19 Temmuz 2008

AK Parti'nin kapatılmaması kararı da siyasidir!

AK Parti’nin kapatılmaması kararı da siyasidir

Atalay GİRGİN

AK Parti hakkında dava açılması ve bunun sonunda verilecek karar, AK Parti ileri gelenlerinin, partili ve yandaş hukukçuların söylediği gibi, yalnızca siyasi midir? Elbette siyasidir, ama yalnızca siyasi değil, aynı zamanda hukukidir de… Ama öte yandan, AK Parti’nin kapatılmaması kararı da hem siyasi hem de hukukidir.

Buna rağmen AK Partililer, yandaş hukukçuları ve medyadaki yandaş “kalem” ve “ses”leri kamuoyuna gerçekliğin kendi işlerine gelen yanını göstermeye, algılatmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken hakikâti mi söylüyorlar? Öte yandan, açılan bir davanın ya da verilen bir mahkeme kararının hukukiliği, onun doğruluğunun ölçütü müdür? Dahası, onların söylemleri doğrultusunda, taraf olanlar, kendi gözleriyle mi görüyor, kendi gözleriyle mi görüp anlamlandırıyor olup bitenleri?

Hakikât hangi yüzündedir madalyonun?

Bir madalyonun bile en az iki yüzü, iki boyutu vardır. Ekonomik, sosyal, siyasal, hatta hukuksal olay ve olguların ise çok daha fazla… Bu tür olay ve olgulara nereden, neden, nasıl ve niçin bakıldığına bağlı olarak sonuçlar değişir. Keza kişi ya da kişilerin algı alanı kadar, algı dayanakları da anlamlandırmalarını ve ortaya koyacakları bilgiyi koşullandırır. Öte yandan, yine kişi ya da kişilerin neyi görmek istedikleri kadar, neyi göstermek istedikleri de burada önemli bir etkendir.

Elbetteki bu koşullar altında ortaya konulan bilginin, neliği ve gerçekliği veri alındığında, varolan ya da konu edinilen gerçekliğin hakikâti değerini taşıyabilmesi söz konusu bile değildir. Bu tür bir bilgi, en iyi ihtimalle, inandırıcılık karinesi sağlayabilmek adına, gerçeklik verileriyle süslenmiş, bezenmiş ve formel mantık kurallarıyla örülmüş bir bilgidir. Eğer bariz mantık hataları yapılmamışsa, kendisinin dışına çıkılıp gerçekliğe bakılmadığı ve gerçeklik verileriyle sorgulanmadığı sürece, muhatapları ve tarafgirlerince kesin doğruluk değerine haiz kabul edilecektir. Hatta uğrunda ölünüp öldürülecek denli…

Bu durum, yalnızca güncel ya da yakın geçmişe ait toplumsal olay ve olgulara ilişkin bir geçerliliğe sahip değildir. Aynı zamanda, uzak geçmişte kalmış olan, artık daha ‘nesnel’, daha soğukkanlı bakmanın olanaklı olduğu varsayılabilecek tarihsel olay ve olgular için de geçerlidir.

Bundan dolayıdır ki, Tarihçi E. H. Carr, “Tarih Nedir” adlı kitabında, “bir tarihçinin yazdıklarını okumadan, anlattıklarını dinlemeden önce, onun siyasal, ideolojik düşüncelerine bakın” der. Artık kendileri de geçmişte kaldıkları için öznelerince de değiştirilmesi mümkün olmayan ve dolayısıyla değişmeyeceği kabul edilen tarihsel belge ve bulgularla çalışan bir tarihçinin bile söyledikleri, anlattıkları, “onun siyasal, ideolojik düşünceleri” ışığında değerlendirilmeyi gerektiriyorsa, bu saptama, konumuz açısından, görüş beyan eden tüm hukukçular için daha da fazla bir öneme ve geçerliliğe sahip değil midir? Hukukçular alınmasın. Onlar yalnız değil bu konuda daha niceleri var… Madalyonun bir yüzüne bakıp ahkâm kesen. Oysa hakikât, kendi başına hiçbir yüzünde değildir madalyonun…

Hukuki ve siyasi olan ayrımı

Hukuk ile siyaset, kesin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Bunun temel nedeni, hukukun, her daim, siyasal olarak örgütlenmiş toplumlarda var olmasıdır. Siyasal olarak örgütlenmemiş toplumlarda, hukuktan çok ahlâk geçerlidir. Bu tür toplumlarda, bireylerin söz ve eylemleri yalnızca ahlâki değerlendirme konusudur. Hukuki ve siyasi değerlendirme konusu değil. Çünkü böylesi bir değerlendirmenin asgari toplumsal ve kurumsal koşulları yoktur daha…

Sözlü ya da yazılı hukukun varlığı, kendisine uyulması ya da uyulmaması durumunda, zorlayıcı tedbirler alabilen, cezai yaptırımlar uygulayabilen siyasal bir örgütün, gücün olduğu koşullarda olanaklıdır. Bunun en üst ifadesi ise devlettir. Devlet niteliğine haiz olsun ya da olmasın siyasal her toplumsal örgüt rüşeym halinde bile olsa kendi hukukuyla var olur. Neliği ve gerçekliği açısından baktığımızda, genel olarak hukuk, bir toplumda varolan egemen ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, bireysel ve kurumsal ilişki ve ilişki biçimlerinin korunup kollanması ve güvenceye alınması temelinde, bunların yapılıp yapılmamasını da yaptırımlara bağlayan formel kurallar bütününün genel adıdır.

Bundan dolayı, birincisi, hukuk devletten bağımsız değildir. İkincisi ise hukuk, konumuz açısından pozitif hukuk, formelliğine istinaden, her daim, üzerinde hükmünü meri kılmak istediği toplumsal yapının ve onun gerçekliğinin dününden seslenir. Yani toplumsal varlığın dününe aittir. Toplumsal varlık tüm boyutlarıyla diyalektik bir değişim sürecini yaşarken, hukuk bütünsel olarak ele alındığında daima onun gerisinde kalır. Değişen ve gelişeni, kendi formelliği temelinde düne ait olana uydurmaya ya da ona göre değerlendirmeye çalışır. Tüm yasaların dibacesi olan, daha alt düzeylerdeki kanun, tüzük, yönetmelik, vb.’nin kendisine aykırı olamayacağı anayasalar ise kendi başlarına ele alındığında, hukuki metinler olmanın yanı sıra esas olarak siyasal metinlerdir. Burada siyasal olan, hukuki formelliğe içkin kılınmıştır.

Siyasal olarak örgütlenmiş yani bir devletin ve aynı zamanda da şu ya da bu ölçüde hukukun varolduğu toplumlarda, bireylerin söz ve eylemleri, yerine ve zamanına göre yalnızca ahlâki; yerine ve zamanına göre ahlâki ve hukuki; yine yerine ve zamanına göre de ahlâki, hukuki ve siyasal değer taşır.

Kurumların ise eylemleri değil, kuralları ve kararları vardır. Hiçbir kural hiçbir karar ahlâki eylemde bulunmaz. Keza hiçbir kurum da… Bundan dolayı kurumların ahlâkı yoktur. Ancak kurumların, kuralları ve asıl olarak da kararları, yerine ve zamanına göre yalnızca hukuki ya da kurumun ve kararın türüne bağlı olarak aynı anda hem hukuki hem de siyasal değer ve değerlendirmeye tabidir. Çünkü kurumlar, özellikle de siyasal kurumlar ve bu kurumların kararları ve bu kararlar doğrultusunda söylem ve eylemde bulunan bireyler söz konusu olduğunda hukuki olan ile siyasal olan iç içe geçer. Hukuki değer taşıyan yerine göre aynı zamanda siyasal değer taşıyandır. Ya da tersi, siyasal olan aynı zamanda hukuksal olandır. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Bir genelleme düzeyinde şöyle bir önermeyle ifade edilebilir bu : Siyasal olan her şey hukuki değerlendirme konusudur ama hukuki olan her şey (özellikle olabildiğince teknik ve alt düzeylere inildiğinde) siyasal bir değerlendirme konusu değildir.

Doğru, hukuka uygun olan mıdır?

Buradan hareketle, anayasaya uygunluk ya da aykırılık iddiasıyla açılan her dava hem siyasi hem de hukukidir. Böyle bir dava sonunda verilecek her karar da hukukilik ve siyasallık niteliklerini bir arada taşır. Çünkü herhangi bir davalı hakkındaki iddialar, salt biçimsel değil, kurucu siyasal metin olan anayasanın içeriğine uygunluk açısından değerlendirilir. Bu ise kendi biçimselliği temelinde, siyasal bir değerlendirmedir ve sonuç olumlu ya da olumsuz ne olursa olsun, her şart altında hukuki ve siyasaldır.

Ama bu, gerçeklik söz konusu edildiğinde, onların doğruluğunun göstergesi değildir. Varlığın dününde kalmış olanlara ilişkin yapılmış olan formelliğe uygunluğun ifadesidir. Bir başka deyişle “biçimsel doğruluk” ya da “biçimsel uygunluk”tur söz konusu olan; epistemolojik doğruluk değil.

Kısacası, genel olarak hukuka, özel olarak ise anayasaya ve yasalara uygun olan bir şey her zaman doğru olan değildir. Çünkü doğru olan, neliği ve gerçekliği itibariyle nesnesine uygun olandır. Neliğinin tekabül ettiği nesne, olay ya da durum dünde kalmışken ve o nesnenin sürekli değişen gerçekliği veriyken, zamansal ve mekansal olarak nesnesini yitirmiş formel bir hükmün, ontolojik ve epistemelojik anlamda doğruluğundan ve geçerliliğinden söz edilemez. Bir gecede kişi başına düşen milli gelirin, sözüm ona 5 bin dolardan 9 bin doların üzerine çıkarılıvermesine benzer bu… İster zengin olduk diye sevinirsiniz; isterse Başbakanın ve bakanların, “milli geliri kişi başına 9 bin doların üzerine çıkartık” türü propagandif sözlerini “ağzı açık ayran delisi” gibi dinlersiniz. İsterse de “yalan söylüyorlar” diye tepinirsiniz. Sonuç değişmez…

İnsanlar, çevrelerinde olup bitenleri, özellikle de ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, vb. olup bitenleri, kendi gözleriyle görüp algılamaya, anlamlandırmaya yönelmedikleri sürece, birilerinin peşinde ve onların, gerçekliğin hakikatine uygun olmayan sözleriyle taraf olmaya devam edecektir. Tıpkı AK Parti’nin kapatılma davasına ilişkin ya da ‘Ergenekon’ davasına ilişkin olduğu gibi… Gördük sandıkları şeylerin, aslında kendilerine, kasıtlı bir biçimde, bile isteye gösterilen ve görmeleri, bilmeleri istenen şeyler olduğunu bile fark etmeyeceklerdir. Film setindeki ışıkçının ışığı peşinde bir oraya bir buraya yöneleceklerdir. Oysa o da yönetmenin görülmesini istediği yerlere yöneltmektedir ışığı…

Sözün özü : İnsanların, gözlerini kendi gözleri kılmasının yolu, kendi aklıyla düşünüp sormaya, sorgulamaya açık olmasından ve “bilmeye cüret” etmesinden ve dahası, bu süreçte bilgi diye karşına çıkanların nelik ve gerçeklik bağını kurmasından geçer. Buna yeltenmeyen insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda yanılsama kutsallaşır ve kutsallık yanılsamayı, yanılsama kutsallığı besler. Hakikât ise sırra kadem basar. Çünkü kutsallık, gözleri körelten, aklın ışığını kesen kapkaranlık bir şaldır.

12 Temmuz 2008

Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : 'ERGENEKON'

Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : ‘ERGENEKON’

Atalay GİRGİN

Türkiye Cumhuriyeti, paradigması iflas etmiş bir devlettir. Yıllar önce, “Paradigmanın iflası” adlı yapıtında, Fikret Başkaya yazmıştı bunu. Ne var ki, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak egemen olan sınıflar ve onların, toplumun her alanında yer alan siyasal ve ideolojik temsilcileri yeni bir paradigma oluşturamamışlardır. Ne Fikret Başkaya’nın kitabından önce ne de sonra…

Yalnızca onlar değil, siyasal iktidar mücadelesi yürüttüğünü söyleyen ve dikkate alınan ya da dikkate değer hiçbir kesim, yeni bir paradigma sunamamıştır. Solundan sağına, milliyetçisinden siyasal İslamcısına her kesim dahildir buna… (Bu konuda kayda değer tek yerli öneri, ne gariptir ki, tutuklandıktan sonra Abdullah Öcalan’dan gelen ve kapitalizmin sınırları içinde kalan ama düzenin ‘resmi siyasal bilinç sınırlarını’ zorlayan, hatta kısmen aşan “Demokratik Cumhuriyet” yaklaşımı ve söylemidir. Öte yandan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi ile yaptığı kısmi açılım ve Mehmet Ağar’ın son dönemdeki demeçlerinde kısmen içerilen yaklaşım birer istisnadır. Ve istisnalar olarak da bir kenarda kalmışlardır zaten.)

Cumhuriyet’in kuruluş döneminin eseri olan ve iflas eden paradigmanın, resmi ideolojik söylemin şemsiyesi altında, bayramda seyranda tekrarlanması ve dönem dönem değişik kesimler üzerinde “Demokles’in kılıcı”na dönüştürülmesinden öteye gidilememiştir. “Biz bize” kalındığı sürece işe yarayan, vaziyeti idare eden bu tutum ve anlayışın, özellikle, yaklaşık son 10 yıldır çözüm olmadığı, artık ayan beyan ortaya çıkmıştır.

Figüran bir değil çok… Ama şimdilik görünen iki

Kendi gerçekliğine ve içerisinde bulunduğu bölgenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir paradigma değişikliği sürecini, bile isteye ve kendi iradesiyle yaşayamayan ve bunu oluşturup yönetemeyen Türkiye Cumhuriyeti, paradigmalar tahterevallisine çıkarılmıştır. Tahterevallinin bir yanında, Cumhuriyet’in kuruluş döneminden devralınan ve iflas eden paradigmanın takipçileri vardır. Diğer yanında ise, günlük ve dönemsel çıkar hesapları ile bir AB’ye bir ABD’ye yanaşarak, onlardan göreli bağımsız bir paradigmayı oluşturmak ve egemen kılmak isteyenler…

Birincilerin ya da ‘Ergenekon’ olarak nitelendirilenlerin paradigması bilinmektedir. Onlar; Cumhuriyet’in, kuruluş döneminde Osmanlı’dan devraldıklarının yanına eklediği uluslaşma ve üniter bir ulus devlet olarak varolma anlayışını, yani esas olarak eski paradigmayı, her şeye rağmen sürdürmek isteyenlerdir. İkincilerinki ise muğlaktır, belirsizdir (Aslında “Yeni Osmanlıcılık”a da “BOP” a da teşnedirler ama “müesses nizam” güçleri karşısında da şamrel lastiğinden beterdir durumları). Çünkü bunlar, diğerlerine göre daha pragmatist bir tutumla ve daha ilkesizce davranmaktadırlar. ABD ve AB ile ilişkilerinin durumuna ve içerideki gelişmelerin seyrine göre hareket etmeye çalışmaktadırlar. İçerideki gelişmeler sertleşmeye başladığında, söylemsel olarak, birincilerin paradigmasına yakın bir vaaz edişe yönelmekte ve bu doğrultuda açıklamalar yapmakta ve nutuklar atmaktadırlar. Dolayısıyla devlet paradigmasının ne olması gerektiğini, nedenleri ve niçinleriyle açıkça ortaya koyup bunun mücadelesini yürütmemektedirler. İçeride sıkıştıklarında, söylemde keskin bir üniter ulus-devletçi kesilmekte, dışarıda sıkıştıklarında ise ABD ve AB yollarında, kapılarında ayak sürüyerek, icazet, anlayış ve destek dilenmektedirler.

Paradigmaları figüranlar belirleyemez

Neylersiniz ki, siyasetin gerçek öznelerinin olmadığı, açıkça kendini göstermediği yerde, önce figüranlar sahne alır. Önce onlar düşer, sözüm ona önce onlar düşürür… Ama er ya da geç gerçek özneler uzlaşarak ya da birbirlerini alt ederek sahneye çıkar. Çünkü paradigmaları gerçek siyasal özneler belirler : Ülkenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir biçimde, egemen ve aynı zamanda ekonomik ve siyasal olarak örgütlenmiş sınıflar ya da onların asli temsilcileri. Ya da tersi; belli bir paradigma ve toplum projesi temelinde örgütlenip siyasal ve sınıfsal muarızlarını yenerek kendi iktidarını kuran sınıflar ve temsilcileri.

Devletler paradigmalarıyla vardır. Paradigmalarını yitiren devletler, içsel ve dışsal güç ilişkilerinin etkisi altında değişip dönüşmeye ve genellikle de çözülmeye başlar. Paradigmalarını, gerçekliğe uygun bir biçimde kendi ‘iradesi’yle, ‘aklı’yla değiştirebilen devlet, değişim ve dönüşümü bir gelişim süreci kılabilen devlettir. Başkaya, “Bir toplumsal formasyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür” der “Paradigmanın İflası”nda.

Türkiye Cumhuriyeti ise bırakın köktenci bir paradigma değişimini yönetmeyi, sermaye birikim biçimindeki bir değişimi bile darbeyle başarmış bir devlettir. Özellikle 12 Eylül 1980 bunun bariz bir göstergesidir. Ki 12 Eylül 1980 dahil, darbelerin “yerli malı” birer imalat olduğu da tartışmalıdır zaten. Sadece darbeler ve onlarla değişen politikalar değil bir çok değişikliğin görünen yüzünde ‘yerli’ler olsa da ardında başkaları vardır. Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Milli Eğitim’ politikalarındaki önemli iki değişiklikten birincisi, Demokrat Parti iktidarı döneminde Amerikan Ford Vakfı’nın fikri yönlendiriciliği ve finansal desteğiyle, hem de Viyana’da yapılmıştır. Destek dediğime bakmayın, tüm giderleri Ford Vakfı’nca karşılanmıştır. İkincisi ise malum, Avrupa Birliği’nin eğitim politikalarına uyum adı altında…Bunu bile, neredeyse, devrim diye sundular : Eğitimde Newtoncu anlayıştan, Kuantumcu anlayışa geçiş adı altında…(Neyse bu kendi başına önemli bir konu)

Hal böyleyken; yani ekonomik, sosyal ve siyasal alanlar bir yana, eğitim politikalarındaki değişikliği bile kendi iradesi ve ‘aklı’yla yapamayan bir devletin, yeni bir paradigmayı kendi başına belirlemesi mümkün müdür? İflas ettiği ayan beyan ortada olan paradigmayı, değişen toplum ve dünya gerçekliğine rağmen yeniden devletin paradigması kılabilmek mümkün müdür? Dahası bunu figüranların başarması mümkün müdür? Elbetteki hayır…

Figüranlardan biri düştü; sıra düşürende mi?

Bundan dolayıdır ki, bugün figüranlardan biri, paradigmalar tahterevallisinden düşmüştür, düşürülmüştür, ayağı kaydırılmıştır ya da tökezlemiştir… Ne derseniz deyin sonuç değişmez. Bu figüranın adı ‘Ergenekon’… Yarın bir gün bir bakmışsınız ki bir başka figüran düşmüş, düşürülmüş ya da ayağı kaydırılmış. Ya onun adı ne? Onu ben söylememeyim, Tahsin Yücel’in “Golyan Devrimi” adlı kitabındaki aynı başlığı taşıyan öyküyü okuyup siz tahmin edin.

Elbette, yeni figüranlar için sahne hazırdır. Sahibi aslisi arz-ı endam eylemeye karar verinceye dek, yeni figüranlar sahne almaya devam edecektir; kimi kör, kimi topal, kimi sağır olsa da fark etmez. Çünkü figüranlar tükenmez. Bereketlidir bu topraklar, dün devşirmeleriyle ünlüydü. Çağımızda ise devşirilenleriyle… Bakarsınız, yakında, devşirilip yedekte bekletilenlerden biri, damdan düşer gibi, peydahlanıverir. Hacı mı olur hoca mı; yakışıklı mı olur bir güzel huri mi; işçi, köylü, memur çocuğu mu olur bir mahalle bitirimi mi; v.b. ? Kim bilir? Allah bilir demeyeceğim; çünkü efendileri bilir düzenin… Çünkü getirilen her kim olursa olsun, onların kapısında çobandır. Ya sürü…? Onun adını da siz koyun.

Sözün özü : Bugün olup bitenler ve gösterilenler, farklı figüran gruplarıyla sürdürülen bir paradigmalar savaşının kırıntılarıdır. Paradigması, yaklaşık olarak 1970’lere gelindiğinde iflas etmiş olan bir devlete yeni paradigma biçme mücadelesidir. Paradigmalar tahterevallisinde sözüm ona birer oyuncuymuş gibi duran figüranların hiç biri, kendi başlarına, devlete yeni bir paradigma belirleyemez. Çünkü kapitalizmin ve düzenin siyasal bilinç sınırları içerisinde kalınarak, bugünkü koşullar veri olduğu sürece de bu olanaklı değildir zaten.

Bunların dışına çıkmak ise, sınıflar mücadelesi temelinde,dünyanın her metrekaresinde kapitalizmi yadsıyan yeni bir toplum projesiyle olanaklıdır. Toplumun ve devletin kendi paradigmasını oluşturarak yeniden örgütlenmesinin yolu buradan geçer. Bunun dışındaki her yol, dünya düzeninin aktörlerince servis edilen paradigmaların peşinde, figüranların dublörüne dönüşerek telef olmak ya da telef etmektir birilerini… Daha ötesi değil… Çünkü dünyayı değiştirenler ne figüranlardır ne de figürana dublör olanlar…

07 Temmuz 2008

KÜRESELLEŞME

Gerçeklik Mi? Yoksa Kavramsal Bir Gözlük Mü?
KÜRESELLEŞME
Atalay GİRGİN

Dilin ve düşünmenin olmazsa olmazlarıdır kavramlar. İmgelerin ve simgelerin yanı sıra, asıl olarak düşünme onlarla gerçekleşir. Bilgi onlarla ortaya konur.

Kavramsız bir tarih olmadığı gibi, tarihsiz bir kavram da yoktur. Her kavramın bilinen ya da bilinmeyen bir tarihi vardır.

Kimi tarihsel ve sosyal olay ve olgularla birlikte bazı kavramlar öne çıkar ya da yeni kavramlar üretilir. Bir dönem birlikte anılırlar; biri söylendiğinde diğeri de anımsanır. Örneğin: l789 Fransız İhtilali ve Milliyetçilik. Doğru ya da yanlış, bir gerçekliğin bilinçteki tasarımı olarak billurlaşır bu kavramlar. Ancak her kavram da bir gerçekliğe ya da olguya tekabül etmez. Yani gerçekliği yoktur kimi kavramların...

Bazı kavramlar ise ortaya çıktıkları koşullardan bağımsızlaşarak, hem ‘şimdi’nin anlamlandırılmasında ve kendisine uygun bir sosyal-siyasal-ideolojik gerçeklik bilincinin inşasında egemen bir söylem biçimi kılınır hem de geçmişin, yani tarihin yeniden okunması ve imal edilmesinde... Bu tür kavramlar, dünün ve bugünün anlamlandırılmasında, yarına bakışta ve yönelişte bireye, siyasal ve ideolojik bir gözlük sunar. Farkında olsa da olmasa da bireyin düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişinde içselleşir. Bu andan itibaren, bu kavramların gerçekliğinin olup olmadığı bile sorgulanmaz. Örneğin: ulus, ulusal devlet, ulusal çıkar, vb gibi.

Küreselleşme kavramının da bir tarihi vardır; ama gerçekliği yoktur. Çünkü, dünyanın gerçekliğinden bağımsız olarak, ona atfedilen bir nitelik olan küre, düşsel, düşünsel bir varlıktır. Gerçek bir varlık olmayan kürede, hiçbir eylem ve hiçbir süreç de gerçekliğe haiz değildir. Düşsel bir varlığın içindeki tüm eylemler ve süreçler de, bundan dolayı, yalnızca düşsel bir varoluş özelliği taşır ve gerçeklikleri olamaz. Gerçekliği olmayan ya da bir olguya tekabül etmeyen bir kavram ise Kant’ın deyişiyle, “boş” bir kavramdır.

İşte bu “boş” kavram, kısacık tarihine rağmen, günümüzde, hem varolanın farklı alanlarına ilişkin varoluş sürecinin anlamlandırılması, açıklanması ve nitelenmesinde ve geleceğe yönelişte, hem de geçmişin yeniden okunması ve anlamlandırılmasında temel, belirleyici bir unsur kılınıyor. Dahası, gerçeklik addediliyor. Neden? Nasıl? Nereden çıktı bu kavram?

03 Temmuz 2008

Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının,...?

Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının...?

                                                          Atalay GİRGİN

Başlıktan da anlaşılabileceği gibi, sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi tetikleyebilmek için biraz daha farklı bir açıdan ve farklı bir kurguyla yaklaşmak istedim ahlâk konusuna. Bakalım başarabilecek miyim? Her ağzını açanın beğenmediği ya da muarız kabul ettiğine "ahlâksız" dediği günümüzde bunun hiç de kolay olmadığını biliyorum. Ama yine de denemek gerek.

Ahlâkın kökeninin, kaynağının din olup olmaması bağlamında başlığı şöyle yazmam mümkündü : Dinin ahlâkı yoktur; ya peygamberin, …? Ardı sıra da halifeden papaya, hahama, şeyhülislama, mezhep ve tarikat şeyhinden diyanet işleri başkanına, cami imamından kilise rahibine ve Fethullah Gülen’e dek, ilânihâye herkese yer verilebilirdi.

Keza, başlık için de geçerli bu. Yani “Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının, …?” sorusunun kapsamında, padişahtan krala, beyden ağaya, kadıdan kaymakama, cumhurbaşkanından bakana ve genelkurmay başkanına, validen emniyet müdürüne, belediye başkanından öğretmene dek herkes yer alır.

Kurumların ve ideolojilerin ahlâkı yoktur

Bu yazının başlığı ile ikinci olası başlığın, birinci bölümünde yer verilen devlet ve din, birer kurumdur. İkisinin de kaynağı ve varlık koşulu toplumdur. Adem ve Havva hikayesini bir yana bırakırsak; ikisi de insanlığın gelişiminin belli bir evresinden sonra varlık kazanmaya başlamıştır. Ve giderek varlık koşullarını buldukları toplumdan bağımsızlaşarak, onlar üzerinde, asıl olarak da toplumun tabî olan ezilen sömürülen kesimleri üzerinde egemen birer güce dönüşmüşlerdir. Tarih boyunca bu iki kurum, kısmî çekişme ve çatışma dönemleri dışında, birbirlerinden beslenmişler, iç içe kolkola yaşamışlardır.

Devlet; egemen olanın, varolanı, mevcut sınıfsal güç dengeleri temelinde korumak, sürekli kılmak ve geliştirmek için, tabî olanlar ve tebaası kıldıkları üzerinde gerektiğinde zor kullanan, cezalandıran, şiddet uygulayan tahakküm aracıdır. Din ise, kendi kutsal varlık ya da varlıklarından hareketle, dogmatik önermeleri içeren kutsal metinleri ve inanma biçim ve araçları temelinde insanların düşünüş, söyleyiş ve eyleyişlerini belirlemeye, yönlendirmeye çalışan ideolojik bir kurumdur. Din bu nitelikleriyle, toplumun kendi inananları üzerinde, devletin olağan koşullardaki uygulamalarının meşru görülmesini sağlayan en önemli ideolojik kurumlardan, araçlardan biridir. Örneğin Konfüçyus’a göre, “ruhların en üstünü olan gökyüzü, yalnızca imparatorun şükran ve dualarını kabul eder”. Bu durumda “en üstün ruh”un lütfuna mazhar olmak isteyen insanın yapması gereken nedir? Yanıtı belli sorunun…

Devlet ve din ahlâki eylemde bulunamaz

Ancak ne kurumlar, ne makamlar ne de ideolojiler ahlâki eylemde bulunur. Bu anlamda, tarihsel ve güncel, hiçbir devletin ve hiçbir dinin ahlâkı yoktur. Yani bir kurum olarak devlet de din de ahlâksızdır. Tıpkı; milliyetçilik, liberalizm, Marksizm, nasyonal-sosyalizm, Kemalizm, pan-Türkizm, pan İslamizm, vb. gibi… Bundan dolayı, devlet ve din gibi, ideolojilerin tümü de olumlu ya da olumsuz anlamda tüm ahlâki değerlendirmelerden ve ahlâki yargılardan arîdir. Çünkü bunlar, ne ahlâki karar alır ne ahlâki eylemde bulunur; yalnızca hüküm kurar; zamanın ve mekanın kısacası varlığın hep dününde kalmış olana ilişkin kurulmuş hükümler ve kurallar vaaz eder. Ya da gerçekliğe rağmen, onu dikkate almayan, her daim varlığın dününde kalmış olanlardan hareketle, koşullar ne olursa olsun, geniş zaman kipindeki önermelerin genelliği ardından, olması gerekene dair hükümler bildirir.

Bu hükümler ve kurallar ise, ister tek tek isterse bütünüyle, yani dizgesel olarak ele alınsın, bir ahlak değildir. En iyi ihtimalle, yaşayan ve eyleyen bir insanın, bu hüküm ve kuralları benimsemesi koşuluyla, kendisinin ya da bir başkasının eylemini ahlâki açıdan değerlendirmesinde, nitelemesinde; olumlu ya da olumsuz anlamda değer biçmesi ya da değer atfetmesinde bir algılama, anlamlandırma dayanağı olabilir yalnızca.

Ahlaki eylem ise, şu diye gösterilebilen, zamanın ve mekanın belli bir yerinde ve anında, karşılaştığı bir durum karşısında, bir şeyi yapmayı ya da yapmamayı, bir sözü söylemeyi ya da söylememeyi seçen insan için olanaklıdır. En kısa haliyle “İyi ve kötü üzerine bir bilinç” olarak tanımlanabilen ahlak, toplumsal bir varlık olarak, bu bilinçle eyleyen ve dolayısıyla akli melekeleri de yerinde olan insan için geçerlidir. Birey olarak insan, herhangi bir dine mensup olmakla değil, toplumsal bir varlık olmakla edinir ahlâkı. Çünkü, ahlâkın kaynağı da kökeni de toplumdur; toplumsal ilişki ve ilişki biçimleridir. Keza devletin ve dinin de…

Ahlâksız insan yoktur

Toplum söz konusu edildiğinde ise, ahlâksız toplum yoktur. Ancak, aynı toplum içinde bile bir tek ahlâktan söz edilemez. Toplumu ve içerisinde yaşayan insanları, hangi kutsallık cenderesinin içerisine alırsanız alın, ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal çıkar çatışmaları ve insanın insanı sömürüsünün devam ettiği koşullarda, çok farklı ahlâkların ve aynı eylemlere verilen taban tabana zıt değerlerin varlığı ortadan kaldırılamaz. Bunu ne devlet başarabilir ne de din. Tarih boyunca başaramadıkları gibi günümüzde de başaramazlar. Çünkü bunun ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal, hatta tarihsel-kültürel anlamda toplumsal nedenleri ve varlık koşulları vardır. Tıpkı dinin ve devletin olduğu gibi…

Öte yandan, ahlâksız toplum olmadığı gibi, ahlâksız insan da yoktur. Çünkü insan, toplumsal bir varlık oluşuyla ahlâkı ve ahlâki değerleri edinmeye, “iyi ve kötü üzerine bir bilinç” sahibi olmaya başlar. Bu anlamda her insan ahlâk sahibidir ve ahlâki eylemde bulunur. Buradan hareketle, hem yazının başlığında hem de olası başlıkta yer alan soru boyutunun özneleri değişse de soruya verilecek yanıt değişmez : Sorunun açılımı içinde yer alan sıfatlara sahip herkesin, toplumsal bir varlık olarak insan olmak hasebiyle, akli melekeleri yerinde olan her insan gibi, ahlâkı vardır. Onlar da her insan gibi ahlâki eylemde bulunur.

Sözün özü : İnsanlar ister sevinsin, ister üzülsün, isterse öfkelensinler; çünkü ne kadar ararlarsa arasınlar ahlâklı bir devlet de ahlâksız bir cumhurbaşkanı da bulamazlar. Tıpkı; ahlâksız bir fahişe, ahlâksız bir pezevenk, ahlâksız bir işkenceci, ahlâksız bir dolandırıcı, vb. bulamayacakları gibi… Keza ahlâklı bir din, ahlâksız bir peygamber de bulamazlar. Tıpkı; ahlâksız bir tefeci, ahlâksız bir din taciri, ahlâksız bir uyuşturucu satıcısı bulamayacakları gibi… 

Yoksa siz aksini mi düşünüyorsunuz? Neden?

Not: Bu yazı 2008 yılında yazılıp Radikal gazetesinde yayınlandığında "Devletin ahlâkı yoktur; ya başbakanın,...?" başlığını taşıyordu. Güncel gelişmeler bağlamında başlıktaki ve yazı içindeki "başbakan" sözcüğünü "cumhurbaşkanı"yla değiştirdim. Gördüğünüz gibi anlamda herhangi bir değişme olmadı.

30 Haziran 2008

Ah şu kavramlar...

Ah şu kavramlar...

Atalay GİRGİN

Tarihsiz bir kavram, kavramsız bir tarih yoktur. Tarihi yapan da insandır, kavramları yapan da...

Düşünmenin, düşüncelerini ifade etmenin, temel birimleri olan kavramlar, “nesne ve olayların zihindeki tasarımı” olarak tanımlanmaktadır. Her durumda ve her kavram için geçerli midir bu? Dahası hangi nesnenin, hangi olayın, kimin zihnindeki tasarımı?

Özellikle ikinci soruyu düşündüğümde, -tüm kavramlar için olmasa da-, bazı kavramların, insanın düşünce ve söylemini belirleyen, bakış açısını yönlendiren, hatta kendi bulunduğu yeri bile yanılsamalı bir biçimde kavramasına neden olan siyasal ve ideolojik bir nitelik taşıdığı sonucuna varıyorum. Hele hele tanık olduğum bazı konuşmalar ve başkalarından dinlediğim olay aktarımları ya da okuduğum bazı yazılar, bu düşüncemin doğru olduğu kanaatini daha da güçlendiriyor.

Bu durumda, yaptığı kavramları, olay ve nesnelerin bir tasarımı, gerçekliği düşünmenin ve anlamlandırmanın temel birimleri olarak, ötekinin bilincinde var edebilen insan, en azından düşünüş ve söylem düzeyinde, siyasal ve ideolojik anlamda egemenliğini sağlamış demektir. Bu niteliğe haiz kavramlarla düşünenler ise, söz konusu egemenliğin ya “ideolojik esirleri” ya da onun bilinçli hizmetkarlarıdır.

Kavramların siyasal ve ideolojik karakterini ve işlevini düşünüşüm yeni değil elbette... Her kavram için değilse de birçoğu üzerine kafa yorduğum oldu geçmişte. Bu yazıyı yazmama neden olan kavram üzerine de düşünüp geçmiştim. Ancak son zamanlardaki bazı tanıklıklarım, tepkimi ifade etmeye yöneltti beni.

Bu hangi kavram mı? Ortadoğu...

Ortadoğu; hem yön hem de yer bildiren, coğrafi bir bölgenin adı olarak telaffuz edilen bir kavramdır. İyi de kimin bakışına göre, kime göre bir coğrafi bölgenin adıdır bu? Kim, neye göre belirlemiştir bunu? Nereden bakmıştır?

Söz konusu bölgeyi, nerede olursa olsun, “Ortadoğu” kavramıyla düşünen, söyleyen, yazan biri kimin bakışıyla, nereden algılamakta ve anlamlandırmaktadır gerçekliği?
Örneğin şöyle sorsam : Türkiye’de yaşayan bir insan için “Ortadoğu”, yön ya da coğrafi anlamda neresidir? Ya da İran’da, Kazakistan’da, Hindistan’da yaşayan biri için... Böylesi bir belirleme, bulunulan yerden hareketle “doğu” olarak nitelenen en uzak yere, bölgeye göre yapılır ve ikisi arasındaki bir yerin adı olabilir bu...

Ama ne yazık ki insanlar, bulundukları yere, duruma bakmaksızın, Türkiye’de de yaşasa, başka bir yerde de, “Ortadoğu”dan söz ettiklerinde kendi orta doğularını düşünmüyorlar. Onlara, bu kavramı yapıp verenlerin “Ortadoğu”sunu düşünüyorlar. Gerçekliği, onların bulunduğu yerden, kendilerine göre yaptıkları anlamlandırmayla algılıyorlar. Ki bu kavram, “Avrupa merkezci” siyasal ve ideolojik bir anlayışın ifadesidir.

Bundan dolayıdır ki kendi bulunduğu, yaşadığı bir bölgeden bile, “Ortadoğu” olarak söz eden bir insan, ne denli karşı olduğunu ileri sürse de, düşünmesinin, gerçekliği algılama ve anlamlandırmasının temel birimleri olan kavramlarıyla, siyasal ve ideolojik olarak teslim olmuştur, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizme, emperyalizme ve onun egemen sınıflarına... Önce egemenin, siyasal ve ideolojik kavramlarıyla düşünmekten kurtulmak gerek, tutarlı bir karşı oluş için... Yoksa, laf-ı güzâftan öte bir değeri olmaz, karşı çıkışın...

Sözün özü : Her kavram zenginleştirmez insanı... Bazıları teslim alır, farkına bile varmadan... Bundan dolayıdır ki, seçmeyi bilmek gerek, özellikle de kavramları...

27 Haziran 2008

Gerçek ve Doğru... Gerçek Nedir, Doğru Nedir? Gerçek ile Doğru Arasındaki Fark Nedir?

GERÇEK VE DOĞRU
Atalay GİRGİN



Düşünmenin temel birimleri, kavramlar, simgeler, imgelerdir... Ve bunların tümü soyuttur.


Dilbilgisinde, öğrenmeyi kolaylaştırmak için kavramları somut ve soyut, basit ve karmaşık, v.b ayrımlara tabi tutsalar da, soyutluk niteliği değişmez kavramların... Çünkü kavram, en genel haliyle, nesne, olgu ya da olayların zihindeki tasarımıdır. Yani bir soyutlama... Her soyutlama, ister bir indirgeme olsun isterse bir genelleme, her koşulda bir eksiltmedir.

Dilbilgisindeki bu ayrımda dikkate alınan en önemli özellik, bir kavramın bilincimizden bağımsız olarak varolan herhangi bir nesneye ya da varlığa delalet edip etmemesidir. Eğer bir kavram, bilincimizden bağımsız olarak varolan bir nesneye tekabül ediyorsa, ona somut olma niteliği atfedilir.

Örneğin : “Ağaç” kavramı, bir nesnenin karşılığı olduğu için onun somut bir kavram olduğu söylenir. Özgürlük, mutluluk, iyilik gibi oluş bildiren ya da düşsel, düşünsel varlıklara yönelik kavramlar, matematiğin tüm kavramları, soyuttur bu anlamda... Ne var ki, “ağaç” kavramı varolan hiçbir ağacın yerini tutamaz; keza “deniz” kavramı da hiçbir denizin... Bunun nedeni tüm kavramların soyut olmasıdır.

Bu anlamda, insanların önemli bir kesiminin sık sık birbirine karıştırdığı ya da birbirinin yerine kullandığı, “gerçek” de bir kavramdır, “doğru” da...

Düşünmemizin temel birimleri soyut olduğuna göre, onlarla ortaya koyduğumuz düşünce ve o düşüncenin taşıdığı, aktardığı bilgi gerçek olabilir mi? Düşüncesini ifade eden, gerçeği ifade etmiş olur mu? Bu sorunun yanıtını vermeden önce, bununla bağlantılı üç soru daha sormak gerek : Birincisi, gerçek nedir? İkincisi, doğru nedir? Bir diğeri ise, bilgi nedir?

Gerçek denilen, bilincimizden bağımsız olarak varolandır. “Gerçek deyimini özellikle hakikat ve hakikî deyimlerinden titizlikle ayırmalıdır. Gerçek, somut ve nesnel olarak var bulunandır. Hakikat’se gerçeğin bilinçteki yansısıdır. Hakikî deyimi hakikatle ilgili olanı dile getirir.”1 Bundan dolayı gerçek olan, yani gerçek varlık, biz düşünsek de düşünmesek de varolandır. Gerçek olan’ın en önemli özelliği, zamanda ve mekanda var olmasıdır ki bu özelliği onun, hareketten, değişimden ve dönüşümden de arî olmayışına delalet eder.
Gerçek olan’ın karşıtı olarak düşsel, düşünsel olan’a da kısaca değinelim : Düşsel, düşünsel olan varlık ise varlığını düşünmemize borçludur. Bu tür varlıklar, düşünmediğimiz sürece yoktur. Onların bu özelliği, zaman ve mekan dışı oluşlarına da delalet eder ki bundan dolayı düşsel, düşünsel varlıklar değişmez, dönüşmez, hareket etmez... Bu özellikleri nedeniyle, bu tür varlıklara, ideal varlıklar da denilir. Bu varlıklara hareketi, değişimi ve dönüşümü, insan, ancak kendi düşselliğinde yükleyebilir. Zamanda ve mekanda, yani gerçek yaşamda değil...

Gerçek varlıkla düşünsel varlık arasındaki bir diğer önemli ayrım da “gerçeklik”tir. Gerçeklik, gerçek varlığın bir özelliğidir. Düşünsel, düşsel varlığın ise gerçekliği yoktur. “Doğru” kavramı ise, eğer Öklid geometrisi ya da düzlem geometrisinden söz etmiyorsak, bilgiye ait bir değerdir. Dolayısıyla soruyu, “doğru bilgi nedir” haline dönüştürmek gerek. Bunun için de, öncelikle bilginin ne olduğunu belirlemek gerekiyor.

Bilgi, özne ile nesne arasındaki ilişkinin sonucunda ortaya çıkan bir üründür. Bilen ya da bilmeye yönelen bir özne yoksa, tek başına nesnenin varlığı, bilginin ortaya çıkmasına yetmez. Keza tersi de doğrudur : Bilinebilecek bir nesne yoksa eğer, tek başına öznenin varlığı da bilginin oluşmasına yetmez...

İnsanın, kendisinin de bir parçası olduğu, bütünsel olarak nesnel gerçekliği, özel olarak ise toplumsal gerçekliği ya da bunların içerisindeki tikel, tekil varlıkları, olay ve olguları bilme, kavrama, anlama ve anlamlandırma yönelişi ve sürecinde kurduğu bağ ve sonrasında bunu aktarma, bildirme biçimi farklı bilgi türlerinin de ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Çünkü nesnel gerçeklik, çok yönlü ve çok boyutludur. Bilgi de tekilliği, tikelliği ve tümelliğiyle bu nesnel gerçekliğe ilişkindir. İşte “bu nedenle bilgi, ait olduğu alan, elde ediliş biçimi, özne-nesne ilişkisi ve bilgi aktı açısından farklı türlere ayrılır.”2 Ki gündelik bilgi, dini bilgi, sanat bilgisi, teknik bilgi, bilimsel bilgi, felsefi bilgi, bu farklı bilgi türlerine örnektir.

Buradan hareketle, hangi alanda olursa olsun, bilginin insan zihnindeki oluşma sürecinde, öznenin nesneyle kurduğu ilişkide gerçekleştirdiği, algılama, düşünme, kavrama, birleştirme, ayrıştırma, çıkarsama, v.b işlemler, ortaya konan bilginin bir soyutlama olduğunun göstergesidir.Ki her soyutlama bir eksiltmedir, dememin nedeni de budur. Bu eksiltme ise gerçeğe ilişkindir. Bu anlamda, hiçbir bilgi nesnesini birebir yansıtmaz, yansıtamaz. Örneğin : Foto muhabirleri arasında bile, “Objektifin objektifliği, subjektiftir” sözü dolaşır.

Doğru bilgi, nesnesine uygun olan bilgidir. Bir bilgi, nesnesine uygunluğu oranında “doğru” ya da “yanlış” değerini alır. Dolayısıyla “doğruluk” bilginin bir özelliğidir. Elbetteki burada, nesnel gerçeklik üzerinden hareket ediyoruz. Çünkü bunun dışında da bilgiye dair doğruluk ölçütlerinden söz edilir. Örneğin, salt mantık çerçevesinde, formel anlamda da bir bilginin doğru olduğu ileri sürülebilir. “Eğer bir bilgi mantık kurallarına uygunsa doğrudur” denilebilir.

Ancak mantık kurallarına uygun olan her bilgi doğru değildir. Örneğin : “Türkiye’nin nüfusu 70 milyondur. Milli geliri ise 210 milyar dolardır. O halde kişi başına düşen milli gelir 3 bin dolardır.” denildiğinde, bu çıkarımda ileri sürülen bilgi mantıksal olarak, biçimsel olarak doğrudur. Ama Türkiye gerçekliğine baktığımızda bu bilginin, var olan toplumsal gerçekliğe uygun olmadığını tespit ederiz. Ki bu durumda, yukarıdaki önermelere dayanan çıkarımın taşıdığı bilgi, gerçeklik açısından, doğru değildir; yanlıştır. Ama bu, gerçekliğe ilişkin bilginin mantık kurallarına uygun bir biçimde, kendi iç tutarlılığına sahip olarak ifade edilmesinin gerekliliğini, hatta zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Çünkü gerçekliğin doğru bilgisi de mantıksal bir tutarlılıkla ortaya konulmayı gerektirir.

Dolayısıyla, “doğru bilgi” hem bilgisi olduğu ileri sürülen nesneye ya da gerçekliğe uygun olan hem de mantıksal tutarlılığa sahip olan bilgidir. Bunun yanı sıra, “doğru” da her bilgi türünde ortaya konan bilgiye atfedilebilecek bir değer değildir.

Şimdi asıl sorumuza dönelim. Soruyu aynen aktarıyorum : Düşünmemizin temel birimleri soyut olduğuna göre, onlarla ortaya koyduğumuz düşünce ve o düşüncenin taşıdığı, aktardığı bilgi gerçek olabilir mi? Düşüncesini ifade eden, gerçeği ifade etmiş olur mu?

Önce şunu belirtmeliyim : İster tekil, ister tikel, isterse tümel olsun, ne gerçek ne de onun gerçekliği, kendinde bir şey olarak, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, sevap-günah, kutsal-kutsal olmayan, v.b değerlerini taşır. Ona bu değerleri atfeden, sosyal bir varlık olan insandır.

İnsanın, içerisinde yaşadığı gerçekliğe ilişkin düşünmesinin ve ona dair bilgisinin temel birimlerinin soyutluğu yanı sıra, bu bilginin taşıdığı değeri/değerleri de dikkate aldığımızda, bir insanın gerçeği söylemesi bir yana, söylediğinin doğruluğu bile tartışmalı hale gelir. Çünkü “doğru”luk, kişinin ifade ettiği bilginin, gerçekliğe uygunluğu oranında alabileceği değerlerden biridir. Öte yandan bu bilgi, bir soyutlama olması anlamında, gerçekliğin eksiltilmesidir.

Son bir nokta daha : Ne yazık ki gerçek, hiç kimsenin zihnine sığabilecek kadar küçük değildir...

Sözün kısası : İnsanın söylediği bir bilgi doğru olabilir ama asla gerçek olamaz.

Tıklayın: Arzu Okulu




**********************
1 Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, “Gerçek” maddesi, Remzi Kitabevi.
2 Liseler İçin Felsefe, MEB Yayınları, 2002.

18 Haziran 2008

Marx neden 'Marksistler'den kurtulmalı?

Marx neden ‘Marksistler’den kurtulmalı?

Atalay GİRGİN

Önce kısaca eleştirilere yanıtlar1

Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde, 20 Mayıs tarihinde yer alan “Marx neden ateist değildi?” başlıklı yazım, bir haber/yazıydı. Bu niteliğe haiz bir yazının temel işlevi öncelikle haber vermek, haberdar etmek, bilgilendirmek ve ilgi uyandırmaktır. Bunu yaparken de “5N 1K” formülünde ifade edilen unsurların büyük çoğunluğuna riayet etmek durumundadır.

Söz konusu haber/yazı da büyük ölçüde bu koşullara uygundur. Uygun olmayan yanı ise özellikle söylem biçimidir ki, ona haber niteliğinin yanı sıra ‘yazı’ niteliğini de eklemeyi gerektiren boyutlardan birisi budur. “Ne”yin, “nerede”, “ne zaman”, “nasıl” ve “kim” tarafından yapıldığı ise haberin gereğidir “Nerede” sorusunun yanıtına binaen, derginin adı iki kez geçmiştir. Yazının “Reklam yaptığı”nı söyleyenler bunları atlamışlar, “evrika, evrika” diye ortalığa fırlamışlardır.

Yazının, başlıkta içerilen önermeyi temellendirmediği iddiası ise gereksizdir. Çünkü, hiçbir haberin, hiçbir haber/yazının, habere konu olan kişinin önermesini temellendirme yükümlülüğü ve sorumluluğu yoktur. Haber yapan hiçbir insandan da bu beklenmez, istenmez. Ondan beklenen, yapılan haberde “haber değeri”ne haiz unsuru bulup, onu öne çıkarabilmesidir. Ki ilgili haber/yazıyı, birazcık dikkatle okuyan herkes, orada Marx’ın ateist olup olmamasına ilişkin küçücük bir yorum bile yapılmadığını fark edecektir.

“Reklam yapıldığı” ve “önermenin temellendirilmediği” eleştirileri için bu kadar açıklama yeterlidir. Ancak, Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümündeki 27 Mayıs tarihli yazısında, “bazı hususlarda bildirilmiş kanaatlerin izahatle düzeltilmesi gerektiğini düşündüm” diyen Emrah Göker için ayrı bir başlık açmak gerek. Bunun birinci nedeni, Göker’in, eleştirilerini kendince incelikli bir üslupla yöneltmesi ve yazısının içerik düzeyidir. Bunun için teşekkür ederim. İkinci nedeni ise yazısında yer alan bir dizi önermedir. Bunlardan ikisine değinip geçeceğim.

Göker’e küçük bir anımsatma

Örneğin, bunlardan birisi, “Marx filozof değildir” önermesidir. Bana, yazımın başlığında içerilen ve Andy Blunden’e ait olan “Marx ateist değildi” önermesini temellendirmediğim gerekçesiyle, gereksiz ve yersiz bir eleştiri yönelterek, “Fikirlerle yaşayan birinin kanaat tüketicileri piyasasına arz ettiği fikirlerle sansasyon ve heyecan hedeflemesi kabul edilebilir gözükmüyor” derken de eleştiri sınırlarının ötesine geçen, asılsız ‘ithamlar’da bulunuyor. Alınganlık gösterip yanıtlamaya ve tartışmaya değer mi? Hayır!

Ancak sözlerini anımsatabilirim : Yazısında, “Fikirlerle yaşamayı seçmiş insanların uğraştıkları zanaata dair bir takım sorumlulukları olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu sorumluluklardan biri de, mesela gazete gibi bir ortamı kullanarak ahaliye fikir arz etmeden önce, bu fikirler hakkında doğruluk, sarihlik, gerekçelendirilebilirlik gibi kıstaslarla kontroller yapmak olmalı.” diyor. Ki bu sözlerinden hareketle, Göker’in “Marx’ın filozof olmaması” ile ilgili “aktardığı fikirlerin bu kıstasları sağlayamadığını, iyi temellendirilmemiş kanaatler olarak ahalide Marx’ın pozisyonu hakkında ciddi bir yanlış-tanıma etkisi yarattığını düşünüyorum” denilebilir mi? Elbette…

Ama ben demiyorum. Çünkü biliyorum ki, “Marx filozof değildir” önermesinin temellendirilmesi ve bunun geçerliliği, doğruluk değeri, kişinin felsefeyi ne olarak ve nasıl tanımladığına, belirlediğine; “Filozof kimdir? Kime filozof denir?” sorularına verdiği yanıta bağlıdır. Bu yanıtlar açık seçik ortaya konulmadığı sürece de bunu tartışmanın gereği yoktur. Ama, Göker’in “Marx ateist değildi, biliyorduk” sözü için geçerli değildir aynı hüküm.

Marx’ın ateist olmayışının miladı…

Göker, “Marx ateist değildi, biliyorduk” dese de, buradaki “biz” ya sözün gelişi “ben” yerine kullanılmıştır ya da bu “biz”in hükmü de cürmü de “bir avuç” insandan ibarettir. Türkiye’de komünistler, ‘Marksistler’, sosyalistler, devrimciler, 20’lerde 40’larda olduğu gibi 70’lerde 80’lerde ve dahası günümüzde de Marx’tan hareketle “ateist” olarak nitelenmektedirler. Ama bilgilerim dahilinde bunun aksini iddia eden, bunu reddeden, kayda değer, kendine referans verilen ve bilinirlik niteliği taşıyan bir tek yazı yoktur. Dolayısıyla, söylenen sözün de geçerliliği…

Keza, Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde yazıya eleştiri/yorum yazanlar gibi, internet ortamındaki forumlarda da “diyalektik materyalist bir insana nasıl ateist değildir” dersiniz diyen ve yazdıklarıyla farklı bilgi ve bilinç düzeyine sahip olduklarını sergileyen insanların sayısı hiç de az değildir2. Ama bunların, Göker “biliyorduk” dese de, bildiklerinin Göker’i yadsıyor olması önemlidir. Bunda da abesle iştigal bir şey yoktur. Çünkü onlar öyle öğrenmişlerdir. Kimlerden mi?

Önder Uçar’ın çağrıda bulunduklarından… Aşağıda döneceğim ama, yeri gelmişken belirteyim, Uçar’ın Radikal’deki 5 Haziran tarihli “Solun öğrencisinden solun hocalarına çağrı” başlıklı yazısında seslendiklerinin ve dahası yazıda belirtilmese de ‘sesleniş’in kapsamında kalanların (yanılmayı göze alarak yazıyorum ki) tümü3, dünde ve bugünde gencecik, pırıl pırıl insanların yanlış öğrenme süreçlerine sokulmasının müsebbibidir. Ve neylersiniz ki, küçücük bir özeleştiri gereği bile hissetmeden, hâlâ arz-ı endam eylemektedirler…

Konuya dönersek : Göker, ne demiş olursa olsun, Türkiye’de Marx’ın ateist olmayışının, yaygın anlamda bilinirlik düzeyine çıkmasının ve bunun şu ya da bu ölçüde tartışılır olmasının miladı, 20 Mayıs 2008’dir. Bu tartışmanın başlamasına neden olan da, yazının çevirisini yayımlamış olsa da Sözcelem Felsefe-Edebiyat Dergisi değil, Radikal gazetesidir.

Marx neden ‘Marksistler’den kurtulmalı?

Marx’ın talihsizliği, ne kapitalizm ve burjuvazi ne de onun düşüncelerini çarpıtan, bozan, eklektik bir biçimde ele alıp sunan ve devrimci radikal içeriğinden soyutlamaya çalışan iktidarın akademileridir. Aksine onun en büyük talihsizliği, kendilerini özel anlamda ne olarak adlandırmış ya da nitelemiş olurlarsa olsunlar, her soydan ve boydan ‘Marksistler’dir. Hatta Uçar’ın yazısı bağlamında söylersem, “gerçek sol”un, ‘Marksist’ “solcu hocaları”dır.

Bu ‘Marksistler’, Marx’ı bilir; hatta kendilerince, onun yazdıklarının önemli olduğunu düşündükleri bölümleri ezbere bilir, ama genel olarak anlamaz, anlamak istemez; o “hocalar” dahildir buna. Onlar Marx’ın, sözü ve eylemiyle 19. yüzyıldan seslenen bir komünist olduğunu elbette bilmektedirler. Ne var ki kendi saikleriyle bir akıl büyülenmesi yaşadıklarından dolayı, bunun değerini de yerini de anlamaktan uzaktırlar.

Marx, insanın insanı sömürüsüne karşı eşitlik ve adalet özlemiyle kapitalizm koşullarında mücadele edenlerin, düşünceleriyle kendi çağından ileriye doğru ışık saçan yol arkadaşlarından en önemlilerinin başta gelenidir. Ortaya koyduğu düşünceler, yaşadığı koşullarda yaptığı analizler değişmez, sorgulanmaz ve tartışılmaz doğmalar değildir. Zaten bu, ‘Marksistler’in çok sevdikleri ve laf başı geldiğinde bir amentü gibi yineledikleri sözlerden biriyle yazarsam, “eşyanın tabiatına aykırıdır”. Ve o, ne var ki, doğrularıyla yanlışlarıyla 19. yüzyıla aittir.

Oysa ‘Marksistler’ onu, önce 20. yüzyılın ikinci çeyreğine sonra da giderek 21. yüzyıla tartışılmaz referans kaynağı olarak taşıyıp, neredeyse her sözü hadis kılınan peygambere dönüştürüp kutsallaştırdılar. İslam Peygamber’inin 9 yaşındaki kız çocuğuyla gerdeğe girip onu 9 yaşında bir kadına dönüştürmesine tepki göstermeyenler, “Marx’ın aşk hayatı”na ilişkin “hizmetçi” ayrıntısını öğrenince, tabir-i caizse “şok” geçirdiler. Ama bu “şok”, hem 12 Eylül koşullarının, hem de daha önce Atilla İlhan tarafından çevrilip, Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanmış olan A. Kolontay’ın “Cinsel Devrim” adlı kitabıyla tanışmanın etkisi altında, ‘duruma ayak uydurarak’ çabuk atlatıldı. Ne de olsa her şey değişiyordu ve değişmeyen tek şey değişmenin kendisiydi. Vaziyet diyalektiğe uygundu…

Ancak her şeyin bir istisnası vardı, değişmenin bile : ‘Marksistler’ için bu istisna, Marx’ın düşüncelerinin ‘doğruluğu’ ve her şeyin değiştiği bir Dünya’daki geçerliliğiydi. Genellikle kendi işlerine gelmediği zamanlarda anımsayıp yineledikleri, “Marksizm bir doğma değildir” sözü ise laf-ı güzâftan ibaretti. Çünkü ‘Marksistler’, bu topraklar üzerinde Marx düşüncesinin yanına, onun ortaya koyduğu, analizlerinde ve çalışmalarında kullandığı diyalektik yöntemi kullanarak, “yeni” bir “kum tanesi”4 bile taşımamışlardır. Aksine onlar, genel olarak ve karikatürize edip birkaç maddeye indirgeyerek yazarsak, kısaca şunları yapmışlardır :

1) Marx’ı ritüellerinin değişmez bir aksesuarına dönüştürmüşlerdir.

2) Marx’tan yaptıkları, neredeyse her alıntıyı kendilerinin ne kadar ‘Marksist’ olduklarının bir referansı olarak diğer ‘Marksistler’e karşı kullanmayı seçmişlerdir. Elbetteki diğerlerinin de gözü ve eli boş durmamıştır. Onlar da aynı yöntemle5, Marx’ın metinleri arasından kendilerinin ötekilerden daha ‘Marksist’ olduğunu kanıtlayacak söz ve pasajlar aramışlar ve bulmakta da zorlanmamışlardır. Hatta bazen aynı alıntıları kullanarak yapmışlardır bunu.

Tıpkı İslam dünyasındaki kelam hareketinin iki önemli kolu olan Mutezile ile Eşarilik arasında yaşananlara benzer bu durum. Her iki kesimin de değişemez, tartışılamaz ve sorgulanamaz referansı, Kuran ve Peygamber’in sözleridir. Bu akımlar, bir çok konudaki tartışmalarının yanı sıra, özellikle kaderiye ve cebriye sorununda, kendilerini haklı ve diğerlerini de haksız kılmak, yanlışlamak için Kuran’dan birbiri ardı sıra ayetler arar, bulur ve aktarırlar. Zaten bulmamak olanaksızdır. Çünkü, bir başka yazımda belirttiğim gibi, tüm dinlerin kutsal metinleri birer tenakuz abidesidir. Eldeki metnin nasıl olup da birbirine karşıt iki teze cevaz verdiğini sorgulamaya yeltenemedikleri için de sorun “güç”le, “zor”la çözülür. Mutezile tarih olur… ‘Marksistler’in geldiği ve Marx’ı getirdikleri yer çok mu farklı?

3) Marx’ı ve onun düşüncelerini, salt kendilerini diğerleri karşısında haklı kılmanın argümanına dönüştüren ‘Marksistler’; değişik nedenlerle, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalist sömürü düzenine karşı mücadeleyi seçen, bu mücadeleye ilgi duyan genç insanları yanlış öğrenme süreçlerine yöneltmişler ve onların düşünsel ufuklarını daraltıp karartmışlardır. Çünkü kendi düşünsel ufukları dardır.

4) Onlar; sınıflar savaşımı ve devlet öğretisi temelinde, enternasyonal bir örgütlenme ve mücadeleden, sınırların ortadan kalktığı bir Dünya’dan söz eden Marx’ı, kendilerinin dibinde mekan tuttukları ulusalcılık kuyusunun içine sığdırmaya çalışmaktan öteye gidememişlerdir. Çünkü kuyunun dibinde oturan için gökyüzünün genişliği de kuyunun ağzı kadardır. Bu maddelerin sayısını daha fazla uzatmak da bunları ayrıntılandırmak da mümkün. Ama gerek yok; şimdilik yeterli bu kadarı…

Biliyorum ki, Marx 19. yüzyıldan 21. yüzyıla gelip, bu ‘Marksistler’den kurtulamaz. Bu ‘Marksistler’in tümü de Marx gibi bir düşünürün, zamanını ve her geçen gün nesnesini yitiren düşüncelerini bir amentü gibi yineleyip dogmatik bir biçimde günümüze taşıyıp durmaktan vazgeçemez. Çünkü bu amentüler onların varoluş nedenine dönüşmüştür. Dünyayı değiştirme ve dönüştürme mücadelesinin geçmişinde kalmış olanı anlamının bilgisine değil…

İşte kısaca ve genel olarak sadece bunlardan dolayı bile, Marx, ‘Marksistler’den kurtulmalıdır. Bunun çaresi ise Uçar’ın çağrıda bulunduğu “solun hocaları” değildir. “Kelin ilacı olsa” misali, onlar bir ilaca sahip olsalar önce kendi başlarına sürecekler… Ama nafile…

**************
1 20 Mayıs 2008’de Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde yayımlanan “Marx neden ateist değildi?” başlıklı yazıma yöneltilen eleştiri ve yorumlara yanıtımın ikinci bölümüdür bu yazı. İlk bölüm “Dinciler neden hala hem Marx’a bakıyorlar hem de ondan korkuyorlar?” başlığıyla yayınlandı.
2 Bunun istisnalarından biri Radikal’de yorumunu belirten Hakan Uzuner’dir. Çünkü o “Evet Marx ateist değildir çünkü diyalektik ve tarihsel materyalisttir.” derken diğerlerinden ayrılmaktadır.
3 “Tümü” dememe rağmen elbette bunun istisnaları vardır. Ancak “istisna”dan söz etsem, bunların hepsi kendisinin “istisna” kapsamında olduğu kuruntusuna kapılır. Ki öyle yağma yok; bundan dolayı “tümü” diyorum
4 Bunu başaran geçmişte ve günümüzde birkaç önemli isim var elbette. Ama onların ‘Marksist’liği, ‘Marksistler’in geneli nezdinde kayda değer bir kabule mazhar olamamıştır. Örneğin bunlardan biri, İdris Küçükömer’dir. Bir diğeri, kısmen Hikmet Kıvılcımlı ve Özgür Üniversite çatısı altında çalışmalarını sürdüren Fikret Başkaya’dır.
5 Ki bu yöntem asla diyalektik yöntem değildir. Aksine, kilerde yiyecek arayan fareler gibi, tıpkı tarihten, kendilerini ve işgüderi oldukları ideolojiyi haklı kılacak argümanlar arayan kimi tarihçilerin kullandığı eklektik ve seçmeci yöntemdir. ‘Marksistler’ de Marx’ın metinleri arasında, kendi önermelerini destekleyecek ve ötekilerin önermelerini de yanlışlayacak satırlar, pasajlar ararlar. Oysa bulup bulabilecekleri her şey, 19. yüzyılda olup bitenlere dairdir; hem ampirik hem de teorik anlamda… Kuramların ve kuramsal açıklamaların genelliği yukarıdaki cümlenin hükmünü ve geçerliliğini ortadan kaldırmaz.

06 Haziran 2008

'Dinciler'in Marx Fobisi...

‘Dinciler’in Marx fobisi

Atalay GİRGİN

Yazmak insana sözünün sahibi olma sorumluğu yükler. Erdemli olmanın gereği budur. Aslında yalnızca yazmak değil, söz söylemek bir sorumluluktur. Ağızdan çıkan her söz bağlar insanı. Ve insan söylediği söz yanlışsa ‘yanılmışım’ demeyi de, doğruysa onun ardında her şeye rağmen durmayı da bilmelidir. Ama bunun için öncelikle ne söylediğinin bilincinde olmalıdır.

Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde “Marx’ın gerçekten ateist olduğunu mu sanıyorsunuz?” başlığıyla yer alan, “Marx neden ateist değildi?” başlıklı yazım üzerine, Radikal okurları başta olmak üzere bir çok kişi yorumda, hatta kendilerince suçlamada bulundu. Yazıyı Radikal’den alarak tartışmaya açan onlarca internet sitesinde eleştiriden, suçlamaya dek uzanan yorumlar yapıldı. Bunları tek tek, isim isim yanıtlamam mümkün değil elbette. Bundan dolayı, yapılan eleştiri ve yorumları kendi içinde üç grupta sınıflayarak yanıtlamak gerek.

Birinci grup; yazıya dinsel açıdan yaklaşıp, yazıda yer alan dinle ilgili önerme ve düşünceleri harim-i ismetlerine bir saldırı sayanlar, yani dinciler. İkinci grup; “Marx’ın ateist olmadığını zaten bildikleri”ni söyleyenlerle, onun ateist olup olmamasının kendileri için önemli olmadığı, hatta “diyalektik materyalist bir insana nasıl ateist değildir dersiniz” diyenlerden ve yazının “başlıkta içerilen önermeyi temellendirmediği” eleştirisini yapanlardan oluşuyor. Son grup ise, sıradan bir yazıya bile neredeyse paranoyaya varacak denli komplocu yaklaşarak, yazıyı “Marx’ı şirin gösterme”nin, “din ile Marksistler arasında bir yakınlaşmanın tezahürü” olarak değerlendirenlerle, yazının “reklam yaptığı”nı ileri sürenlerden ibaret. Öncelikle birinci gruptakilerden başlayalım. Üçüncü gruptakiler içinse bağımsız bir yazıya gerek bile yok. İkinci grupta yer alanlara ilişkin yazıda değinirim. Yanıtlarımı iki yazıda toparlayacağım. Bu ilk yazı…

Din, toplumsal şizofreninin kaynaklarından biridir.

Bir zamanlar, abartılı bir biçimde söylendiğinde, yeryüzünün her metrekaresinde yaşayanların aslında Türk olduğu iddia edilirdi. Neredeyse Dünya’da yaşayan herkes Türk’tü. Yanı başımızda yaşayan Kürtleri görmeyip –ki onlar “Dağ Türküydü” zaten- Kızılderililere kadar ulaşıldı. Ama öte yandan nedense herkes, Türk olduğunun bilincine varamadığından olsa gerek, Türk’e düşmandı; “yedi düvel bir olup” Türk’ün karşısına çıkıyordu. Ve dolayısıyla “Türk’ün Türk’ten başka dostu” kalmıyordu.

Sonra, ayaklar suya erdikçe, bu iddia biraz esnetildi ve bugünkü Avrupalıların önemli bir kısmının “ön-Türk” kökeninden geldiklerine dönüştü. Bir müddet “ön-Türk” izleri arandı sağda solda, dağlarda mağaralarda... Ve sonunda elde kalan, nereden nereye dedirtecek denli zavallı bir, bari “Dünya Türk olsun” sloganı oldu. İsmet Özel gibileri de çareyi “Türklerin seçilmiş bir kavim olduğu” hüsnü kuruntusuyla avunmakta buldu.

Burada kestirmeden yazıp geçtiğim bu süreç önemli bir göstergedir : Yanılsamalı ideolojik bir bilinç halinin, giderek, nasıl şizofrenik bir algıya anlamlandırmaya dönüştüğünün göstergesi. Bunun vahameti ise bireysel değil, toplumsal oluşundadır. Gerçekliğe aykırı ve gerçeklikten kopuk olan her siyasal ve ideolojik yaklaşımın, sarmalına aldığı insanları ve toplumsal grupları sürükleyeceği nihai nokta şizofrenidir. Çünkü bu tür ideolojilerin öncelikle kendileri yanılsamalı ve şizofrenik bir bilinç halinin ürünüdürler. Ki dinler bu tür ideolojilerin en başında yer alır. Tüm eklektikliklerine ve birer tenakuz abidesi olmalarına rağmen, sorgulamaya ve eleştiriye kapalı kılınan kutsal metinleri de bunun temel kaynağıdır. Ve her biri kendini en değerli, en kutsal addeder. Neylersiniz ki hükmü meri olan gerçekliktir.

Yazıda yer alan konu bağlamında İslamiyet’in, Musevilik ve Hıristiyanlık’la birlikte anılmasında da onlardan sonra gelmesinde de herhangi bir sorun yoktur. Çünkü bu üç din kozmoloji açısından, evrenin yaratılışı anlayışında, yalnızca kendilerine özgü söylemsel farklılıklara sahiptir. Ne de olsa peygamberleri farklı; her insan kendi yaşadığı çağa ve kendi meşrebine göre söyleyecek elbette…

İslamiyet’in diğerlerine ve özellikle de Hıristiyanlığa göre temel farklılığı, Allah’ın evrene “hulûl etmemesi”dir. Yani evrenin dışında olmasıdır. Evrenin bir “dışı”nın olduğu kabulü; ister “genişliyor” deyin, isterse Allah’ın “genişletiyoruz” dediğini söyleyin, her durumda bir “son” ve bir “sınır” durumunun ayan beyan dışavurumudur. Bu ise bir merkezin tartışılmaz kabulü demektir. Çünkü tek bir merkez, ancak sonu ve sınırı olan varlıklar için olanaklıdır. Sonsuz ve sınırsız olanda ise merkez hem her yerdir hem de hiçbir yer… Ve adı geçen üç din için de merkez, İslamiyet’in kavramıyla söylersek, “eşref-i mahlukat”ın yaşadığı dünyadır. Musevilik ve Hıristiyanlık bir yana, İslamiyet, Aristo’nun ileri sürdüğü ve Batlamyus’un sürdürdüğü sonlu, sınırlı ve yer merkezli evren anlayışına esas olarak “eşref-i mahlukat”ı eklemiştir. Daha ötesi değil.

Hiç kimse bilim karşısında işlenen suçu, yalnızca Hıristiyanlığın sırtına yükleyip sıyrılmaya çalışmasın kendi “günah”ından. Çünkü o sıralar, ‘zıll-ullah’ın emriyle, Takiyeddin’in rasathanesi daha yenilerde yerle yeksan edilmişti Osmanlı’da. Dolayısıyla bu konuda yapılan itiraz, yorum ve eleştirilerin herhangi bir hükmü de geçerliliği ve doğruluğu da yoktur.

Söylenenlerin tümü, Galileo’dan ve daha özelde de G. Bruno’dan bu yana bilimin ileri sürdüğü ve Coğrafya ders kitaplarında bile yıllardır yerini almış olan “evrenin sonsuz ve sınırsız” olduğu tezi karşısında en hafifinden bir vaziyeti idare etme ve eldeki metni bilimsel bilgilere, verilere uydurma çabasıdır. Ebcedciler, şifreciler neden bu kadar revaçta sanıyorsunuz ki… Oysa İslamiyet de kozmoloji anlayışını borçlu olduğu Musevilik ve özellikle de Hıristiyanlık gibi, sonsuz ve sınırsız bir evren anlayışını kabul edemez. Çünkü bunu kabul ettiğinde “Arş” da “Arş”a dayalı ayet ve söylemlerin hükmü de tarih olur. Ki yazımda yer verdiğim önermelerin sonuncusu, kısmen Kuran’dan, Yunus suresinden alıntıdır. Hadi kimsenin hatırı kalmasın, buna Ra’d suresini de ekleyeyim, ama ayet numarası için Kuran’ı yeniden karıştırmamı beklemeyin.

Eleştirel yorumlarda adı anılan surelerdeki ayetler ve benim alıntıladığım ayetin yanı sıra Allah’ın “Arş’a istiva”sından söz eden, Ra’d suresi dahil pek çok başka ayet de söylediklerimi yanlışlamıyorlar. Aksine ve dahası “Arş”ı ve “Arş’a istiva”yı içeren her ayet, antropomorfik, yani insan biçimli bir Allah anlayışına da temel sunuyor. Ama bunları anlatmanın yeri burası değil.

‘Dinciler’in Marx’a ilgisi ve ondan korkusu

Dincilerin, Marx’ın ne olup olmadığı karşısında gösterdiği ilginin temelinde dinden kaynaklanan bir şizofrenik algı yatmaktadır.

Onların şizofrenik algısını koşullayanlardan biri “Her insanın fıtratından Müslüman olduğu” önermesidir. Tanrı’yla ya da dincilerin çok sevdikleri ve “El-İlah”ın bozulmuş bugünkü biçimiyle yazarsak, Allah’la temellenen bu önerme, gerçeklikle karşılaştırıldığında, her şeye kadir mükemmel bir yaratıcının, mükemmelliğinde ve kadirliğinde eksikliğin göstergesidir. Çünkü “fıtratından Müslüman” olanların büyük çoğunluğu bir bakmışsınız ki, Müslüman olmadıkları gibi, İslamiyet’e de karşılar. Tıpkı her yerde ve herkeste Türklük arayışından, herkesi Türk’e düşman olarak görmeye varan anlayış misali…

Önermenin neliği ile gerçeklik arasındaki bu çelişki karşısında, yanılsamalı ve daha da ötesi şizofrenik bir algıya sahip olmayan, bir zihin yarılması yaşamayan her insan, hem önermeyi sorgulamaya hem de gerçekliği yeniden anlamaya çalışır. Ancak dinciler, referansı “El-İlah” ya da Allah olan ve yaklaşık 1350 yıl öncesinden gelen önerme karşısında “akıl tutulması” yaşarlar. Önerme ve onun taşıdığı hüküm gerçekliğe uymamaktadır. Doğru değildir. Ama ne var ki, bu doğru olmayan, aksine yanlış olan önermeyi sorgulamak “El-İlah”ı, Allah’ı sorgulamaktır. “Akıl tutulması” ve şizofrenik bilinç hali bir dincinin bunu yapmasına engel olduğuna göre, geriye bir tek şey kalır : Toplumsal ve tarihsel gerçekliğin dününde ve bugününde olup bitenlerde bir düşman ve şeytan aramak. Bunların başında da inanmayanlar gelir: Sadece kendi dinlerine değil, tüm dinlere… Dahası Tanrı’nın, “’El-İlah”ın/Allah’ın, adına ne derseniz deyin evrenin dışında doğa üstü bir gücün var olmadığını ileri sürenler… Çünkü tüm bu doğa üstü varlıklar, insanın eseridir.

Marx, işte bunları yazıp söyleyenlerin, yeryüzünde en fazla tanınanı ve bilinenidir. O bu niteliğine rağmen, düşünceleriyle insanları en az dinler kadar etkilemiştir. Hem de ileri sürdüğü sınıflar savaşımı öğretisine dayalı bir biçimde, üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak gerektiğini belirterek. Dolayısıyla dinciler, böyle bir insanın “ateist olmaması” düşüncesi karşısında, kendilerini haklı kılabilme umuduyla heyecanlanmışlardır. İlgilerinin nedeni budur. Ama bir de korkuları vardır : Bu korkuları ise Marx’ın mülkiyete ilişkin söyledikleridir. Dinciler, “Mülk Allah’ındır” söylemiyle üretim araçlarının özel mülkiyetini kutsarlar. Yalnızca mülkiyetimi..? Hayır!.. İnsanın insanı sömürüsünü kutsar onlar... Zaten “ganimet” de hem Allah’ın hem de Peygamber’in değil midir? Marx, onların kutsadığı özel mülkiyetin, nasıl talanla, gaspla, artı-değere el koymakla elde edildiğini ve kutsal hiçbir yanının olmadığını ortaya koymuştur. İnsanın insanı sömürüsünün kutsallaştırılmasında dinin meşrulaştırıcı ideolojik işlevini de…

Sözün özü, bir ideoloji olarak dinin ve bu ideolojinin işgüderleri olarak dincilerin, Marx’a ilgileri de ondan korkuları da devam edecektir. Çünkü, insanın ilgisi, her daim en çok korktuğuna yöneliktir. Ve onlar bilir ki dinin panzehiri de, ne deizm ve panteizmdedir ne de ateizmde… Bu panzehir, Marx’ın düşüncelerinde doruğuna ulaşmıştır. Dolayısıyla, korkmasın da neylesin dinciler…

02 Haziran 2008

Eğitim ve Özgürlük Ya da Eğitimde Özgürlük Yanılsaması

Eğitimde özgürlük yanılsaması
Atalay GİRGİN

“Özgürlük” kavramı, geçmişten bugüne, insana özgü ve insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan birçok etkinliğin ya da varlığın başına getirilerek onların niteliği kılınmak istenir ya da kılındığı sanılır.

Birçok kavram çifti oluşturulur bu konuda, “özgür” ya da “özgürlük” sözcüğüyle başlayan ya da biten. Örneğin; “özgür insan”, “özgür eğitim”, “özgür vatan”, “özgür aşk”, “cinsel özgürlük”, “dinsel özgürlük”, “siyasal özgürlük”, “ekonomik özgürlük”, “halklara özgürlük”, “başörtüsüne özgürlük”, v.b. gibi. Bunların her biri nelikleri ve gerçeklikleri açısından sorgulanmaya ve değerlendirilmeye muhtaçtır. Tıpkı “eğitim” ve “özgürlük” kavramlarının ilişkisi gibi.

Başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu yazıda ele alınacak olan da eğitim ve özgürlük ilişkisinin kurulup kurulamayacağı; “özgür eğitim”in olup olamayacağıdır. Elbette bu yapılırken, bu kavramlar ve onların nelikleri ve gerçeklikleri temel hareket noktası olacaktır. Buradan hareketle, neliği ve gerçekliği açısından “eğitim” kavramıyla başlayalım.

Eğitim

Eğitim, en genel haliyle eğitim, hem neliği hem de gerçekliği olan bir kavramdır. Eğitimsiz insan insansız eğitim yoktur. Nerede insan varsa orada eğitim ve nerede eğitim varsa orada da insan vardır. Yani eğitim insandan, insan eğitimden ayrıştırılamaz. Bu açıdan insan, eğitimin hem nesnesi hem de öznesidir; eğiten ve eğitilendir.

Eğitenin içerisinde bulunduğu, eğitilenin/eğitilecek olanın da içerisine doğduğu toplum, toplumsal yapı, tüm hareketliliğine ve değişkenliğine rağmen, onların kendilerinden önce varolanlarca nesnelleştirilmiş olandır. İnsan yavrusu, bu nesnelleştirilmiş olanın dışında “insan” olamaz. İnsan yavrusunun insanlaşma serüveninin, doğduğu andan itibaren başladığı yegâne alandır bu...

İşte bu alanda, en ilkel biçimiyle de olsa eğitim, “eğitileni eğitene benzetme” etkinliği olarak gerçekleşir. Bir başka deyişle, eğitenin, bilinçli ya da bilinçsizce, kendini en azından düşünce ve inanç düzeyinde eğitilende var kılma etkinliğidir eğitim. Ki bu var kılma etkinliğinde, eğitenin, kendisinde bulunmasından haz aldığı, değer atfettiği özelliklerin yanı sıra, kendisinde bulunmayan ama olmasını istediği değer ve özellikleri eğitende oldurma çabası ve yönelişi de içkindir. Bu boyutuyla eğitim, her toplumda anne babalarca, sistemli ya da sistemsizce yürütülen; yeni doğan insan yavrusunu, hem yaşar kılma hem de sosyalleştirme eylemliliği olarak gerçekleşir. İçeriğini, doğru olduğu kabul edilen, dünde belirlenmiş olan bilgi, değer ve eylemler oluşturur. Amaç bunların eğitilene kazandırılmasıdır.

Ancak bu etkinliğin, yani eğitimin, içerisinde gerçekleştiği toplumun gelişmişliği ya da büyüklüğü hangi düzeyde olursa olsun, o toplumda bulunan, ekonomik, sosyal, siyasal, askeri, dinsel, v.b farklı güç odakları ve kurumları bunun içeriğini belirlemeye çalışırlar. Kendi istedikleri doğrultuda düşünen, söyleyen ve eyleyen insanlar yetişmesidir amaç. İşte sistematik eğitim etkinliği, bu amaç doğrultusunda, eğiteni, yani öğretmeni profesyonelleştirir.

Eğitenin profesyonelleştirilmesi, onun, hem kendini eğitilende var kılma yönelişine son verilmesi hem de eğitimin içeriğini belirleme yetkisinin elinden alınmasıdır. Artık eğiten, eğitileni kendine benzetmeye çalışmakla değil; onu, egemen olanın istediği tarzda düşünen, söyleyen, eyleyen birisi olarak yetiştirmekle yükümlüdür. Keza, eğitilenin neyi bilip bilmemesine, neyi yapıp yapmamasına karar veren de egemendir.

Bu noktada, ister genel eğitim isterse toplumun egemenlerince uygulanan sistematik eğitim olsun; her halükârda eğitim, eğitilene/eğitilecek olana kazandırılacak ya da kazandırılmak istenen bilgi, değer ve davranışları içerir. Eğitimin ve eğitenin başarısı da bunlardan ne kadarının eğitilende gerçekleşip gerçekleşmediğiyle ölçülür. Öte yandan hem genel hem de sistematik eğitimde içeriğin belirlenmesi, eğitilenden/ eğitilecek olandan bağımsızdır. Hele sistematik eğitimde, eğiten de paranteze alınır. Kendilerinden bağımsız belirlenen, dolayısıyla kendilerine dışsal kılınan amaç ya da amaçlar doğrultusunda, eğiten ve eğitilen birbirlerine karşıt bir konumla, bazen çatışarak, bazen eğlenerek, bazen katlanarak, zorlanarak, ortak bir etkinliği gerçekleştirir. Çünkü, içerisinde yer aldıkları bu süreçte, eğitenin de eğitilenin de zorunlulukları ve sorumlulukları vardır. Eğiten ve eğitilen olma niteliklerini yitirmeyi, terk etmeyi ya da bu niteliklerin kendilerinden alınmasını göze almadıkları sürece, zorunluluk ve sorumluluklardan kaçış yoktur.


Bu zorunluluk ve sorumluluk koşullarında, eğitim, eğitilenin ya düşüncesini ya bedenini ya da her ikisini birden eğitmeye, biçimlendirmeye yöneliktir. Sonuç olarak bu biçimlendirme her koşulda, toplumun egemenlerinin genel ve özel isteklerine, ihtiyaçlarına, yönelişlerine ve önceliklerine göre gerçekleştirilir. Birey nezdinde de, mümkün olduğunca, “kasıtlı olarak ve istendik bir biçimde”... Ama her daim de başkalarınca ve önceden belirlenmiş olan, bilgi, değer ve eylemler doğrultusunda...

Özgürlük

Özgürlük, insanın bilincinden bağımsız olarak varolan herhangi bir gerçek varlığa ya da onun gerçekliğine delalet eden bir kavram değildir. Bu anlamda o, neliği olsa da, gerçekliği olmayan bir kavramdır. Yani insanın düşüncesinin, bilincinin dışında ne bir varlığa ne de bir gerçekliğe dayanır. Düşünsel bir kavram olarak, yalnızca düşünsel bir varoluşa sahiptir.

Özgürlük, her çağda, her toplumda, insanların bulundukları yere, bireysel ya da toplumsal istek, özlem ve ihtiyaçlarına, eylemlerinin ya da eyleme girişimlerinin karşısına çıkan engellere göre, yerli yersiz telaffuz ettikleri kavramlardan biridir.

Toplumsal eşitsizliğin veri olduğu, egemenlerin ve tabii olanların varolduğu hiçbir çağda ve hiçbir toplumda, herkes için geçerli evrensel bir özgürlük yoktur. Herkesin kendisine göre bir anlam yükleyebildiği, içerisinde yaşadığı koşullarda, kendi kabullerine dayalı olarak ve kendisine göre ‘somutlayabildiği’ kavramlardan biridir özgürlük. Ki bu noktada, genelliği ve mutlaklığından değil, göreliliğinden söz edilebilir özgürlük denilen bir halin...

O, telaffuz edilişi ya da okunuşuyla çağrıştırdığı sınırsızlık ve engellenemezlik anlamına rağmen, ancak belirli bir zaman ve mekan koşullarında, bunun fiili ve potansiyel olanakları temelinde ileri sürülen kabullerle belirlenip algılanır kılınabilir. Bu ise, kavramın çağrışımsal anlamı ile daha başlangıçta kurulan, ortaya çıkan bir çelişkidir. Çünkü, hem zamanın ve mekanın belirliliği, hem bunun olanaklarının sınırlılığı, hem de ileri sürülen kabuller, bir sınırsızlık ve engellenemezlik çağrışımı yapan özgürlük’e bir sınır çizer. Her sınır bir engellemedir. Bir soyutlama düzleminde düşünürsek, özgürlük ve sınır, ikisi bir arada olamayacak ya da olmaması gereken kavramlardır.

Bunun yanı sıra, her anlam ve her değer de özgürlük’e sınır çizer. Keza, bireyin karşılaştığı herhangi bir durum karşısında yapmayı ya da yapmamayı seçtiği eylemler de... Burada bir sorumluluk peydah olur. Sorumluluk’un peşi sıra ise, müeyyideler; bedel ya da ödül... Anlam, değer, sorumluluk, bedel, ödül, ister bireysel nitelikli olsun, isterse toplumsal, özgürlük’e çizilen sınırlardır.

Bunlar düşünüldüğünde ise, özgürlük anlamın ve değerin yokluğudur. Anlamın ve değerin yokluk hali ise insansızlıktır. Çünkü insan, anlam ve değer üreten, dahası bunlarla varolan bir varlıktır. Bu noktada özgürlük, çağrıştırdıklarının aksine, bir sınırlılık, sınırlanmışlık hali olarak anlam kazanır; bireysel ve toplumsal düzeyde... Bu ise kendini bir nakzediştir.

Sonuç

Eğitim ve özgürlük, ikisi bir arada var olamayacak kavramlardır. Birincisi, yani eğitim, en genel haliyle bile, hem neliğe hem de gerçekliğe haiz bir kavram olarak; insanın, insan yavrusunu, insanlaştırmasının, sosyalleştirmesinin; ona bilgi, değer ve davranış kazandırma etkinliğinin adıdır. Hangi tarzda düzenlenmiş olursa olsun; hangi tarzda gerçekleştiriliyor olursa olsun, her koşulda zorunlulukların ve sorumlulukların; sınırlılıkların ve engellenmelerin alanıdır. Hem eğiten hem de eğitilen için geçerlidir bu...

Özgürlük ise bilincimizden bağımsız bir gerçekliğe sahip olmayışı bir yana, neliği üzerinde bile anlaşılamayan bir kavramdır. Neliği açısından taşıdığı, çağrıştırdığı, sınırlanamazlık ve engellenemezlik anlamı ise onu, salt düşsel, düşünsel bir varoluşa mahkum kılmaktadır.

Dolayısıyla, eğitim isteyenin özgürlük, özgürlük isteyenin de eğitim talebinin; hele hele “özgür eğitim” isteminin herhangi bir gerçekliği ve hakikati yoktur. Daha doğru bir deyişle, bunun hakikati de gerçekliği de “Anka Kuşu”nun ya da “Tek Boynuzlu At”ın gerçekliğinin hakikati kadardır. Ne fazla ne de eksik... En azından bu yazı bağlamında da, şimdilik, daha ötesi laf-ı güzâftır artık.

Şimdilik diyorum, çünkü ne eğitim ne özgürlük, ne de her ikisi birden herhangi bir yazıda, insanın yaşadığı herhangi bir zaman ve mekan koşullarında tüketilebilir konulardır. Bunlar, özellikle de özgürlük ve özgürlükle ilişkilendirilen bir konu insan varolduğu sürece tüketilip bir yana konulamayacaktır. Bu yazı bağlamında bile bir çok soru olanaklıdır. Ki bunlar eğitim ve özgürlük ilişkisini ya da bu ilişkinin kurulmasının gereksizliğini, yersizliğini ve anlamsızlığını çok yönlü olarak ele alabilmek, tartışabilmek için önemlidir. Zaten bu yazıyı da, en genel haliyle, soruna ilişkin bir tartışmaya, bir sorgulamaya başlangıç mahiyetinde değerlendirmek gerekir.

24 Mayıs 2008

Türkiye'de Felsefenin Yeri

Felsefeciden Memur, Memurdan ‘Felsefeci’ Yaratılan
TÜRKİYE’DE FELSEFENİN YERİ
Atalay GİRGİN

Herhangi bir yerde felsefenin yerini belirlemeye çalışmak ya da onu aramak, varlığını baştan kabul etmek demektir. Bu anlamda, Türkiye’de de felsefe, felsefi düşünce ve ürünleri vardır. Yalnızca Türkiye’de değil, sistematik hale gelsin ya da gelmesin, bir geleneği olsun ya da olmasın, adına “felsefe” densin ya da denmesin, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, her toplumda, felsefi düşünüşe uygun düşünen, söyleyen, eyleyen birileri vardır ve onların şahsında, o toplumda da felsefe vardır. Ve dünden bugüne, güncel ve tarihsel “Türkiye”de de felsefenin varlığı yok sayılamaz. Ancak üzerinde durulması ve belirlenmesi gereken onun toplumsal yaşamdaki yeri ve toplumsal yaşamdaki etkisidir.

Bu bağlamda, “Türkiye’de Felsefenin Yeri”1 başlığı geniş kapsamlı ve derinlemesine yapılan bir çalışmayı gerektirir. Elbette ki böylesi bir çalışma ne dergi sayfalarına sığdırılabilir ne de buna uygundur. Hele hele bu bütünsellikte bir çalışma, bir dergi yazısının harc-ı alem bir işi hiç değildir. Farkındayım bunun.

Dolayısıyla, bu yazıda, meramımı anlatabilmek için, konuya ilişkin bazı noktalarda kapsamı dar tutmak ve olabildiğince genel bir biçimde değinerek geçmek gerekiyor, özellikle tarihsel arkaplana ilişkin aktarımlarda; ilgilisi belirtilen kaynaklara başvurabilir bunun için. Ki bazı noktalarda da durumu saptamaya dönük ve eleştirel içerikli önermelerin ve belirlemelerin, birileri, sorunu kavramak ve çözmeye, çözüm üretmeye yönelmek yerine, alınganlık gösterip yersiz ve gereksiz olarak, “harim-i ismet”lerine bir saldırı sayabilecek olsalar da, vurgulanması önem arz ediyor.

Buradan hareketle, öncelikle üst başlığa değinerek başlayacağım yazıya.

Ardı sıra yazının geri kalan bölümünde de, öncelikle başlığın gerektirdiklerini temel olarak ve kısaca belirlemekle yetinip, sonrasında da felsefenin ve felsefi düşünmenin neliğine uygun tarzda ve sınırlı bir biçimde konuyu ele alacağım.

Felsefeciden Memur Olursa...

Felsefeci ve memur... Memurluk ve felsefi düşünme, söyleme ve eyleme etkinliği... Bunları, birbirinin niteliği kılabilmek; bir araya getirebilmek ve bir araya getirilişlerini meşru kabul edebilmek, memurluk ve felsefe, memur ve felsefeci/filozof kavramlarının neliğine aykırıdır.

Memuru felsefeci addetmekle memurun memurluğuna herhangi bir halel gelmeyebilir. Ama bir felsefecinin memurlaştırılması, onu o andan itibaren özürlü ve icazete muhtaç bir felsefeciye dönüştürür. Bu, özellikle de, memurlaştırılan felsefeci tarafından meşru kabul edilip, “memur” sıfatını yitirip yitirmeme kaygısı bilincine içselleşmişse, sorun, bütünsel anlamda felsefi düşünme etkinliği açısından hayati öneme haiz demektir. Bu durumda “memur” niteliği aslilik kazanır ve “felsefeci”lik niteliği, ne yazık ki ilineğe dönüşür. O, memurlaş(tırıl)madan önceki alışkanlığı gereği, her şey üzerine arada sırada düşünse bile, yitirmek istemediği memurluk süresince, bu düşünmeleri (istisnalar hariç) günyüzüne kavuşan düşüncelere dönüşemez.

Memurluk, hem bir zihniyete hem de yapılan işe tekabül eder. Ve her daim amiri gerektirir. Amirsiz hiçbir yerde hiçbirşeyin memuru olunamaz. Memur zihniyetine sahip olamayan ya da kendisine bu zihniyet kazandırılamayan herhangi bir kişi, hasbelkader memur sıfatına bürünmüş olsa da, memurlukta uzun süre kalamaz. Ya o kişi memurluktan vazgeçer ya da memurluk ondan... Çünkü böylesi bir kişi için “memurluk” ilinekten öte bir nitelik kazanmamış demektir.