‘Dinciler’in Marx fobisi
Atalay GİRGİN
Yazmak insana sözünün sahibi olma sorumluğu yükler. Erdemli olmanın gereği budur. Aslında yalnızca yazmak değil, söz söylemek bir sorumluluktur. Ağızdan çıkan her söz bağlar insanı. Ve insan söylediği söz yanlışsa ‘yanılmışım’ demeyi de, doğruysa onun ardında her şeye rağmen durmayı da bilmelidir. Ama bunun için öncelikle ne söylediğinin bilincinde olmalıdır.
Radikal’in “Tartışı-yorum” bölümünde “Marx’ın gerçekten ateist olduğunu mu sanıyorsunuz?” başlığıyla yer alan, “Marx neden ateist değildi?” başlıklı yazım üzerine, Radikal okurları başta olmak üzere bir çok kişi yorumda, hatta kendilerince suçlamada bulundu. Yazıyı Radikal’den alarak tartışmaya açan onlarca internet sitesinde eleştiriden, suçlamaya dek uzanan yorumlar yapıldı. Bunları tek tek, isim isim yanıtlamam mümkün değil elbette. Bundan dolayı, yapılan eleştiri ve yorumları kendi içinde üç grupta sınıflayarak yanıtlamak gerek.
Birinci grup; yazıya dinsel açıdan yaklaşıp, yazıda yer alan dinle ilgili önerme ve düşünceleri harim-i ismetlerine bir saldırı sayanlar, yani dinciler. İkinci grup; “Marx’ın ateist olmadığını zaten bildikleri”ni söyleyenlerle, onun ateist olup olmamasının kendileri için önemli olmadığı, hatta “diyalektik materyalist bir insana nasıl ateist değildir dersiniz” diyenlerden ve yazının “başlıkta içerilen önermeyi temellendirmediği” eleştirisini yapanlardan oluşuyor. Son grup ise, sıradan bir yazıya bile neredeyse paranoyaya varacak denli komplocu yaklaşarak, yazıyı “Marx’ı şirin gösterme”nin, “din ile Marksistler arasında bir yakınlaşmanın tezahürü” olarak değerlendirenlerle, yazının “reklam yaptığı”nı ileri sürenlerden ibaret. Öncelikle birinci gruptakilerden başlayalım. Üçüncü gruptakiler içinse bağımsız bir yazıya gerek bile yok. İkinci grupta yer alanlara ilişkin yazıda değinirim. Yanıtlarımı iki yazıda toparlayacağım. Bu ilk yazı…
Din, toplumsal şizofreninin kaynaklarından biridir.
Bir zamanlar, abartılı bir biçimde söylendiğinde, yeryüzünün her metrekaresinde yaşayanların aslında Türk olduğu iddia edilirdi. Neredeyse Dünya’da yaşayan herkes Türk’tü. Yanı başımızda yaşayan Kürtleri görmeyip –ki onlar “Dağ Türküydü” zaten- Kızılderililere kadar ulaşıldı. Ama öte yandan nedense herkes, Türk olduğunun bilincine varamadığından olsa gerek, Türk’e düşmandı; “yedi düvel bir olup” Türk’ün karşısına çıkıyordu. Ve dolayısıyla “Türk’ün Türk’ten başka dostu” kalmıyordu.
Sonra, ayaklar suya erdikçe, bu iddia biraz esnetildi ve bugünkü Avrupalıların önemli bir kısmının “ön-Türk” kökeninden geldiklerine dönüştü. Bir müddet “ön-Türk” izleri arandı sağda solda, dağlarda mağaralarda... Ve sonunda elde kalan, nereden nereye dedirtecek denli zavallı bir, bari “Dünya Türk olsun” sloganı oldu. İsmet Özel gibileri de çareyi “Türklerin seçilmiş bir kavim olduğu” hüsnü kuruntusuyla avunmakta buldu.
Burada kestirmeden yazıp geçtiğim bu süreç önemli bir göstergedir : Yanılsamalı ideolojik bir bilinç halinin, giderek, nasıl şizofrenik bir algıya anlamlandırmaya dönüştüğünün göstergesi. Bunun vahameti ise bireysel değil, toplumsal oluşundadır. Gerçekliğe aykırı ve gerçeklikten kopuk olan her siyasal ve ideolojik yaklaşımın, sarmalına aldığı insanları ve toplumsal grupları sürükleyeceği nihai nokta şizofrenidir. Çünkü bu tür ideolojilerin öncelikle kendileri yanılsamalı ve şizofrenik bir bilinç halinin ürünüdürler. Ki dinler bu tür ideolojilerin en başında yer alır. Tüm eklektikliklerine ve birer tenakuz abidesi olmalarına rağmen, sorgulamaya ve eleştiriye kapalı kılınan kutsal metinleri de bunun temel kaynağıdır. Ve her biri kendini en değerli, en kutsal addeder. Neylersiniz ki hükmü meri olan gerçekliktir.
Yazıda yer alan konu bağlamında İslamiyet’in, Musevilik ve Hıristiyanlık’la birlikte anılmasında da onlardan sonra gelmesinde de herhangi bir sorun yoktur. Çünkü bu üç din kozmoloji açısından, evrenin yaratılışı anlayışında, yalnızca kendilerine özgü söylemsel farklılıklara sahiptir. Ne de olsa peygamberleri farklı; her insan kendi yaşadığı çağa ve kendi meşrebine göre söyleyecek elbette…
İslamiyet’in diğerlerine ve özellikle de Hıristiyanlığa göre temel farklılığı, Allah’ın evrene “hulûl etmemesi”dir. Yani evrenin dışında olmasıdır. Evrenin bir “dışı”nın olduğu kabulü; ister “genişliyor” deyin, isterse Allah’ın “genişletiyoruz” dediğini söyleyin, her durumda bir “son” ve bir “sınır” durumunun ayan beyan dışavurumudur. Bu ise bir merkezin tartışılmaz kabulü demektir. Çünkü tek bir merkez, ancak sonu ve sınırı olan varlıklar için olanaklıdır. Sonsuz ve sınırsız olanda ise merkez hem her yerdir hem de hiçbir yer… Ve adı geçen üç din için de merkez, İslamiyet’in kavramıyla söylersek, “eşref-i mahlukat”ın yaşadığı dünyadır. Musevilik ve Hıristiyanlık bir yana, İslamiyet, Aristo’nun ileri sürdüğü ve Batlamyus’un sürdürdüğü sonlu, sınırlı ve yer merkezli evren anlayışına esas olarak “eşref-i mahlukat”ı eklemiştir. Daha ötesi değil.
Hiç kimse bilim karşısında işlenen suçu, yalnızca Hıristiyanlığın sırtına yükleyip sıyrılmaya çalışmasın kendi “günah”ından. Çünkü o sıralar, ‘zıll-ullah’ın emriyle, Takiyeddin’in rasathanesi daha yenilerde yerle yeksan edilmişti Osmanlı’da. Dolayısıyla bu konuda yapılan itiraz, yorum ve eleştirilerin herhangi bir hükmü de geçerliliği ve doğruluğu da yoktur.
Söylenenlerin tümü, Galileo’dan ve daha özelde de G. Bruno’dan bu yana bilimin ileri sürdüğü ve Coğrafya ders kitaplarında bile yıllardır yerini almış olan “evrenin sonsuz ve sınırsız” olduğu tezi karşısında en hafifinden bir vaziyeti idare etme ve eldeki metni bilimsel bilgilere, verilere uydurma çabasıdır. Ebcedciler, şifreciler neden bu kadar revaçta sanıyorsunuz ki… Oysa İslamiyet de kozmoloji anlayışını borçlu olduğu Musevilik ve özellikle de Hıristiyanlık gibi, sonsuz ve sınırsız bir evren anlayışını kabul edemez. Çünkü bunu kabul ettiğinde “Arş” da “Arş”a dayalı ayet ve söylemlerin hükmü de tarih olur. Ki yazımda yer verdiğim önermelerin sonuncusu, kısmen Kuran’dan, Yunus suresinden alıntıdır. Hadi kimsenin hatırı kalmasın, buna Ra’d suresini de ekleyeyim, ama ayet numarası için Kuran’ı yeniden karıştırmamı beklemeyin.
Eleştirel yorumlarda adı anılan surelerdeki ayetler ve benim alıntıladığım ayetin yanı sıra Allah’ın “Arş’a istiva”sından söz eden, Ra’d suresi dahil pek çok başka ayet de söylediklerimi yanlışlamıyorlar. Aksine ve dahası “Arş”ı ve “Arş’a istiva”yı içeren her ayet, antropomorfik, yani insan biçimli bir Allah anlayışına da temel sunuyor. Ama bunları anlatmanın yeri burası değil.
‘Dinciler’in Marx’a ilgisi ve ondan korkusu
Dincilerin, Marx’ın ne olup olmadığı karşısında gösterdiği ilginin temelinde dinden kaynaklanan bir şizofrenik algı yatmaktadır.
Onların şizofrenik algısını koşullayanlardan biri “Her insanın fıtratından Müslüman olduğu” önermesidir. Tanrı’yla ya da dincilerin çok sevdikleri ve “El-İlah”ın bozulmuş bugünkü biçimiyle yazarsak, Allah’la temellenen bu önerme, gerçeklikle karşılaştırıldığında, her şeye kadir mükemmel bir yaratıcının, mükemmelliğinde ve kadirliğinde eksikliğin göstergesidir. Çünkü “fıtratından Müslüman” olanların büyük çoğunluğu bir bakmışsınız ki, Müslüman olmadıkları gibi, İslamiyet’e de karşılar. Tıpkı her yerde ve herkeste Türklük arayışından, herkesi Türk’e düşman olarak görmeye varan anlayış misali…
Önermenin neliği ile gerçeklik arasındaki bu çelişki karşısında, yanılsamalı ve daha da ötesi şizofrenik bir algıya sahip olmayan, bir zihin yarılması yaşamayan her insan, hem önermeyi sorgulamaya hem de gerçekliği yeniden anlamaya çalışır. Ancak dinciler, referansı “El-İlah” ya da Allah olan ve yaklaşık 1350 yıl öncesinden gelen önerme karşısında “akıl tutulması” yaşarlar. Önerme ve onun taşıdığı hüküm gerçekliğe uymamaktadır. Doğru değildir. Ama ne var ki, bu doğru olmayan, aksine yanlış olan önermeyi sorgulamak “El-İlah”ı, Allah’ı sorgulamaktır. “Akıl tutulması” ve şizofrenik bilinç hali bir dincinin bunu yapmasına engel olduğuna göre, geriye bir tek şey kalır : Toplumsal ve tarihsel gerçekliğin dününde ve bugününde olup bitenlerde bir düşman ve şeytan aramak. Bunların başında da inanmayanlar gelir: Sadece kendi dinlerine değil, tüm dinlere… Dahası Tanrı’nın, “’El-İlah”ın/Allah’ın, adına ne derseniz deyin evrenin dışında doğa üstü bir gücün var olmadığını ileri sürenler… Çünkü tüm bu doğa üstü varlıklar, insanın eseridir.
Marx, işte bunları yazıp söyleyenlerin, yeryüzünde en fazla tanınanı ve bilinenidir. O bu niteliğine rağmen, düşünceleriyle insanları en az dinler kadar etkilemiştir. Hem de ileri sürdüğü sınıflar savaşımı öğretisine dayalı bir biçimde, üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak gerektiğini belirterek. Dolayısıyla dinciler, böyle bir insanın “ateist olmaması” düşüncesi karşısında, kendilerini haklı kılabilme umuduyla heyecanlanmışlardır. İlgilerinin nedeni budur. Ama bir de korkuları vardır : Bu korkuları ise Marx’ın mülkiyete ilişkin söyledikleridir. Dinciler, “Mülk Allah’ındır” söylemiyle üretim araçlarının özel mülkiyetini kutsarlar. Yalnızca mülkiyetimi..? Hayır!.. İnsanın insanı sömürüsünü kutsar onlar... Zaten “ganimet” de hem Allah’ın hem de Peygamber’in değil midir? Marx, onların kutsadığı özel mülkiyetin, nasıl talanla, gaspla, artı-değere el koymakla elde edildiğini ve kutsal hiçbir yanının olmadığını ortaya koymuştur. İnsanın insanı sömürüsünün kutsallaştırılmasında dinin meşrulaştırıcı ideolojik işlevini de…
Sözün özü, bir ideoloji olarak dinin ve bu ideolojinin işgüderleri olarak dincilerin, Marx’a ilgileri de ondan korkuları da devam edecektir. Çünkü, insanın ilgisi, her daim en çok korktuğuna yöneliktir. Ve onlar bilir ki dinin panzehiri de, ne deizm ve panteizmdedir ne de ateizmde… Bu panzehir, Marx’ın düşüncelerinde doruğuna ulaşmıştır. Dolayısıyla, korkmasın da neylesin dinciler…
Sayın Girgin,
YanıtlaSilDüşüncelerinizden ötürü tebriklerimi sunarken, bu güzel yazı için de ayrıca teşekkür ediyorum. Bu yazınızı ve "Türkiye'de Felsefenin Yeri" makalelerinizi sitemizde yayınladık.
'Dinciler'in Marx fobisi
Yazılarınızın devamını umuyor, korkulardan sıyrılmış, barışçıl, modern ve ileri bir Türkiye'de herşeyin gönlünüzce olmasını diliyorum.
keditor.com adına Mahir