Sayfalar

06 Kasım 2018

Türkiye'de Eğitim İktidarların Oyun Alanıdır


Türkiye’de Eğitim İktidarların Oyun Alanıdır
Atalay Girgin*

Türkiye’de eğitim, dolayısıyla MEB, öteden beri, iktidara gelenlerin egemenlik kurmak istedikleri bir oyun alanıdır. Elbette bedeli toplumsal olarak ödenen bir oyun…

Bunun asli nedeni şudur: Hem genel olarak eğitim, hem de özel olarak okullarda yapılan sistematik eğitim, toplumun mevcut kuşaklarının ve aynı zamanda da onları izleyen nesillerinin bilincini siyasal ve ideolojik olarak biçimlendirme, “ideolojik körlük”le malul kılma etkinliğidir. Ekonomi politikalarını ve kültürel tercihlerini (özellikle kitle iletişim araçlarının yaygın olmadığı yıllarda) zihinleri “ideolojik körlük”le sakatlanmış çocuklar ve gençler yetiştirmek ve onlardan başlayarak kitlelere yayma aracıdır.

Dolayısıyla, toplumu, kendi siyasal-ideolojik ve dinsel tercihleri doğrultusunda hızla değiştirip dönüştürmek isteyen iktidarlar, güçleri nispetinde, öncelikle bu alanı kendi oyun alanları haline getirirler. Bunun için de ilk yapılması gereken, mevcut olanı, (iyi de olsa kötü de olsa, doğru da olsa yanlış da olsa, güzel de olsa çirkin de olsa) kendi kabulleri temelinde bozmaktır (şimdiden söyleyelim ki yarın kimse bağırıp çağırmasın, bu günler geçecek ve bu dönemin sonrasında da aynısı olacaktır. Bugün bozulanı kaçınılmaz olarak düzeltmek için bile olsa…).

Bu bozma süreci bazen biçime, bazen içeriğe, bazen de her ikisine birden müdahalelerle gerçekleştirilir. Sağından solundan müdahalelerle mevcut olanı bozup kötürümleştirirler. Ama yaptıkları her müdahale ile de eğitimin kalitesini arttırdıklarını iddia ederler. Oysa burada aslolan, toplumun ihtiyaçlarından çok bunu yapanların histeriye ulaşan saplantılı siyasal ve ideolojik amaçlarının yanı sıra iktidar ve egemenlik hırslarıdır. “Kindar ve dindar nesiller” isteği ve bu uğurda hala yapılanlar bunun çarpıcı bir örneğidir.

Lakin sosyolojik olarak temel toplumsal kurumlardan biri olan eğitim alanında oyun bir kez başlamışsa dur durak bilmez, sonuçları itibariyle başka alanlardaki oyunlara da benzemez. Dahası bu oyun, diğer temel toplumsal kurumları da sarmalına alarak, dinsel temelli, saplantılı siyasal ve ideolojik bilinç halleriyle her geçen gün genişler ve derinleşir. Bir türlü önlenemeyen, yok edilemeyen kanserli bir hücre gibi her yere sirayet ederek, toplumsal çözülme ve kültürel çürümeyi, çatışma ve iç savaş halleri de dâhil, nihai sonuçlarına doğru hızlandırır. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi…

Peki; eğitim alanındaki oyun ne zaman ve nasıl başladı?


Demokrat Parti ya da Oyunun Başlangıcı

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları ve onu izleyen tek parti yılları, kimi çevrelerin ve güç odaklarının tüm hoşnutsuzluk ve mırıldanmalarının, ayak sürümelerinin, yer yer müdahale çabalarının eşliğinde de olsa, yoksunluk ve yoksulluk koşullarına rağmen nispeten daha istikrarlı eğitim politikalarına ve uygulamalarına tanıklık etmiştir. Keza özgün bir deneyim olarak nitelenebilecek Köy Enstitüleri bu dönemin eseridir.

Ancak çok partili siyasal hayatın başlaması ve özellikle de Demokrat Parti (DP) dönemi eğitim alanını uluslararası kurumlara ve uzmanlara açmıştır. Başka bir ifadeyle, DP dönemiyle birlikte, ABD ve onun kuruluşları içerdeki hoşnutsuzların imdadına yetişmiş ve onları hem siyasal ve ideolojik hem de fiili anlamda hızla devşirmiş ve kendilerinin yerli işbirlikçilerine dönüştürmüşlerdir**.

1956 yılı eğitim alanı için önemli bir tarihtir. DP döneminde, ABD ve kuruluşlarıyla iyice gelişen ilişkiler müdahalenin uygun zeminini yaratmış ve ilk meyvesini vermiştir1. Bu ilişkilere katkısı ve değeri unutulamadığı için okullara adı verilen DP’nin Milli Eğitim Bakanı Celal Yardımcı ve elbette dönemin Başbakanı Adnan Menderes önemli ve kolaylaştırıcı unsurlardır. Diğer tarafta ise Türkiye’nin çocukları ve eğitim sistemi için seferber olmuş, yardım ve hayırsever (!), Amerikan Ford Vakfı vardır. Bu vakıf, aynı yıl MEB’te kurulan komisyonu alır, dünyanın birçok ülkesini gezdirir, yedirir, içirir. Ve sonra da Viyana’da bir otelde eğitim-öğretim programına ilk neşteri vur(dur)ur (Ayrıntılı bilgi için Doğan Ergun’un Sosyoloji ve Eğitim kitabına bakılabilir.) Tabii ki kendi eğitim uzmanlarının fikri yönlendiriciliği ve katkılarıyla… Dahası, hayırseverliğinin ve bonkörlüğünün nişanesi olarak, bütün masrafları kendi bütçesinden karşılayarak. Acaba neden?

Elbette iş burada kalmamıştır. Sırada çıbanbaşı olarak görülen Köy Enstitüleri vardır. Onun da icabına bakılmalıdır. Amerikalı bir uzman görevlendirilir. Bu uzmanın hazırladığı rapor doğrultusunda, Köy Enstitülerinin de kapatılmasına karar verilir ve kapatılır. Yıl 1957’dir. Yere göğe koyulamayan Menderes ve onun Bakanı Celal Yardımcı görevlerini başarıyla ifa eylemişlerdir. Yani adları boşuna yaşatılmaya çalışılmıyor. Adamlar hak etmişler!

Sonraki yıllar ise koalisyon dönemlerinin de etkisiyle, yapılan Milli Eğitim Şuralarına rağmen, eğitimi ve eğitim politikalarını toplumun ve çağın gereklerine uygun hale getirmek yerine, siyasi partilerin Bakanlık ve alt birimlerinde, yönetim kademelerinde kadro kapma çekişmeleriyle geçmiştir. Öğretmenler içinse cezalar ve sürgünlerle… Ta ki 12 Eylül 1980 Darbesine dek.

12 Eylül 1980 sonrası iktidara gelen Turgut Özal ve ANAP’la birlikte eğitimde Türk-İslam sentezi bayraklaştırılır. 1980 öncesinin kadrolaşma kavgasına gerek yoktur artık. Her şey tek partili iktidarın ve bakanlarının meşrebince yürütülür.

Eğitim alanında, kâğıt üzerinde birilerini çok fazla rahatsız edecek radikal bir değişikliğe gidilmeden, Milli Eğitim Temel Kanununun her türlü esnekliğe cevaz veren eklektik yapısı kullanılarak, Türk-İslam sentezine uygun gerekli müdahale ve uygulamalar yapılır. İtiraz edenlerin cılız sesleri (Hasan Celal Güzel’in Bakanlığı sırasında düzenlenen Milli Eğitim Şurasında protestocu muhaliflere karşı yapılanları anımsayın) ise gerektiğinde şiddet kullanılarak bastırılır. Eğitim politikaları ve uygulamaları açısından görünmez asli zemin olan sermeye birikim biçiminin gerekleri doğrultusunda adımlar atılır. Ekonomide ihracata dönük sermeye birikim ve serbest piyasa dönemidir. Ve bu doğrultuda eğitimde hızla dershanelerin önü açılır, özel okulların sayısı (bugünkü kadar her mahallede bir bakkal dükkanı, market, süpermarket misali olmasa da) artmaya başlar.

Yine bu dönemde, 12 Eylül’le zorunlu hale getirilen din dersi uygulaması sürdürülür ve mevcut İmam Hatiplerin yanına hızla yenileri eklenir.

Birilerinin “Arka bahçemiz” dediği bu okulların asli işlevinin imam ve hatip yetiştirmek olmadığı “bakar körler”ce anlaşıldığında vakit çok geçtir. Ancak yine de 90’ların sonuna doğru, son bir gayretle kadük ve yasak savma kabilinden 8 yıllık kesintisiz eğitim hamlesi yapılır ve kendilerince tedbir babında üniversite sınavlarında katsayı önlemi getirilir. Lakin atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir.

Oyun Üzerine Oyun ya da Eğitimde Tarumar Dönemi

Mevcut iktidarın ve liderinin ve onun görev tevdi ettiği Milli Eğitim Bakanlarının ve kadrolarının 2002 Kasım’ından bugüne kadar yaptıkları ise “iş bilmezlik”le açıklanamaz. Aksine bu, eğitim sisteminde geçmişten kalan iler tutar son kırıntıları da planlı bir bozma, bunun sonrasında da ne yazık ki bir sav sözden, slogandan öte gitmeyen “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirme” misyonunu, adım adım “kindar ve dindar nesil” yetiştirme misyonuyla değiştiren bir eğitim sistemi inşa etme sürecidir.

Başka bir yazının konusu olsa da belirteyim: Başının üzerinde “Demoklesin Kılıcı” misali bu misyonun gölgesini taşıyan ve bu misyona hizmet etmeyecek hiçbir eğitim vizyonu başarılı olamaz. Aynı zamanda, hangi bilgi birikimine, hangi entelektüel kapasiteye sahip olursa olsun, kendisine makam, sıfat ve statü lütfedenler karşısında ilinekleşmeye, hatta ilineklerin de ilineği olmaya mahkûm bakanlar, bürokratlar, ‘öğretmen’ler yaratmaktan öte gidemez. Oysa eğitimin sorunları ilinek ve ilinekleşen insanlarla çözülemeyeceği gibi, eğitim-öğretim faaliyeti de ilineklerin de ilineğine dönüştürülen, “kurşun asker” misali “hık” deyici ‘öğretmen’lere teslim edilemez.

Buradan hareketle; hemen söyleyelim ki Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un ağzından çıkan sözlerin, değeri ne olursa olsun, kendisine o makamı, sıfatı, statüyü lütfedenlerin icazet patentini taşımadığı sürece, ömrü yirmi dört saat bile değildir.

Düşünün bir kez: Milli Eğitim Bakanı, mevcut müfredatı “çağdışı” olarak niteledi. Hatta biraz daha ileri giderek, “Dışarıdan propagandist şekilde çocuklara verilen, hayattan uzak, bayat müfredatların sorgulanması gerektiğinibelirtti. Yani çaktırmadan, sözüm ona iktidarın bugüne kadar MEB’te yaptıklarının üzerini çiziverdi. Peki; bu müfredat hazırlanırken Talim Terbiye Kurulu (TTK) Başkanı olan Ziya Selçuk, yukarıdaki sözleri hafıza kaybı nedeniyle mi söyledi? Elbette ki hayır!

Öyleyse sadede gelelim: İktidarın eğitim alanındaki oyunu, Hüseyin Çelik’in bakan, Ziya Selçuk’un da TTK Başkanı olduğu 2003 yılından itibaren başlamıştır. O yıllarda, hükümet olmalarına rağmen iktidar olamadıklarını düşünenler, uluslararası kurum, kuruluş ve kişiler nezdinde icazet arayışındaydılar.

Hatırlayın! Ziya Selçuk’a bakanlık lütfeden birileri ABD ileri gelenlerine, adının altında “Sizin” ibaresi taşıyan mektup yazıyordu. Avrupa Birliği kapıları aşındırılıyor ve onlara şirinlikler yapılıyordu. Peki; Ziya Selçuk, bunları bilmiyor ya da unutmuş olabilir mi? Elbette ki hayır!

Keza; bu şirinlikler doğrultusunda şaşaalı bir biçimde, “Eğitimde devrim” diye sunulan ve “Newton’cu eğitim anlayışından kuantumcu eğitim anlayışına geçiyoruz” diye pazarlanan müfredat düzenlemeleri de bu dönemin eseridir. Öte yandan ilköğretim ve ortaöğretimde yakın zamanda yapılan son müfredat değişiklikleri de mevcut iktidarın bakanlarının ve kadrolarının denetiminde, yine aynı liderin onayıyla uygulamaya konulmuştur. Peki; Ziya Selçuk, bunları bilmiyor olabilir mi? Yanıt yine hayır!

Uluslararası güçlerin doğrudan ya da dolaylı, açık ya da örtük desteği altında, Gülen Cemaatiyle kol kola yapılan bir dizi ‘mıntıka ve saha temizleme’ operasyonunun ardından Avrupa Birliği’ne şirinlik yapma ihtiyacı kalmadığına kanaat getiren iktidar, “kindar ve dindar nesil” misyonu doğrultusunda eğitimde düzenlemelere girişmiştir. Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer zamanında 4+4+4’e geçerken, ilköğretime başlama yaşı 5’e düşürülmüştür. İlköğretimden lise sona kadar zorunlu olan din dersini yetersiz görenler, ardı sıra ortaöğretimde de seçmeli/zorunlu kabilinden Kuran-ı Kerim, Siyer, Hz Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler vb. dersleri eklemiştir. Giderek Biyoloji dersinden Darwin’i ve evrimi kovmuşlardır. Lakin bunlar yeterli değildir daha.

Okulların eğitim öğretim kadrolarına da el atmaları gerektiğinin farkındadırlar. Bu uğurda daha önce konulan ve ayaklarına dolaştığını düşündükleri kural ve uygulamaların yanı sıra kendi koydukları kuralları bile değiştirmeye girişirler. Örneğin, Anadolu Liselerine Öğretmen Seçme Sınavında 70 olan baraj notunu, önce 60’a, sonra 40’a, daha sonra da 0’a (yazıyla da sıfıra) indiriverirler. Çünkü sınavlarda kendi istedikleri öğretmenlerin birçoğu o barajları geçememektedir. Yani sınavda daha önceleri 45, sonra da 50 alamayan öğrenciyi başarısız sayan Milli Eğitim, 40 puan barajını bile geçemeyen öğretmenleri Anadolu Liselerine öğretmen atamak için her yola başvurmuştur. Danıştay, “sınavla öğrenci alınan okula sınavsız öğretmen atanamaz” kararını verince de hemen işin kolayını bulmuşlar ve tüm okulların adına “Anadolu” sıfatını ekleyivermişlerdir. Ne var ki bu da yeterli gelmemiştir.

Ardı sıra “Proje Okulları” adı altında, doğrudan kendi özel onaylarından geçecek öğretmenlerin görevlendirileceği steril eğitim kurumları kurmaya girişmişlerdir. Buralara alınacak öğretmenler için sınav gibi ilkel (!) seçme yöntemlerine gerek kalmamıştır artık. Çünkü sınav yapınca, dibini koklayarak alınan kavun misali seçtikleri ‘öğretmen’ler değil, ayrıkotu kabilinden ve hala memurlaştıramadıkları öğretmenler barajı aşıp karşılarına çıkmaktadır. Bunlarla uğraşmanın ne gereği vardır ki diyenler kesmece karpuz misali öğretmen seçmenin yolunu bulmuşlardır.

Ancak bununla da yetinmemişlerdir. İşi daha da sağlama almak için bir yandan ücretli ve sözleşmeli öğretmenliği yaygınlaştırırken, KPSS sonrasında öğretmen alımlarında da adına “mülakat” denilen ve her türlü kayırmacılığın işin içinde yer alabildiği öznel değerlendirme ve eleme sistemini uygulamaya sokmuşlardır. KPSS’de 50 puanı anca alabilmiş icazetli birini, 85-90 alan icazetsiz birilerinin önüne koyabilmek için. Yeter ki biat ediyor olsun! Yeter ki ilineğin ilineklerinin de ilineği olma ve itaat yolunda sınır tanımayacak olsun! Peki; eğitim alanında yapılan ve sergilenen, yukarıdan beri sıralanan tüm bu oyunları Ziya Selçuk’un bilmiyor, görmüyor olması mümkün olabilir mi? Yanıtı siz verin!

Eğitim alanını bilenler, yukarıda değinilen ve yazılanların, olup bitenler karşısında devede kulak kaldığının farkındadır. Ben de farkındayım. Lakin bitirmem gerek artık.
Bir atıf ve son bir soruyla bitireyim: Althusser’in deyişiyle “siyasetin ve ideolojinin göreli özerkliği”ni nihai sınırlarına dek zorlama kararlığındaki mevcut iktidar ve kendilerine makam, sıfat, statü lütfedilen hempaları “kindar ve dindar nesil” misyonu doğrultusunda sınır tanımamakta, uysa da olur uymasa da olur zihniyetiyle eğitim alanında oyun üzerine oyun oynamakta kararlıdır. Hem de küçücük çocukları kobaya dönüştürmek pahasına… Hem de bedelini tüm topluma ödetmek pahasına…

Peki; lütfedilen bir makam, sıfat, statü uğruna tüm bunlara göz yumduktan sonra, bilgi birikimi derya deniz de olsa entelektüel kapasitesi arşa erişiyor da olsa, bir kişinin, toplum nezdinde insan olarak ne değeri kalır? O kişi, hangi sıfatı taşıyor olursa olsun, aynalara, hadi aynalardan geçtim, çocuklarının gözlerine nasıl bakar ki…

Bunlar yetmezmiş gibi, Ziya Selçuk diyor ki “eğitimin temeli ahlak olacak”.

Bu ahlak, kendisinin de bildiği, tanık olduğu ve bugüne kadar yaşananlarda arzı endam eyleyen, kendisine makam lütfeden ve rol model olarak öne çıkanların davranış ve söylemlerinde dışa vuran ahlaksa, yandı gülüm keten helva!

Biz onu hiç almayalım! Sizlerin olsun! Hatta mümkünse sizler de bir an önce kurtulun o ahlaktan!


* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com 
** Ne yaman çelişki ama! Devşirmeleriyle ünlü Osmanlı’nın, torunları ve tosuncukları dinci muhafazakarından ülkücü-Turancısına dek başkalarının devşirmeleri olarak arz-ı endam eylemişler ve bundan hiç mi hiç gocunmamışlardır. O devşirmeler aracılığıyla yetiştirilenler de kısa bir zaman sonra tüm kurumlara sirayet etmişler ya da yerleştirilmişlerdir. 1950’den günümüze dek, İlim Yayma Cemiyeti, MTTB, Komünizmle Mücadele Derneği/Dernekleri, Türk Fikir Ajansı, vb.’nin fundalık toprağında yetiştirilip devşirilenlerin kurdukları ve siyasi kadrolarını oluşturdukları, kimisi paravan kurum ve kuruluşların faaliyetlerini, dahası ‘derin mahfiller’ce korunup kollanan komanda kamplarını ve Fethullah Gülen önderliğinde yapılan dini eğitim kamplarını ve buralarda yer alanların ayak izlerini takip edin ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. (Hatta “Hüseyin Feyzullah”ın “sağ kolu” olacak denli yakınında yer alan, Hergün Gazetesi’nin yöneticisi, CİA’nın Türkiye’de görev yapan önemli istasyon şefi Ruzi Nazarov’un neredeyse her şeyini emanet edebilecek kadar yakını, aynı zamanda MİT ajanı olan, şu anda tutuklu bulunan ve MHP’nin “Af tasarısı” ile salıverilmesi beklenen zatın seceresine bakın. İlişkilerin nasıl da çok yönlü ve girift olduğunu göreceksiniz.) Geçmişten günümüze tüm resmi kurumlarda kadrolaşmanın havuzu buralardan devşirilenler ve bir silsile içinde bunların yetiştirdikleri ve referans olduklarıdır. Bugün sorulması gereken soru, ABD-CİA ilişkisini yalnızca Fethullah Gülen ve Cemaatine endeksleyen ve bunun üzerinden göstermek ve okutmak isteyenler, acaba bu ilişkinin hangi boyutlarını ve taraflarını gizlemeye çalışmaktadırlar? Olup bitenlere ilişkin şimdilik kısa bir yanıt: Bu kavga tarafların “Baba”larına karşı değildir. Aksine yaşanan “Baba”ları nezdinde evlat-ı makbul olmak için verilen bir kardeş kavgasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder