İşçi sınıfının ve dünya halklarının Enternasyonalini
yeniden inşa etmek zorundayız
Dünya sisteminde; yerel ve uluslararası, ekonomik ve askeri, toplumsal ve
kültürel olmak üzere tüm boyutlarda inanılmaz ölçülerde bir iktidar merkezileşmesi
oldu.
Aşağı yukarı bin tane dev şirket ve yüzlerce finans kuruluşu kendi
aralarında karteller oluşturdular ve ulusal ve küresel üretim sistemlerini
taşeron statüsüne indirgediler. Bu yolla, finans oligarşileri, emekten ve kendi
özel çıkarları için rant üretricilerine dönüştürülen şirketlerden gelen büyüyen
kâr hisselerine el koyuyorlar.
Belli başlı sağ ve sol partiler ile sendika ve sözde sivil toplum
örgütlerini ehlileştirdikten sonra bu oligarşiler ayrıca; bunların emrine amade
medyanın, kamuoyunu depolitize etmek amacıyla gerekli dezenformasyonları
yaratması ile birlikte şu an mutlak bir politik güç uyguluyorlar. Oligarşiler, sermaye
tarafından denetlenen neredeyse tek partili bir sistemi geleneksel çok partili
pratiğin yerine ikame ederek, sözü edilen pratiği imha ettiler. Temsili
demokrasi, tüm anlamını yitirdiği için meşruiyetini de kaybetti.
Tamamen kapalı bir sistem olan bu geç dönem, günümüz kapitalizmi, her ne
kadar böyle bir adlandırmadan kaçınmak için gerekli özen gösterilse de, ‘totalitarizm’
ölçütlerine tekabül etmekten kendini kurtaramıyor. Totalitarizm hala ‘yumuşak’
olsa da, kurbanları – işçi sınıfının ve dünya halklarının büyük çoğunluğu –
isyan eder etmez son derece büyük bir şiddete başvurmak için her daim hazırdır.
Sözde ‘modernleşme’nin bir parçası olan tüm değişimler, yukarıdaki analizin
ışığında ele alınmalıdır. Tekeller için yaratılacak finansal çıkarların
gerektirdiklerinden başka bir şeye tabi olmayan bilimsel gelişmeler ve
teknolojik yeniliklerin (BT dahil) yanında, kapitalizmin asla çözme yeteneğinin
olmadığı (Aralık 2016 Paris Anlaşması maskeden başka birşey değildi) büyük
ekolojik sorunlar da (özellikle iklim değişikliği) sonuç olarak bir vaka olarak
önümüzde durmaktadır. Göklere çıkarılan rekabet ve uşak ruhlu medyanın,
özgürlüğün ve etkili bir sivil toplumun garantisi olarak sunduğu piyasa
özgürlüğü aslında, mevcut oligarşinin fraksiyonları arasındaki şiddetli
çatışmalar yüzünden paramparça edilmiş gerçekliğin tam zıttı ve bu
oligarşilerin iktidarlarının yıkıcı etkilerinin de sebebidir.
Dünya düzeyinde günümüz kapitalizmi, başından itibaren küreselleşmiş
olarak (19. yüzyıl sömürgeleştirmeleri de çok açık bir şekilde küreselleşmenin
bir biçimiydi), geçmişte de olduğu gibi hep aynı mantığı izler. Günümüzdeki
‘küreselleşme’de bu mantıktan kaçamaz: Emperyalist küreselleşmenin yeni bir
biçiminden başka birşey değildir. Herhangi bir tanımlama olmaksızın sıkça
kullanılan bu ‘küresellşeme’ sözcüğü önemli bir gerçeği gizliyor: Güney Kürenin
kaynaklarını yağmalamaya, yerelliğin bozulması ve taşeronlaştırma ile ilişkili
olarak Kürenin emek gücünü aşırı derecede sömürmeye devam eden tarihsel
emperyalist güçler (benim ‘Üçlü Takım’ diye adlandırdığım Amerika, Batı ve Orta
Avrupa ülkeleri ve Japonya) tarafından geliştirilen sistematik stratejilerin
uygulanması. Bu güçlerin niyeti ‘tarihsel ayrıcalıklarını’ sürdürmek ve hükmedilen
çevre ülkelerin mevcut statülerinden sıyrılmalarını engellemektir. Geçen
yüzyılın tarihi aslında dünya sisteminin çevresindeki halkların sosyalist bir kopuşla
ya da ulusal kurtuluşun inceltilmiş formlarıyla ilgili ayaklanmalarının
tarihidir. Tarihin bu sayfası şimdilik çevrilmiş durumdadır. Ancak şu an sürmekte
olan yeniden sömürgeleştirme, meşruiyeti olmadığı için kırılgandır.
Bu yüzden, bu tarihsel emperyalist Üçlü takım, gezegeni askeri açıdan
tümden kontrol altına almak için Amerika tarafından yönetilen bir sistem inşa
etti. Avrupa'nın yapısının ayrılmaz bir şekilde bağlı olduğu NATO üyelikleri ve
aynı şekilde Japonya'nın militarizasyonu, daha önce daimi ve şiddetli bir
çekişme içinde olan ulusal emperyalizmlerin (Amerika, Büyük Britanya, Japonya,
Almanya, Fransa ve diğer birkaç ülke) yerini bu yeni kollektif emperyalizmin
aldığının işaretleridir.
Bu koşullar altında, tüm dünyadaki işçiler ve halklardan oluşan bir
enternasyonal cephe inşa etmek, günümüz emperyalist kapitalizminin yayılan
saldırısına karşı koyabilecek bir mücadelenin ana hedefi olmak zorundadır.
Bu devasa meydan okumayla karşılaştırıldığında, sistemin kurbanları
tarafından verilen mücadelenin yetersizliği apaçık ortadadır. Mücadelenin
zayıflığını ben aşağıdaki başlıklar altında sınıflandırıyorum:
i) ister yerel düzeyde isterse de dünya düzeyinde olsun mücadelenin aşırı
derecede parçalanmışlığı, her zaman spesifik olması ve belirli yerler ve belli
konular üzerine yönelmesi (ekoloji, kadın hakları, sosyal hizmetler, birtakım
toplulukların talepleri vb.). Ulus, hatta dünya düzeyinde yürütülen ender
kampanyalar da, iktidardakilerin yürüttüğü politikaları değiştirmeye yönelik
bir baskı oluşturmadığı için elle tutulur bir başarı elde edemedi. Bu mücadelelerin
büyük çoğunluğu sistem tarafından soğuruldu ve böylelikle sistemin ıslah
edilebileceğine dair ilizyon da beslenmiş oldu.
Ne var ki, genelleştirilmiş proleterleştirme sürecinde devasa bir ivme
kazanıldı. Şu anda, merkez kapitalist ülkelerdeki halkların neredeyse tamamı emek
gücünü satan ücretli çalışan konumuna mahkumdur. Güney Küre'de bazı bölgelerin sanayileştirilmesi
bir taraftan proleterya ve maaşlı orta sınıfı yaratırken, diğer taraftan da bu
bölgelerin köylü sınıfını şu an tamamen piyasa sistemine dahil etti. Fakat
egemenlerin uygulamaya koyduğu politik stratejiler, bu muazzam büyüklükteki proleteryayı,
birbirleriyle sıklıkla çatışma halinde olan çeşitli fraksiyonlara bölmeyi
başardı. Bu çelişkinin üstesinden gelinmesi gerekiyor.
ii) Bu Üçlünün (Amerika, Batı ve Orta Avrupa, Japonya ) halkları,
uluslararası anti-emperyalist dayanışmadan vazgeçip, yerine yapabildikleri en
iyi şey olarak, tekellere ait sermaye tarafından denetlenen ‘insancıl’
kampanyalar ve ‘yardım’ programları ikame ettiler. Sonuç olarak, Avrupa'nın sol
gelenekten miras alan politik güçleri şu anda, mevcut küreselleşmenin emperyalist
vizyonuna destek sunuyor.
iii) Yeni sağ ideoloji halk arasında destek kazanıyor.
Kuzeyde antikapitalist sınıf mücadelesinin ana teması terkedildi ya da
solun sözde yeni tanımı ‘ortaklık kültürü’ veya komüniteryanizm gibi ifadelere
indirgendi. Özgül hakların savunusu kapitalizme karşı genel mücadeleden
ayrıldı.
Kimi Güney ülkelerinde toplumsal değişim için savaşan antiemperyalist
karakterdeki mücadele geleneği yerini, dinler ya da sahte ahlak değerleri
tarafından ifade edilen modası geçmiş reaksiyoner ilizyonlara bıraktı. Diğer
Güney ülkelerinde, geçtiğimiz yıllar içerisinde başarılı bir ekonomik büyüme
ivmesi yakalanması da, küreselleşmeyi şekillendirmeye aktif bir şekilde dahil
olabilecek kabiliyette, ‘gelişmiş’ ulusal bir kapitalizmin inşa edilebileceği
yanılgısını besliyor.
Üçlü Takım ülkelerinde ve hatta dünya düzeyinde, günümüz emperyalizminde
oligarşilerin iktidarı yıkılamaz gibi görünüyor (“tarihin sonu”!). Halkın
çoğunluğu; sürekli olarak, sabıkalı, milliyetçi ya da totaliter otokrasi gibi
lakaplarla süslenen geçmişteki hasmının – sosyalizm – yerine ‘piyasa
demokrasisi’ kılığındaki sisteme razı oluyor.
Fakat bu sistem birçok sebepten dolayı sürdürülebilir değildir:
i) Günümüz kapitalizmi, eleştiriye ve reforma ‘açık’, yenilikçi ve esnek
olarak takdim ediliyor. Bazıları, sistemdeki kontrolden çıkmış finansın
istismarlarına ve sisteme daimi olarak eşlik eden kemer sıkma politikalarına
son verilmesi gerektiğini –ve böylece ‘kapitalizmi kurtarabileceğimizi’– iddia
ediyor. Ancak, Üçlü Takımın oligarklarının çıkarlarına – başka hiçbir şeyin
önemi yoktur – hizmet eden, ülkelerini dört bir yandan kuşatan ekonomik
durgunluğa rağmen bu oligarkların sahip oldukları servetin sürekli olarak
artışını garanti eden mevcut pratiklere bakarak bu çağrıların beyhude olduğunu
görebiliriz.
ii) Avrupa alt sistemi de emperyal küreselleşmenin önemli bir parçasıdır.
Amerika'nın askeri kumandanlığının altında, antisosyalist ve emperyalizm
yanlısı, reaksiyoner bir ruh içerisinde tasarlanmıştır. Bunun içinde Almanya,
özellikle euro bölgesi ve Amerika'nın Latin Amerika'yı istilasına benzer bir
şekilde dahil ettikleri Doğu Avrupa üzerinde egemenliğini kullanıyor. ‘Alman
Avrupa’, Yunanistan krizinde gördüğümüz gibi, büyük bir kibirle ortaya serilen Alman
oligarşisinin milliyetçi çıkarlarına hizmet ediyor. Bu Avrupa, varlığını
sürdüremez ve içe doğru patlama başladı bile.
iii) Üçlü Takım ülkelerinde büyümedeki durgunluk ile küreselleşmeden
kazanç elde etmeyi başarmış Güney bölgelerinde yakalanan büyüme ivmesi çelişki
oluşturuyor. Ağırlık merkezi Atlantik Batı ülkelerinden Güneye, özellikle de
Asya'ya kayıyor olsa da kapitalizmin hala canlı ve iyi durumda olduğuna dair
acele bir çıkarım yapıldı. Ama aslında, tarihi ıslah hareketini sürdürmenin önüne
çıkarılacak engellerin askeri saldırganlığı da içerecek şekilde giderek şiddetini
artırması kuvvetle muhtemeldir. Emperyal güçlerin, küçük ya da büyük hiçbir
çevre ülkesinin bu boyunduruk altından kendini kurtarmasına müsaade etmeye
niyeti yoktur.
iv) Kapitalist yayılmayla zorunlu olarak ilişkili olan ekolojik yıkım da
bu sistemin neden sürdürülebilir olmadığını gösteren nedenlerdendir.
Biz şu an ‘halkın baharı’ ve bir sosyalist perspektifin (ama şu an mevcut
olmayan) doğuşu ile hızlanacak ‘kapitalizmin sonbahar’ aşamasını yaşıyoruz. Kapitalizmin
bugünkü aşamasında, tatmin edici, iyiye giden bir reform ihtimali yalnızca bir
ilizyondan ibarettir. Sosyalist atılımı gerçekleştirebilecek – yalnızca hayal
edecek değil – yeteneğe sahip uluslararası radikal solun yeniden
canlandırılmasından başka seçenek yoktur. Kapitalizmin krizini değil, krizlerle
dolu kapitalizmi sonlandırmaya ihtiyaç var.
İlk hipotezden yola çıkıldığında, özellikle Avrupa'da, kararlı hiçbir şeyin
Üçlü Takım halklarının emperyalist seçeneğe bağlılığına etki etmeyeceği
görülecektir. Sistemin kurbanları, daha
sonra başka bir vizyonla yeniden inşa edilmeden önce yıkılmak zorunda olan
‘Avrupa projesi’nin çizdiği yol dışında bir alternatifi düşünme yetisinden
yoksun olmaya devam edeceklerdir. Siriza, Podemos ve Fransa'da Insoumise deneyimleri
ve Alman Sol Parti'nin (Die Linke) kararsızlıkları sorunun büyüklüğünü ve
karmaşıklığını gösteriyor. Avrupa'daki bu eleştirel yaklaşımların yüzeysel bir
şekilde ‘milliyetçilik’le suçlanmasının makul bir tarafı yok. Tam tersi, Avrupa
projesi giderek Almanya'nın burjuva milliyetçiliği olarak görülür hale geliyor.
Başka yerlerde olduğu gibi Avrupa'da da, emperyalist küreselleşmeden kopuşu
başlatacak ulusal, halkçı ve demokratik projeler (burjuva değil, aksine
burjuvazi karşıtı) oluşturmaktan başka seçenek bulunmamaktadır. Servetin ve
iktidarın aşırı merkezileşmesiyle ilintili sistemi yıkmak gerekiyor.
Bu hipoteze göre en muhtemel sonuç 20. yüzyılı yeniden oluşturmak
olacaktır: özellikle sistemin çevresinde (periphery) yer alan kimi yerlerde
gerçekleşen ilerlemeler. Fakat bu gelişimler aynı sebepten – emperyalist güç
merkezleri tarafından onlara karşı yürütülen daimi savaş ve bu atılımların başarısı
büyük oranda kendi sınırlarına ve sapmalarına bağlıdır– dolayı tıpkı geçmişte
olduğu gibi kırılgan olacaktır.
Fakat işçi sınıfının ve dünya halklarının enternasyonalizmi gerekli ve
mümkün daha ileri değişimler için yollar açıyor.
Bu yollardan biri ‘medeniyetin yıkımı’dır. Bu durumda, bu değişimler herhangi
birileri tarafından planlanıp yönetilmeyecek, şartların yarattığı ihtiyaçlar,
izlenecek yolu belirlemek durumunda olacaktır. Gelgelelim, çağımızdaki ekolojik
ve askeri yıkım gücünü ve bu gücü kullanma eğiliminin varlığını hesaba
kattığımızda, Marx'ın zamanında eleştirdiği gibi, savaşın birbirine karşıt kampların
hepsini birden yok etme riskini gerçek anlamda taşıdığını görürüz. Fakat bunun
tersine ikinci yol, işçi sınıfı ve halkların oluşturduğu enternasyonal cephenin
aklı başında ve örgütlü bir müdahalesini gerektirecektir.
Şu an var olan emperyalist kapitalist sistemin iğrenç tabiatı tarafından
kandırılmış gerçek militanların asıl amacı işçiler ve halklardan oluşan yeni
bir Enternasyonal yaratmak olmalıdır. Bu ağır bir sorumluluktur ve bu görev elle
tutulur sonuçlar elde edene kadar biraz zaman alacaktır. Ben kendimce,
aşağıdaki önerileri ortaya atıyorum:
i) Amaç, yalnızca bir ‘hareket’ değil, bir Örgüt (yeni Enternasyonal) kurmak olmalı. Bu bir tartışma forumu
konseptinin ötesinde birşeyler içerir. Aynı zamanda, hala yaygın olan
‘hareketlerin’ yatay olmasının gerekli olduğu fikri ve antidemokratik karakteri
bahane edilerek dikey örgütlenme diye adlandırdıklarının düşmanlaştırılması
konusunda kavramın yetersizliklerini analiz etmeyi de içermelidir: aslında
örgüt,‘liderler’ üreten kendiliğinden hareketin sonucudur. Dikey örgütlerin
liderleri, hükmetmek ve hatta hareketi manipüle etmek isteyebilir. Fakat uygun
tüzüklerle bundan kaçınılması mümkündür. Bu konu tartışılmalıdır.
ii) Geçmişe ait de olsalar işçi Enternasyonallari üzerinde ciddi anlamda
çalışılmalıdır. Bu, onların arasından bir model ‘seçmek’ amacıyla değil,
günümüz koşulları için en uygun formu bulmak için yapılmalıdır.
iii) Böyle bir davet birçok mücadeleci parti ve örgütlere
gönderilmelidir. Projeyi hemen başlatmak için ilk iş olarak bir komite
kurulmalıdır.
iv) Bu metni ağırlaştırmak istemiyorum ama tamamlayıcı olması açısından aşağıdaki
metinleri öneriyorum (İngilizce ve Fransızca):
a)
modern
tarihte sosyalizm yönünde hareketlerin birliği ve çeşitliliği üzerine temel bir
metin;
b)
Avrupa
projesinin çökmesi üzerine bir metin;
c)
radikal
solu yenilemek için gerekli cesaret; Marx'ı okumak; yeni köylü sorunu; Ekim
1917 ve Maoizm'den alınacak dersler; ulusal, halkçı projelerin yeniden
oluşturulmasının gerekliliği üzerine metinler.
Çeviri: Özgür Girişen
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder