel olarak taşımak, bedelini ödemek, eğer varsa ödülünü
de olgunlukla, edeple kabullenmek zorundadır. Yegâne barutu, fünyesi kavram ve
sözcüklerden ibaret cümleler ve önermelerle dile gelen eleştiri silahına ve o eleştiri
silahının önermelerle tetik düşüren yargısına hazır olmalıdır. Hele de konu, en
temel işlevlerinin başında siyaset ve ideolojinin yer aldığı eğitimse… Hele de
konu, arzusu politika2 olan felsefeyse…
Önce Kısa ve Genel Bir Girizgâh:
İlinek İnsan ve Felsefi Düşünen
İnsan
Felsefenin arzusu
politika olsa da politikanın, politikacıların ve onlardan lütuf, ulufe, sıfat,
statü, makam bekleyen ya da verilmiş olanları korumak isteyen, bunlar sayesinde
elde ettiği maddi ve manevi haz ayrıcalığını yitirmemek için çırpınan ilineğin
ilineğine dönüşen insanın arzusu da kaygısı da felsefe değildir. Çünkü felsefe
ve asıl olarak da felsefeci ve felsefi düşünen insan, politikayı şiddetle
arzuladığı anlarda bile, aklını paranteze almaması, onu, kutsal addedilmiş
olsun ya da olmasın, herhangi bir dışsal varlığın ipoteğine vermemesi, hizmetine
koşmaması gerektiğini bilir. Bunu yaptığı an, kurduğu onca felsefi önermeye,
kullandığı onca felsefi kavrama rağmen, felsefenin/felsefi düşüncenin sırra
kadem basacağının bilincindedir.
İlinek insan,
ilinekleştirilen ya da ilinekleşmek zorunda kalan ve kendini buna mecbur
hisseden insan ise aklını kendi dışındaki düşsel/düşünsel ya da gerçek varlık ya
da varlıkların ipoteğine, hizmetine koşmakla karakterize olur. Çünkü bu insanın
kaybedebileceği her türlü makama ve maddi zenginliğe ilişkin korkuları,
kaygıları vardır. Keza ilinekleşmekte sınır tanımadığı sürece de neler kazanabileceğine
dair hayalleri, umutları… Bunları korumak, hayallerine erişmek uğruna onurundan
bile vazgeçer ve başta kendi değeri olmak üzere, hem sözünün ve eyleminin hem
de karşısındaki kişinin değerini, ilineğine dönüştüğü varlık ya da varlıklarla
ilişkisinden başlatır. İlinek insan için kendisinin ve karşısındaki insanın
değeri, ilineği olunan varlık ya da varlıklarla kurulan ilişkinin
uzaklığına-yakınlığına, olumluluğuna-olumsuzluğuna, iyiliğine-kötülüğüne ve
taşınan sıfata, statüye, makama göre belirlenir.
Oysa bu, felsefi düşünen
insanın işi değildir. Çünkü o hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin
değerini kendisinden, yani bizatihi “şu” diye gösterilen insandan başlatır.
Felsefi düşünen insan için, İonna Kuçuradi’nin de belirttiği gibi, her insanın
değeri ve değerleri vardır3. Bu
değer, kişinin kendisinden bağımsız olarak var olan ya da var olduğu kabul
edilen, dışsal bir varlıkla ilişkisinin
niteliğinden, sıfatından, statüsünden, makamından, parasından pulundan,
malından mülkünden kaynaklanmaz. Çünkü bir kişinin kendisini ya da
karşısındakini bunlarla değerli ya da değersiz addetmesi bir yanılsama olmanın
dışında, ilinek insan oluşunun da apaçık bir göstergesidir.
Örneğin, çevrenize iyi
bakın! İtibarı ve değeri parada pulda, şanda, şatafat ve gösterişte, oturduğu
ya da yaptığı binaların büyüklüğünde arayan ve gören, Nasrettin Hoca’nın “Ye
kürküm ye!” fıkrasını anımsatırcasına, bunları ekonomiye, maddiyata endeksleyen…
Buna rağmen kendisini ve kendisi gibileri maneviyat ehli, karşısındakileri de
maddiyatçı, madde düşkünü olarak niteleyen… Sıfatı-statüsü-makamı dolayısıyla
önüne gelene canının istediği zaman, yalan-iftira-hakaret dâhil, ağzına gelen her
sözü söyleyebileceğini düşünen ve söyleyen… Canının istediğini yapan ve engellendiğinde
bağırıp çağıran, asıp kesen, tehditler savuran… Kendisinden farklı düşünenlere
ya da kendisine karşı çıkanlara her türlü değersizliği yakıştıran… Sürekli
onaylanmayı bekleyen herhangi birini biliyorsanız, görüyorsanız, bilin ki o ilinek
insandır. Hem de ilineğin dik alasıdır.
Lakin bunun gibilerden
lütuf, ulufe, sıfat, statü, makam bekleyişinde olan, bunların karşısında el
pençe divan duranlar; bunların apaçık yalanlarına, yanlışlarına bile alkış
tutanlar, zerre itiraz etmeyenler/edemeyenler, hatta her sözünde keramet
bulanlarsa, kendilerine atfettikleri değer ne olursa olsun, hiyerarşik bir
biçimde ilineğin de ilineği olmakla karakterize olan kişilerdir. Bunlar,
ilineğine dönüştükleri kişiden, varlıktan korktukları kadar, inandıkları ya da
var olduğunu ileri sürdükleri Tanrı’dan/Allah’tan korkmazlar. Bunlar ilineği
oldukları kişinin, gücün, otoritenin karşısında, gassalin önünde çırılçıplak
uzanan mevta gibidirler. Tam bir teslimiyet içinde o nereye isterse oraya
dönerler. Ve ne yazık ki geriye kalan, aklı, iradesi, hatta bedeni, ilinek
olunan gerçek ya da düşsel/düşünsel varlığa/varlıklara ipotek eylenerek,
varlığım varlığına armağan olsun denilerek üstü çizilen, kendilerine göre değerli
ya da değersiz sıfatlar, statüler giydirilmiş, her biri sureti haktan görünen, birer
insan bakiyesidir4.
Öte yandan; felsefi
düşünen insan açısından, akla dayalı bir biçimde, kavramlarla ve bu kavramların
neliği ve gerçekliğinden hareketle kurulan önermelerin, onlarla örülen ve
eleştiri süzgecinden geçirilen düşüncenin, bilginin nesnesine uygunluğu
temelinde mantıksal bir iç tutarlılıkla ifadesi esastır. Yani ileri sürülen bir
felsefi düşüncenin, ortaya konan bir bilginin, bir metnin öncelikli tutarlılık ölçütü
dışsal bir varlık ya da otorite değildir. Metnin kendisidir. Bunun yanı sıra
felsefede tutarlılığın altın anahtarı, başta bilgi ve değer (etik ve estetik)
olmak üzere siyaset, toplum, eğitim, sanat, kültür, vb. anlayışını da
koşullayan, varlık anlayışıdır. Yani ontoloji, yani bir başka deyişle varlık
felsefesidir.
İlinek ya da ilineğin
ilineğine dönüşmüş olan kişiler için ise ileri sürülen düşüncenin
tutarlılığının, geçerliliğinin ve doğruluğunun mihenk taşı kendi dışında ve
ilineği olunan varlık ya da varlıklardır. Hatta bu noktada tutarlılıktan çok,
ilineği olunan varlığın hoşuna gitmek, onun onayını almak, söylenen her şeyin onun
kabullerine uygun olana bağlanması, kendini nakzetmek pahasına biat bildirimine
dönüşmesi geçerli tek ölçüttür. İlineği olunan varlıklar ise eleştiriden,
sormadan sorgulamadan aridir. Hatta onlar söz ve eylemlerinden dolayı
sorumsuzdurlar. Onlara yalnızca biat ve itaat edilir.
Felsefi düşüncede ileri
sürülen bir bilginin en önemli özelliklerinden birisi de eleştirel olmadır. Konu
edinilen şey ister bir bilgi kırıntısı olsun, isterse kapsamlı bir metin, daima
eleştirel bir değerlendirmeden geçer. Ona ilişkin ifade edilen her önerme,
aklın, onun neliği ve gerçekliğini dikkate alan çok yönlü eleştirel
değerlendirme süzgecine tabidir. Çok yönlü olmasının temel nedeni şudur:
Bilgi
Varlığın Dününe Aittir
Her bilgi, her daim,
varlığın dününe aittir. Yani hem nesnesi hem de kendisi itibariyle geçmişte
kalmıştır. Bu anlamda her bilgi, her metin toplumsal-tarihsel bir nitelik taşır
ve dünden seslenir. Bu niteliği dolayısıyla, onun üzerine kurulacak her önerme,
ileri sürülecek her düşünce, yalnızca bir değerlendirme değil, esas olarak antropolojik,
hatta felsefi antropolojik temelli eleştirel bir değerlendirme olmak
zorundadır. Çünkü tarihsel-toplumsal bir metnin ve onun aktardığı bilginin
eleştirel bir değerlendirmeden azade tutulması, nesnesi çoktan değişmiş ya da
ortadan kalkmış, yani nesnesini yitirmiş bir metnin, yanılsamalı bir biçimde
tartışılmaz, dokunulmaz, zaman ve mekân üstü mutlak bir doğru olarak kabul
edilmesi anlamına gelir. Oysa insanlık tarihinde varlığın gerçekliğine dair böylesi
bir hakikati bütünsel olarak bildiren hiçbir metin, hiçbir kitap yoktur ve
bundan sonra da olmayacaktır. Zaten herhangi bir bilgiye ya da kitaba ilişkin
varlığın gelmişi, geçmişi, şimdisi ve geleceğine dair hakikat bildiriminde
bulunduğu iddiası safsatadan başka bir şey değildir.
Bunun yanı sıra, felsefi
düşünen insan için nesne edinilen şey, inşa edilen ve sürekli değişen toplumsal
gerçeklik ya da onun farklı veçheleri ve süreçleriyse şayet, bu durumda olanı
olması gereken açısından ele almanın ve değerlendirmenin kaçınılmaz bir gereği
olarak kurulan önermelerin eleştirelliği zorunludur. Bu anlamda, hangi genellik,
hangi akademik formellik zırhına büründürülürse büründürülsün, tarafsız önerme,
“tarafsız cümle yoktur”. Hele de konu, bilinçli ya da bilinçsizce inşa edilen
toplumsal-tarihsel-siyasal gerçeklikse, onun şu ya da bu alanına ilişkinse,
tarafsız bir cümle kurmak imkânsızdır. Dahası, epistemolojik anlamda da sıfatı
ne olursa olsun, gerçekliğe, özellikle de toplumsal-tarihsel-siyasal gerçekliğe
dair her bilgi, kabuller temelinde ideolojik bir nitelik taşır5. Bir kabuller varlığı olan insanın,
insanla anlamlanan, insan tarafından insan için yeniden yeniden anlamlandırılan
nesneler, ilişkiler ve değerlerle kuşatılmışlığın dışında bir var oluşu da
mümkün değildir zaten.
Şimdilik bu kadar
girizgâh yeterli olsa gerek.”
Yukarıda yer alan
satırlar, “2023 Eğitim Vizyonu’nun Felsefesi Var Mı?” başlığıyla Eleştirel
Pedagoji Dergisi’nin Ocak 2019 Sayısında yayınlanacak olan uzunca bir yazının yalnızca giriş
bölümüdür.
Aslında Ziya Selçuk’un “Vizyon
belgesi”ni okuyan herkes yukarıdaki satırlardan hareketle kendi
değerlendirmesini yapabilir. Söz konusu belgenin felsefesinin ne olup ne
olmadığına ilişkin bir sonuca varabilir. Özellikle genel olarak öğretmenler,
özel olarak da felsefe öğretmenleri arasında, eğitimde yaşanan enkazın
faturasını öğretmenlere kesen Milli Eğitim Bakanı’nın “Niye hiç kimse (…)
yazmadı?” diye sorduğu “2023 Eğitim Vizyonu”na ilişkin hem farklı boyutlarıyla
hem de çok daha kapsamlı değerlendirmeler yapacak öğretmenler olduğunu
düşünüyorum.
Bu bir başlangıç olsun diyorum
ve bekliyorum: Hem eleştiri ve önerileri hem de bu “Eğitim Vizyonu”na ilişkin
yazıları…
* Felsefenin Işığında / Felsefece http://atalaygirgin.blogspot.com
1 MEB kadroları
arasında sıfatı, müdür, ilçe müdürü, öğretmen vb olan bazı çemişler “Aşk Mavidir Öğretmenim” kitabını ve
beni şikâyet ederek hem kitaba hem de bana ilişkin soruşturma açılmasına neden
oldular. Bu soruşturmada maaş kesim cezasına çarptırıldım ve sürgün edildim.
2 Ersin Vedat
Elgür, Felsefenin Arzusu: Politika,
Notabene Yayınları, 2013
3 İoanna Kuçuradi,
İnsan ve Değerleri, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
4 Selahattin Hilav,
ilk kez “Yazko Felsefe Yazıları”nda yayımlanan, daha sonra da “Felsefe
Yazıları” adlı makalelerinin derlendiği kitapta yer alan “Doğu Korku ve Birey”
başlıklı yazısında, ilinekliği neredeyse “Doğu”yla özdeşleştirir. Sanki ilinek
insan, “Doğu”lu insandır. Oysa “Doğu” bir yön belirtir ve durduğunuz yere, bu
yönü kimlerin, neye göre belirlediğine bağlı olarak değişir. “Doğu”yla
“Batı”yla anlatılan bir yön değil de bir düşünüş, eyleyiş, söyleyiş biçimi
olarak ele alındığında, bir zihniyet sorunu olarak ortaya konduğunda ise “Doğu”da
“Batı”, “Batı”da da “Doğu” vardır.
5
http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/04/ideolojiler-ormanndan-kacs-yok.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder