Sayfalar

22 Ekim 2020

MEB Kimlere Teslim? İlinek İnsana Mı? Yoksa...?

 

MEB Kimlere Teslim İlinek İnsana Mı? Yoksa…? 

Atalay Girgin* 

Başlıktaki soruyu bir kez daha tekrar edip devam edelim: MEB kimlere teslim? MEB’i bu kişilere kim ya da kimler teslim etti?

Malumunuzdur ki Türkiye’de eğitim hem nicelik hem de nitelik anlamında hızla enkaza dönüş(türül)müştür. Eğitimin bu içler acısı halini günümüzde hâlâ bilmeyen, duymayan kaldı mı? Bilmiyorum.

Hatta “Fikri bir buhranın içinde çırpınıyoruz”, “Topyekûn bir eğitim öğretim reformu yapmamız gerekiyor” sözleriyle Recep Tayyip Erdoğan bile mevcut durumu kabullendi ve sonunda bunu bilenler ve bildirenler (Bu konuda herkes aynı şeyi bilmiyor ve bildirmiyorsa da) kervanına katıldı. O’nun bu sözlerinden sonra, bakalım, “2023 Eğitim Vizyonu”nda mevcut eğitim enkazına “nicel başarı hikâyesi” diyerek methiye düzen Ziya Selçuk ne söyleyecek?

Gerçekten merak ediyorum: Ziya Selçuk kem küm mü edecek? “Kim ne derse desin! Ben sözümün arkasındayım!” mı diyecek? Yoksa bir gün önce söylediklerinin tam tersini işitir işitmez, hem de zerre utanıp sıkılmadan, yüzleri bile kızarmadan, “Biatsa biat! İtaatse itaat! Liderim ne derse odur!” diyen çemişler misali, boynunu büküp “Sukut ikrardan gelir!” dercesine susacak ya da onların sözlerini mi yineleyecek?

Ziya Selçuk’un ne deyip ne demeyeceğini bilemem elbette! Lakin gözlerini ve aklını, tüm kurumları içten ve dıştan kuşatan hem toplumsal çözülme ve kültürel çürüme sarmalındaki gerçekliğe hem de özel olarak, bu sarmalda savrulan eğitim gerçekliğine kapatmayan ve olup biteni anlama, algılama ve değerlendirme özürlü olmayan her insan şu ya da bu ölçüde eğitimdeki enkazın farkındadır. Dahası bunun müsebbiblerinin kimler olduğunun da… Elbette bunun farkında olmayan ya da görmezlikten gelen istisnalar vardır.

Bazen İstisna Kurala Dönüşür

Dünyanın dört bir yanında istisna, toplumsal çözülme ve kültürel çürümenin zirveye eriştiği dönemlerde, şu ya da bu neden(ler)le “akıl tutulması” yaşayan birileri ya da çoğunluk için, genelleşip kural haline gelebilir. Örneğin; bu durum, ne baktığını görebilen ne de gördüğünü, duyduğunu neliği ve gerçekliği ile anlayıp değerlendirebilen “bakar kör”ler ve “ideolojik esir”ler için geçerlidir. Bunlar yalnızca inanır ya da inkâr ederler. Birileri ne derse, hangi komutu verirse, ona göre söyler ve eylerler. Bu uğurda sergiledikleri maharetleriyle Pavlov’u bile kıskandırabilirler!

Keza benzer bir durum aklını, bilincini, olan ya da olmayan entelektüel birikimini, dahası bedenlerini bile kendilerine sıfat, statü, makam, koltuk, maddi ve manevi haz ayrıcalığı lütfeden efendilerinin hizmetine koşanlar için de geçerlidir.

Hatta bunlardan bazıları, akıllarını ipoteğine verdikleri yetmezmiş gibi, tüm benliklerini hizmetine koşmaktan kendilerini alamadıkları efendilerine daha fazla yaranabilme gayretkeşliğiyle onun yaptığı, söylediği her şeye abartılı övgüler düzmekten geri durmazlar. Bu uğurda kâh bir soytarıya dönüşürler, kâh bir dalkavuğa…

Keza yolsuzluk, hırsızlık, yalan, talan, rant ve rüşvet ilişkilerinin yaşandığı ve kendilerinin de bir parçası oldukları ve içinde kulaç attıkları, riyakarlık ve ikiyüzlülükle kokuşmuş sosyal bataklıktan yükselip dört bir yanı kuşatan cüruf ve leş kokularına bile “misk-i amber” diyerek övgüler düzmekten de geri kalmazlar. Hele hele önünde ya da ardında vecd içinde secde ettikleri efendilerinin yellenmesine tanık olmaya görsünler, “misk-i amber” de yetmez hislerini ifade etmeye… Zevkten ve keyiften öylesine geçerler ki kendilerinden, dilleri lâl olur!

Soytarıdan ve Dalkavuktan Öğretmen Olmaz! 

Dünyanın neresinde olursa olsun, böyleleri, sayılarını sınırlı tutmak kaydıyla, kadrolu soytarı ve dalkavuk olabilir! Sonuçta işleri güçleri “hık” deyicilik, maskaralık ve efendilerini eğlendirmek, arada sırada da şamarlanmaktır.

Ancak bunlardan eğitim yöneticisi, müfettiş, profesör, öğretim üyesi, öğretmen vb. asla olamaz. Çünkü son saydıklarımın asli görevi ve sorumluluğu, birilerine itaat ve biat etmek değildir. Efendi bellediklerine İtaat ve biat dört ayaklısından iki ayaklısına dek yalnızca köpeklerin ya da sıfatı, statüsü, makamı ne olursa olsun köpekleşenlerin işidir. Yani ilinekleşmekte sınır tanımayanların işi…

Bir eğitim yöneticisinin, müfettişin, profesör, öğretim üyesi, öğretmen, vb’nin asli görevi ve sorumluluğu ise aklını ve benliğini birilerinin hizmetine koşmadan, yani biat ve itaat etmeden, akla dayalı bir biçimde düşünmek, sormak, sorgulamak, eleştirel değerlendirmeler yapmak, hatta değerleri yeniden değerlendirme bilinciyle karşısına çıkan sorunlara da yaratıcı çözümler üretmektir. Yani felsefi düşünmek… Aynı zamanda bir eğitim felsefecisi olan Nermi Uygur’a göre, bunu yaparken de Biricik geçerli bir tekkültürün işgüderi olmadığını açık-seçik bilmek zorundadır eğitimci”. 

Yine Nermi Uygur öğretmeninden, eğitim bilimcisine ve akademisyenine dek tüm eğitimciler için der ki eğitimcinin, eğitim bilimcinin “İşi, görevi, sözüm ona resmen kendisine buyurulanları yerine getirmek” (yani egemenlerin işgüderi olmak) “değildir”. Çünkü bu emir erlerinin, kurşun askerlerin, memurların işidir. İlineğin de ilineği olan ve ilinekleşmekte sınır tanımayanların işidir. Ve bir öğretmenden, bir eğitimciden de memur olmaz. Keza bir memurdan da öğretmen…

Eğer olursa ne mi olur? Bu sorunun yanıtı için, toplumsal çözülmenin ve kültürel çürümenin sarmalına kapılmış yaşanan gerçekliğe bakın… Bu sorunun yanıtı için bir enkaza dönüşmüş olan eğitim gerçekliğine bakın… Çünkü yanıt orada, hem de ayan beyan ortada…

Peki; bunca girizgâhın ardından yeniden soralım: MEB kimlere teslim? Yani eğitim kimlere teslim? İlinek insana mı yoksa felsefi düşünen insana mı?

İlinek İnsan ve Felsefi Düşünen İnsan

Yazı konusunun eğitim olması hasebiyle baştan belirteyim: Eğitim, özellikle de okullarda yapılan sistematik eğitim siyasal bir faaliyettir. Eğitimin üç temel işlevinin başında siyasal-ideolojik işlev gelir. Yani yaşanan Dünya-evrensel koşullarda eğitimi siyasetten ve siyasal iktidarlardan koparmak mümkün değildir. Çünkü hiçbir iktidar, sistematik eğitim sürecinden geçen her insan yavrusunun, fiili ya da potansiyel anlamda eğilmesinin bükülmesinin sağlanarak, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde biçimlendirildiği bu etkinlikten elini ayağını çekmez. Özellikle de otoriter, totaliter ve teokratik iktidarlar… Dahası dikta özlemiyle yanıp tutuşan liderler ve hükümetler de… Açık ya da örtük bir biçimde kendi istediği insan tipinin yetiştirilmesini güvence altına almak isterler. Bunun için de eğitim alanında istihdam edeceği ve ilineğin ilineği olmakta, ilinekleşmekte sınır tanımayan insana ihtiyaçları vardır. Felsefi düşünmeye ya da felsefi düşünen insana değil. Çünkü denir ki “Felsefenin arzusu politika”dır.

Felsefenin arzusu politika olsa da politikanın, politikacıların ve onlardan lütuf, ulufe, sıfat, statü, makam bekleyen ya da verilmiş olanları korumak isteyen, bunlar sayesinde elde ettiği maddi ve manevi haz ayrıcalığını yitirmemek için çırpınan ilineğin ilineğine dönüşen insanın arzusu da kaygısı da felsefe değildir. Çünkü felsefe ve asıl olarak da felsefeci ve felsefi düşünen insan, politikayı şiddetle arzuladığı anlarda bile, aklını paranteze almaması, onu, kutsal addedilmiş olsun ya da olmasın, herhangi bir dışsal varlığın ipoteğine vermemesi, hizmetine koşmaması gerektiğini bilir. Bunu yaptığı an, kurduğu onca felsefi önermeye, kullandığı onca felsefi kavrama rağmen, felsefenin/felsefi düşüncenin sırra kadem basacağının bilincindedir.

İlinek İnsan Kimdir?

İlinek insan, ilinekleştirilen ya da ilinekleşmek zorunda kalan ve kendini buna mecbur hisseden insan ise aklını kendi dışındaki düşsel/düşünsel ya da “şu” diye gösterilebilen gerçek varlık ya da varlıkların ipoteğine vermek ve hizmetine koşmakla karakterize olur. Çünkü bu insanın kaybedebileceği her türlü makama ve maddi zenginliğe ilişkin korkuları, kaygıları vardır. Keza ilinekleşmekte sınır tanımadığı sürece de neler kazanabileceğine dair hayalleri, umutları…

Bunları korumak, hayallerine erişmek uğruna onurundan bile vazgeçer ve başta kendi değeri olmak üzere, hem sözünün ve eyleminin hem de karşısındaki kişinin değerini, ilineğine dönüştüğü varlık ya da varlıklarla ilişkisinden başlatır. İlinek insan için kendisinin ve karşısındaki insanın değeri, ilineği olunan varlık ya da varlıklarla kurulan ilişkinin uzaklığına-yakınlığına, olumluluğuna-olumsuzluğuna, iyiliğine-kötülüğüne ve taşınan sıfata, statüye, makama göre belirlenir.

Oysa bu, felsefi düşünen insanın işi değildir. Çünkü o hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin değerini kendisinden, yani bizatihi “şu” diye gösterilen insandan başlatır. Felsefi düşünen insan için, İonna Kuçuradi’nin de belirttiği gibi, her insanın değeri ve değerleri vardır. Bu değer, kişinin kendisinden bağımsız olarak var olan ya da var olduğu kabul edilen,  dışsal bir varlıkla ilişkisinin niteliğinden, sıfatından, statüsünden, makamından, parasından pulundan, malından mülkünden kaynaklanmaz. Çünkü bir kişinin kendisini ya da karşısındakini bunlarla değerli ya da değersiz addetmesi bir yanılsama olmanın dışında, ilinek insan oluşunun da apaçık bir göstergesidir.

Örneğin, çevrenize iyi bakın! İtibarı ve değeri parada pulda, şanda, şatafat ve gösterişte, oturduğu ya da yaptığı binaların, bindiği arabanın büyüklüğünde arayan ve gören, Nasrettin Hoca’nın “Ye kürküm ye!” fıkrasını anımsatırcasına, bunları ekonomiye, maddiyata endeksleyen… Buna rağmen kendisini ve kendisi gibileri maneviyat ehli, karşısındakileri de maddiyatçı, madde düşkünü olarak niteleyen… Sıfatı-statüsü-makamı dolayısıyla önüne gelene canının istediği zaman, yalan-iftira-hakaret dâhil, ağzına gelen her sözü söyleyebileceğini düşünen ve söyleyen… Canının istediğini yapan ve engellendiğinde bağırıp çağıran, asıp kesen, tehditler savuran… Kendisinden farklı düşünenlere ya da kendisine karşı çıkanlara her türlü değersizliği yakıştıran… Sürekli onaylanmayı bekleyen herhangi birini biliyorsanız, görüyorsanız, bilin ki o ilinek insandır. Hem de ilineğin dik alasıdır.

İlineğin İlineğine Dönüşenler

Lakin bunun gibilerden lütuf, ulufe, sıfat, statü, makam bekleyişinde olan, bunların karşısında el pençe divan duranlar; bunların apaçık yalanlarına, yanlışlarına bile alkış tutanlar, zerre itiraz etmeyenler/edemeyenler, hatta her sözünde keramet bulanlarsa, kendilerine atfettikleri değer ne olursa olsun, hiyerarşik bir biçimde ilineğin de ilineği olmakla karakterize olan kişilerdir.

Bunlar; ilineğine dönüştükleri kişiden ya da varlıktan korktukları kadar, inandıkları ya da var olduğunu ileri sürdükleri Tanrı’dan/Allah’tan korkmazlar. Bunlar; ilineği oldukları kişinin, gücün, otoritenin karşısında, gassalin önünde çırılçıplak uzanan mevta gibidirler. Tam bir teslimiyet içinde o nereye isterse oraya dönerler. Ve ne yazık ki bunlardan geriye kalan, aklı, iradesi, hatta bedeni, ilinek olunan gerçek ya da düşsel/düşünsel varlığa/varlıklara ipotek eylenerek; varlığım varlığına armağan olsun denilerek; üstü çizilen, kendilerine göre değerli ya da değersiz sıfatlar, statüler giydirilmiş, her biri sureti haktan görünen, birer insan bakiyesidir.

Öte yandan; felsefi düşünen insan açısından, akla dayalı bir biçimde, kavramlarla ve bu kavramların neliği ve gerçekliğinden hareketle kurulan önermelerin, onlarla örülen ve eleştiri süzgecinden geçirilen düşüncenin, bilginin, nesnesine uygunluğu temelinde mantıksal bir iç tutarlılıkla ifadesi esastır. Yani ileri sürülen bir felsefi düşüncenin, ortaya konan bir bilginin, bir metnin öncelikli tutarlılık ölçütü, dışsal bir varlık ya da otorite değildir. Metnin kendisidir. Bunun yanı sıra felsefede tutarlılığın altın anahtarı, başta bilgi ve değer (etik ve estetik) olmak üzere siyaset, toplum, eğitim, sanat, kültür, vb. anlayışını da koşullayan, varlık anlayışıdır. Yani ontoloji, yani bir başka deyişle varlık felsefesidir.

İlinek İnsan İlineği Olduğuna Biat ve İtaat Eder

İlinek ya da ilineğin ilineğine dönüşmüş olan kişiler için ise ileri sürülen düşüncenin tutarlılığının, geçerliliğinin ve doğruluğunun mihenk taşı kendi dışında ve ilineği olunan varlık ya da varlıklardır. Hatta bu noktada tutarlılıktan çok, ilineği olunan varlığın hoşuna gitmek, onun onayını almak, söylenen her şeyin onun kabullerine uygun olana bağlanması, kendini nakzetmek pahasına biat bildirimine dönüşmesi geçerli tek ölçüttür. İlineği olunan varlıklar ise eleştiriden, sormadan, sorgulamadan aridir. Hatta onlar söz ve eylemlerinden dolayı sorumsuzdurlar. Onlara yalnızca biat ve itaat edilir.

Felsefi düşüncede ileri sürülen bir bilginin en önemli özelliklerinden birisi de eleştirel olmadır. Konu edinilen şey ister bir bilgi kırıntısı olsun, isterse kapsamlı bir metin, daima eleştirel bir değerlendirmeden geçer. Ona ilişkin ifade edilen her önerme, aklın, onun neliği ve gerçekliğini dikkate alan çok yönlü eleştirel değerlendirme süzgecine tabidir. Çok yönlü olmasının temel nedeni şudur:

Her Bilgi Varlığın Dününe Aittir

Her bilgi, her daim, varlığın dününe aittir. Yani hem nesnesi hem de kendisi itibariyle geçmişte kalmıştır. Bu anlamda her bilgi, her metin toplumsal-tarihsel bir nitelik taşır ve dünden seslenir. Bu niteliği dolayısıyla, onun üzerine kurulacak her önerme, ileri sürülecek her düşünce, yalnızca bir değerlendirme değil, esas olarak antropolojik, hatta felsefi antropolojik temelli eleştirel bir değerlendirme olmak zorundadır. Çünkü tarihsel-toplumsal bir metnin ve onun aktardığı bilginin eleştirel bir değerlendirmeden azade tutulması, nesnesi çoktan değişmiş ya da ortadan kalkmış, yani nesnesini yitirmiş bir metnin, yanılsamalı bir biçimde tartışılmaz, dokunulmaz, zaman ve mekân üstü mutlak bir doğru olarak kabul edilmesi anlamına gelir.

Oysa insanlık tarihinde varlığın gerçekliğine dair böylesi bir hakikati bütünsel olarak bildiren ve bildirebilecek hiçbir metin, hiçbir kitap yoktur ve bundan sonra da olmayacaktır. Zaten herhangi bir bilgiye ya da kitaba ilişkin varlığın gelmişi, geçmişi, şimdisi ve geleceğine dair hakikat bildiriminde bulunduğu iddiası, safsatadan başka bir şey değildir.

Bunun yanı sıra, felsefi düşünen insan için nesne edinilen şey, inşa edilen ve sürekli değişen toplumsal gerçeklik ya da onun farklı veçheleri ve süreçleriyse şayet, bu durumda olanı olması gereken açısından ele almanın ve değerlendirmenin kaçınılmaz bir gereği olarak kurulan önermelerin eleştirelliği zorunludur. Bu anlamda, hangi genellik, hangi akademik formellik zırhına büründürülürse büründürülsün, tarafsız önerme, “tarafsız cümle yoktur”. Hele de konu, bilinçli ya da bilinçsizce inşa edilen toplumsal-tarihsel-siyasal gerçeklikse, onun şu ya da bu alanına ilişkinse, tarafsız bir cümle kurmak imkânsızdır.

Dahası, epistemolojik anlamda da sıfatı ne olursa olsun, gerçekliğe, özellikle de toplumsal-tarihsel-siyasal gerçekliğe dair her bilgi, kabuller temelinde ideolojik bir nitelik taşır. Bir kabuller varlığı olan insanın, insanla anlamlanan, insan tarafından insan için yeniden yeniden anlamlandırılan nesneler, ilişkiler ve değerlerle kuşatılmışlığın dışında bir var oluşu da mümkün değildir zaten.

****

Bu açıklamalar ışığında yeniden soralım: MEB kimlere teslim? İlinek insana ve insanlara mı? Yoksa felsefi düşünen insanlara mı? Örneğin; çevrenizdeki genel müdürler, daire başkanları, şefler, müfettişler, İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürleri, vb, o konumlara nasıl geldiler? Birilerinin karşısında el pençe divan durarak ve o birilerinin lûtfuyla mı? Yoksa hiç kimseye boyun bükmeden kendi haklarıyla mı?

Aslında baştaki soruyu, en tepeden en aşağıya dek genelleştirerek sorabiliriz: Bu toplumu ilinek insanlar ve ilineğin ilineği olmakta ve ilinekleşmekte sınır tanımayan insanlar mı yönetiyor? Yoksa akla dayalı bir biçimde ve felsefi düşünerek, soran sorgulayan, sözünün sahibi olan, yalan söylemeyen; sıfatına, statüsüne, makamına sığınmadan, karşısındaki insana ve insanlara yalnızca insan olduğu için değer veren, her insanı değeri ve değerleriyle bir bütün olarak gören ve değerlendiren insanlar mı?

Ve bir de kendinize sorun: Ben ilinek bir insan mıyım? Yoksa…

Not: “MEB Kimlere Teslim? İlinek İnsana Mı? Yoksa…?” Sorusunu gelecek yazılarda ilginç örnekler ve ilginç bilgilerle yanıtlamayı sürdüreceğiz. Örneğin; “Sekretere Yalvaran Öğretmene Kükreyen Genel Müdür”e ne dersiniz?



* Ankara Üniversitesi, DTCF Felsefe Bölümü mezunu ve “Arzu Okulu”, “Aşk Mavidir Öğretmenim”, “Lağımpaşalı”, “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Edebiyat Nedir Ki…”, “Allah dedi Üstad-ı Azam” kitaplarının yazarı. Felsefenin Işığında / Felsefece; http://atalaygirgin.blogspot.com

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder