öğretmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öğretmen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2013

ÖĞRETMENLER NEDEN OKULU SEVMEZ?


Öğretmenler Neden Okulu Sevmez?

Atalay Girgin*

Başlıktaki sorunun hükmü birçok kişiyi şaşırtacaktır. Birçoklarını yadırgatacak… Birçok kişi için de gerçekliğin hakikati olacaktır: Öğretmenler okulu sevmez.

Biliyorum, her genelleme tehlikelidir. Ve yine biliyorum ki, tek tek yanıtları alınıp tespitleri yapılmamış her genellemenin istisnaları vardır. Bu anlamda “Öğretmenler okulu sevmez!” genel hükmünün de istisnaları söz konusudur. Ve bu istisnalar, yani her şeye rağmen okulu sevenler, adı üzerinde genelin kapsamı dışındadır.

Bu kısa açıklamanın ardından konumuza dönelim: Öğretmenlere, “Okulu seviyor musunuz?” diye bir soru yöneltirseniz. Özü sözü bir, sözünü sakınmayan az sayıdaki öğretmen dışında, hiçbir öğretmen “Hayır!” demeyecek, diyemeyecek, hayırhah bir tutumla “Evet!” yanıtını verecektir.

Ancak gerçekliğin hakikati hiç de öyle değildir. Bunu anlamak için, “idealist” diye nitelenip küçümsenen öğretmenlerle, okul dışında var olmayı başaramamış ve oradan çıktığında kendini çırılçıplak ve savunmasız hisseden öğretmenler dışındakilerle samimi bir biçimde konuşmanız, onların hal ve hareketlerini gözlemeniz, yaşamlarını nasıl kurguladıklarına bakmanız yeterlidir.

Bu söylenenleri yaptığınızda, sorunun yanıtı, sorana, soruluş biçimine, yere, zamana, koşullara ve ortama göre değişecektir. “Evet! Seviyorum!” yanıtlarının büyük bir çoğunluğu “Hayır!”a dönüşecektir. Neden?

“Öğretmenler neden okulu sevmez?” sorusu önemli. Hem mevcut gerçekliği ve onun hakikatini anlayabilmek, hem de var olan gerçekliği değiştirebilmek açısından önemli. Kapsamlı bir çalışmanın ilk taslağına dayanan bu yazıda her şeyi ayrıntılı bir biçimde dile getirme olanağı yok. Ancak potansiyel olarak yanıtını içinde barındıran bazı soruları yönelterek kısa bir değerlendirme yapmak mümkün.

 Elbette bu açıklamanın ardından birçok kişi, yanıtlarını çok farklı saiklerle verecek ya da vermeye çalışacaktır. Birçoğu yanıtının ardı sıra, “Ama…” ya da “Ancak..” diyen açıklamalara yeltenecektir. Tüm bunları göze alarak ve “Ama…”larla, “Ancak…”larla başlayan gerekçeleri ön görerek sorularımı yöneltiyorum.

İşte Sorulardan Birkaçı

Öğretmenler, her okulun en önemli kararlarının alınması beklenen “Öğretmenler Kurulu” toplantılarına severek ve isteyerek mi katılır? Önemli tartışmaların yapılıp toplantının uzamak durumunda kalmasına sevinir, bundan mutlu olurlar mı? Yoksa bir an önce bitse de gitsek kaygısıyla mı davranırlar? Gündeme ilişkin konuşmaya yeltenip toplantının uzamasına neden olanlara yerine göre tatlı sert bakışlar fırlatıp, yerine göre de homurdanırlar mı?

Öğretmenler, dersleri biter bitmez okulu bir an önce terk etmenin yoluna mı bakarlar? Yoksa dersleri bitse bile okulda kalıp kendilerini orada gerçekleştirmeye mi çalışırlar? Veyahut da görevleri olmadığında ya da zorunlu tutulmadıklarında okulun semtine bile uğramazlar mı?

Okul öğretmenler için kendilerini gerçekleştirdikleri bir varoluş alanı mıdır yoksa para kazanmak için gelmek zorunda kaldıkları bir işyeri mi? Okula aidiyet bilincinin gerektirdiği sorumluluk bilinciyle mi gelirler, zorunluluğa dayanan görev bilinciyle mi?

“Neden?” Sorusunun Kısa Yanıtı

Yukarıdaki soruların yanıtları, öğretmenlerin neredeyse geneli denilebilecek bir çoğunluğunun “Okulu sevmiyor” olmalarının da gerekçelerini ortaya koyacaktır. Hatta bir adım daha ileri gidip, şu da söylenebilir: Öğretmenlerin yine ezici bir çoğunluğu, haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış, okuldaki işleri angarya olarak görür. 

Gelelim, “Öğretmenler neden okulu sevmez?” sorusundaki hükmün gerekçelerinden birkaçına:

Bunlardan birincisi, öğretmenlerin büyük bir çoğunluğunun çalıştıkları okula aidiyetleri yoktur. Okul onlar için kendilerini gerçekleştirdikleri varoluş alanlarından biri değildir. Aksine para kazanmak için geldikleri bir işyeridir. Bundan dolayı, aidiyete dayanan bir sorumluluk bilinciyle değil, zorunluluktan kaynaklanan ve para kazanmak için yapılması gereken bir iş, bir görev bilinciyle gelinen yerdir. İş biter bitmez de terk edilmesi gereken bir yer.

İkincisi, okulların ve okul idarelerinin geneli, öğretmenin aidiyet bilinci oluşturmasının, geliştirmesinin önünde engeldir. Her öğretmenin kendi rengini ortaya koyarak, bir renk harmonisi, bir gökkuşağı oluşturabileceği koşulların ortaya çıkmasını istemez. Öğretmenlerin, bir tekniker ya da teknisyen edasıyla işlerini yapmasını, verilen görevlerin dışında etliye sütlüye karışmamasını, tabir-i caizse “eski köye yeni adetler getir”ip başlarına gereksiz işler çıkarmamalarını ister. Bunun yanı sıra, öğretmenlerin “angarya”, “gereksiz” ya da “kırtasiyecilik” olarak gördüğü raporları, evrakları zamanında teslim etmeleri yeterlidir.

Bunları daha da uzatmak olası, ancak şimdilik gerek yok. Sözün özü, öğretmenin, kendini gerçekleştirme alanlarından birine dönüşmeyen / dönüştürülemeyen, aidiyet bilinciyle taçlanmayan hiçbir okulu, öğretmenden sevmesini beklemek ve istemek de doğru değildir.



* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com

27 Temmuz 2009

Eğitimde Radikal Değişim Zamanıdır!

Eğitimde Radikal Değişim Zamanıdır

Atalay GİRGİN*

ÖSS sonucunda yaklaşık 30 bin öğrencinin “sıfır çekmesi”nin açıklanmasıyla birlikte ilgili ilgisiz birçok kişi, hem genel olarak eğitim hem de asıl olarak ilk ve orta öğretim üzerine konuşmaya, görüş beyan etmeye başladı. Sanki bu durum hiç bilinmiyormuş gibi, kimi “eğitimin sefaletinden”, kimi “ilk ve orta öğretimde eğitimin iflas”ından dem vurdu. YÖK Başkanı da, sorumlu olarak başında bulunduğu üniversitelerin ne halde bulunduğuna bakmaksızın, bu sonuçları “ortaöğretimde bir zafiyetin işareti” olarak değerlendirdi.

Açıklamaları okuyup da “bu insanlar başka bir ülkede, başka bir toplumda mı yaşıyorlardı?” dememek elde değil. Dahası, söz konusu değerlendirmeleri, açıklamaları yapanların, soruna ilişkin etkili çözüm önerileri üretip uygulamalarını beklemek de... Çünkü bu insanların bir çoğu yıllarca hem karar alma hem de uygulama açısından etkili olan kurum ve kurullarda yer aldılar ve bir kısmı da hala böylesi konumdalar. Etkili ve yetkili oldukları dönemlerde bu konuda kayda değer bir icraat yapmayanların, mevcut anlayış ve bakış açılarını koruyor olmalarına rağmen yaptıkları figan feryat açıklamaların da herhangi bir kıymet-i harbiyesi kalmıyor bundan dolayı. Aslında söylenenler körün fiili tarifinden daha öte bir değer de taşımıyor.

Oysa eğitimin hal-i pür mealini, içler acısı halini görmek için ÖSS sonuçlarının açıklanmasını beklemek gerekmiyordu. Fiilen şu ya da bu ölçüde eğitim öğretim sürecinin içinde yer alan, neliği ve gerçekliğiyle eğitim üzerine düşünen, soran sorgulayan insanlar, bu durumu yıllardır görmekte ve dillendirmekteydi. Tevazuya gerek yok, bu satırların yazarı da bunlardan biridir. “Öğretmen ; düzenin duvarındaki tuğla” adlı kitabımda, mevcut durumuyla eğitimin asıl olarak neye hizmet ettiğini ve niçin yapıldığını belirttim defalarca. Keza mevcut durumu görmek için ÖSS sonuçlarını beklemeyen başkaları da vardı. Bu insanların hepsine değinmeyeceğim ama birini de belirtmeden geçmeyeceğim : Fikret başkaya.

Yıllardır, birçok konunun yanı sıra, eğitime ilişkin de sorgulamalar yapan, eleştirel yaklaşımıyla düşünceler ve öneriler üreten Fikret Başkaya, ÖSS öncesi yazdığı “Sınav sanayi ya da eğitimin sefaleti” başlıklı makalesinin daha ilk paragrafında, “Türkiye’de en hızlı gelişen sektörlerden biri ‘sınav sanayii’...” saptamasını yaptıktan sonra ekliyor : “Fakat gözden kaçan çelişik bir durum var: sınav sanayii sektörü hızla gelişirken eğitim sistemi çöküyor”1. Birilerinin bilmezlikten göremezlikten geldiği, ÖSS sonuçlarının ardından fark etmiş gibi yaptıkları durumu belirtmekle yetinmiyor Başkaya. Aynı zamanda soruyor : Buraya nereden ve nasıl gelindi? Sorunun yanıtını, sistemin işleyişinden, eğitimin metalaştırılma sürecine, öğretmenlerin işlevinden dershanelere, vb.’ye dek değişik açılardan ortaya koyuyor yazıda.


Eğitimin mevcut durumunu toplumsal bir sorun olarak algılayan Başkaya, “Eğitim bir haktır” dedikten sonra, olacakları öngörürcesine “Yarın yine ÖSS yapılacak. Bir ay kadar sonra sonuçlar açıklandığında televizyonlar ve gazeteler ‘en başarılı’ üç öğrencinin başarısının sırrı üzerine yazılar yayınlayacak canlı yayınlar yapılacak, ‘uzmanlar’ da derin tahliller yapacak, özel üniversiteler birincileri kapmak için yarışacak, bu vesileyle özel dershaneler şampiyon çıkarmakla öğünecek, lâkin geleceği kararan milyonlarca genç insanın ve ailelerinin kaderi asla tartışma konusu yapılmayacak...” sözleriyle noktalıyor yazısını.

Başkaya’nın noktayı koyduğu yerden başlamak gerek. Bu tablonun önümüzdeki yıllarda da yinelenmemesi için, hem yaklaşım hem de uygulamalar bazında ve zaman geçirmeksizin kısmen radikal kısmen de reformist ve demokratik değişim ve dönüşüm için adımlar atmak gerek. Salt eleştirel bir yaklaşımla yetinmeyip öneriler üretmek de…. Çünkü bu toplumsal bir sorundur ve sonuçları yalnızca ÖSS ile sınırlı değildir. Aksine toplumsal yaşamın tüm alanlarıyla ilgilidir. Çözüm yolları ve buna ilişkin öneriler de, bundan dolayı, toplumsal öncelikler ve toplumsal yarar ekseninde belirlenmek zorundadır.

Buradan hareketle soruna öncelikle iki açıdan yaklaşmak gerek : Birincisi, yapılması gereken eğitimin neliği, işlevi, amacı ve içeriğinin ana hatlarıyla belirleneceği, genel kabuller ya da ilkeleri içeren kuramsal boyut. İkincisi, şu andan başlayarak hızla yapılması, uygulamaya konulması gereken pratik öneriler ve düzenlemeler boyutu2.

Değişime İlişkin Genel Kabuller ve ilkeler :

10 Mayıs 2009

Felsefeciler Hangi Tanrı'nın Varlığını Kanıtla(ma)yacak?

Felsefeciler hangi Tanrı’nın varlığını kanıtla(ma)yacak?

Atalay GİRGİN*

“Zıddı söylenemeyecek hiçbir şey yoktur.”1

Milli Eğitim Bakanlığı, felsefe derslerine ilişkin, ‘taslak’ olduğu söylenen bir çalışma yaptırdı. Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı aracılığıyla ve Orta Öğretim Genel Müdürlüğü’nce görevlendirilen bir “Özel İhtisas Komisyonu”nun hazırladığı bu çalışmanın adı, “Orta Öğretim Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu”.

Felsefe dersinin ünite ünite nasıl işleneceğine, hangi konuda hangi etkinliğin yapılacağına ilişkin bilgilerin yer aldığı bu çalışmayla, felsefe öğretmenlerine ‘kılavuz’ olmak da amaçlanıyor. Önümüzdeki eğitim-öğretim döneminden itibaren uygulamaya konulması düşünülen bu program, olumluluklarının yanı sıra olumsuzluklar da içeriyor.

Özellikle bu yazıya konu olan ve “Din Felsefesi” ünitesine ilişkin ‘kılavuzluk’ girişimi bu olumsuzluklardan biri. Söz konusu “Felsefe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu”nun 80. sayfasında yer alan, “Tanrı var ki…” başlıklı bölümü okuyup da “Kılavuzu karga olanın …” sözünü anımsamamak elde değil. Çünkü bu bir değil, birçok açıdan problemli.

Öncelikle felsefenin neliği açısından doğru ya da uygun bir yaklaşım değil bu. Çünkü neliği açısından felsefe, akla dayalı bir biçimde, konusunu bütünsel olarak ele alma iddiasını taşıyan, kavrayıp anlamlandıran ve ona eleştirel bir biçimde yaklaşıp soran, sorgulayan tutarlı bir düşünme etkinliğidir. Oysa “Tanrı var” hükmünün peşinen kabulüne dayanan söz konusu ‘kılavuz’, daha baştan bu neliğin temel unsurlarının üstünü çizmeye yönelmektedir.

Öte yandan, felsefe öğretmenine, el çabukluğu marifet türünden bir ‘cinlik’le, “Tanrı var” dedirterek ve onun varlığını kanıtlamaya yönelterek, “Din Felsefesi”nin neliğine de aykırı davranılmaktadır. Din felsefesi, mevcut programa göre, bütün dinler ve hatta ateizm karşısında, dolayısıyla onların Tanrı / Allah anlayışları karşısında “eşit” mesafede durur. Hiç birinin yanında ya da karşısında olmadığı gibi, insanların inançlarını zayıflatmak ya da güçlendirmek gibi bir yaklaşıma da sahip değildir.

Neliği olup gerçekliği olmayan kavram : Tanrı / Allah