Toplumsal Bunalım ve Kürt Sorunu İçin
Tek Bir Seçenek Var?
Atalay GİRGİN*
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de herkesin “toplumsal-kültürel ayakkabıları” aynı anda vurmaya başlamıyor. Keza, vurmaya başlayan “ayakkabı” da herkesin ayağını aynı şiddette acıtmıyor. Dahası bunların herkes için aynı anda olmasını beklemenin de gereği yok zaten. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetinin geliştiği, siyasal iktidara gelmenin, onu elde etmenin, toplumsal zenginlikten daha fazla pay almanın kapılarını araladığı hiçbir toplum, aynı çıkarlara sahip birey ve gruplardan oluşan yekpare birer bütün değildir. Bundan dolayı, toplumsal-kültürel sorunları da ne aynı zamanda ne de aynı şiddette yaşar ve hisseder. Bu hüküm, o toplumu oluşturan birey ve sosyal grupların aynı dili konuşuyor, aynı dine inanıyor, aynı etnik kökene dayanıyor olması halinde de geçerlidir. Hal böyleyken, daha büyük ve daha geniş siyasi-coğrafi sınırlar içerisinde, hangi zorunluluk ya da seçimlerden dolayı olmuş olursa olsun, bir araya ge(tiri)lmiş farklı dile, dine, etnik kökene, kültüre sahip insanlardan müteşekkil toplumların aynı çıkar(lar)a sahip olduğunu söyleyebilmek ise yanılsamalar ve yalanlar dışında mümkün değildir.
Tarihsel ve güncel anlamda çokkültürlü olan böylesi toplumlarda, hangi alanda olursa olsun, düzenin yasal-siyasal bilinç sınırları dışında yer alan uç çıkışlar, yaklaşımlar, özellikle olağan dönemlerde, bir arada yaşama iradesinin meşruiyetiyle taçlanan, ondan da güç alan, değişik yol ve yöntemlerle törpülenebilmektedir. Elbette bunun temel koşulu, o siyasi-coğrafi sınırlar içerisinde var olan toplumsal yapının dilden, dine, eğitime, vb. dek çokkültürlülüğün gereklerine uygun olmasıdır. Bunun gerektirdiği kurum ve kuruluşların hem toplumsal hem de yasal ve siyasal meşruluğun güvencesine haiz oluşudur. Ancak toplumsal anlamda her şey olağan koşullardan, dönemlerden ibaret değildir...
Toplumların tarihinde, çok farklı nedenlerle de olsa, gelecek kaygısının arttığı, toplumsal gruplar arasındaki kırılganlıkların ve gerilimlerin yoğunlaştığı, tüm telkinlere ve ortak paydalara yapılan vurgulara rağmen çatışma potansiyelinin yükseldiği ve her geçen gün bir arada yaşama iradesinin açık ya da örtük bir biçimde aşındığı / aşındırıldığı dönemler vardır. Bunlar, bedeli ne olursa olsun, kim(ler)e, hangi toplumsal sınıf ya da sınıflara ödetilirse ödetilsin; hangi şiddette yaşanırsa yaşansın, hangi yol ve yöntemlerle aşılırsa aşılsın ya da aşılamasın, toplumsal bunalım döneminin göstergeleridir. Bu dönemlerden çıkış için tüm toplumsal sınıflar için geçerli tek bir seçenek vardır: Çözüm. Ancak ‘çözüm’ denilen ve izlenen yol ve yöntemler, aynı koşullar altında ne herkes için ne de tüm toplumsal sınıflar için çözümdür.
Toplumsal bunalım dönemlerinde, hem bireysel hem de toplumsal gruplar / sınıflar nezdinde gelecek kaygısı daha yoğun yaşanır ve hissedilir. Çözüm, yani kaygıyı, sorunu aşma arayışları da buna paralel bir seyir izler; düşünce, söylem ve davranış düzeyinde… Gerçekliği algılayış ve anlamlandırıştan, çözüm seçeneklerine dek birçok şeyi koşullandıran ise özellikle birey olarak insanın, siyasal, ideolojik, sınıfsal seçimleri, bireysel ya da toplumsal özlem ve isteklerinin etkisi altında nereden, nereye, neden, nasıl, niçin baktığıdır.
Öte yandan, bunalım dönemleri, her kesimden insan için “toplumsal-kültürel ayakkabıları”n daha sık vurmaya başlamasından kaynaklanan acı, sorun ve şikayetlerin dışsallaştırıldığı dönemlerdir. Bir toplumda “toplumsal-kültürel ayakkabıları” vuranların sayısı ve oranı ne denli hızlı artıyorsa, bunalımın gelişimi de o denli derin ve etkilidir. İktidar sahipleri ve her soydan ve boydan temsilcileri ne derlerse desinler, toplum böylesi dönemlerde fiili ve potansiyel olarak her türden çatışma, tehdit ve tehlikelere de o denli açıktır.
Bu dönemlere, toplumun her kesiminde farklı ölçülerde de olsa, genel olarak toplumu sarmalına alan bir kültürel çözülme ve çürüme eşlik eder. Her köşe başında, dolup dolup taşan ibadethaneler yükseltilse; her gün, her saat dine Tanrı’ya / Allah’a vurgular yapılsa; kutsallık atfedilen kişi ve nesnelere methiyeler düzülse; okullar ve kitle iletişim araçlarıyla sabahtan akşama sözüm ona ahlâki öğütler verilse de önüne geçilemeyen bir süreçtir bu. Bir yandan yolsuzlukların hızla arttığı, diğer yandan da her türden toplumsal ilişkinin değer erozyonu gölgesi ve endişesi altında yaşandığı bir süreç… Hem bireyler hem de farklı etnik ve dinsel toplumsal gruplar arasında, açık ya da örtük bir biçimde birbirlerine karşı düşmanlığı, öfkeyi, kini körükleyen, bileyen, islim üstünde tutan bir şüphe ve güvensizliğin “fundalığı”na dönüşen bir süreç…
İşte böylesi dönemler ve süreçlerde, komplo teorileri, senaryolar her zamankinden daha fazla ‘alıcı’ bulur. Birbirine karşı doğruluğu-yanlışlığı sorgulanmayan önyargılarla beslenen yanılsamalar altında paranoyaları körükler. Her gün gözler önünde olan nesnel gerçeklik de, onun hakikati de sırra kadem basar. Sorgulanmayan kabuller üzerinde yükselen vaazlarla beslenen yanılsamalar gerçekliğe de, onun hakikatine de galebe çalar…
İşte yine böylesi dönemlerdedir ki, birileri dinin ve her türden milliyetçiliğin ipine sarılır; birileri, tarihin… Çünkü gelecek flulaştıkça, uzak geçmişte kaldığı varsayılanlara yanılsamalı bir biçimde değer atfedilir; bugün zeminleşirken geçmiş şekilleşir. Şair ne denli “Hasret ardına bakmaz”1 derse desin, onların özlemleri hep o asla gidilemeyecek ve yaşanamayacak olan, “imal edilmiş tarih”le ve dinsel anlatılarla sunulan, ‘şanlı geçmiş’e, ‘altın çağ’a, ‘asr-ı saadet’edir.
Öte yandan, yaşanan sorunlar karşısında, kimilerinin çözümleri de “her koyun kendi bacağından asılır” dercesine bireyseldir. Kimilerininki ise “eski köye yeni adet getirme”me yaklaşımı içerisinde, eski yol ve yöntemlerle sınırlıdır. Kimileri “el çabukluğu marifet” derdindedir. Kimilerinin çözüm önerileri ise, bu hengâme, bu toz duman içinde boğulup gitse de hem veri olan öncelikli sorunları aşma, hem de geleceği toplumsal anlamda zenginleştirerek yeniden kurma açısından önemli bir potansiyele sahiptir. Ancak unutmamak gerek ki, potansiyel olan, kuvveden fiile henüz dönüşmemiş olandır...
Alınak’tan “Kürt Sorunu” İçin Çözüm : Yangın ya da Bahar
Türkiye toplumu da, uzun süredir, her yerde aynı şiddette yaşanıp hissedilmese de bazen hızlanıp derinleşen, bazen yavaşlayan bir toplumsal bunalım sürecini yaşadı ve hala yaşıyor. Bugüne dek bu süreç, egemen sınıflar ve onların siyasal temsilcileri açısından bir yönetememe krizine; toplumun tabi olan kesimleri ve alt sınıfları açısından da bir yönetilememe krizine, dönüşmemiştir. Bunun siyasal, ideolojik ve örgütsel anlamda birçok nedeni vardır. Ancak bunlar arasında öne çıkan (bu yazı bağlamında da bizi ilgilendiren), belirleyici ve temel öneme sahip olan nedenlerden biri, özellikle toplumun ezilen, sömürülen, yönetilen kesimleri açısından, “Kürt Sorunu”dur.
“Kürt sorunu”, sınıfsal-toplumsal nitelikli ekonomik, sosyal, siyasal sorunlara karşı örgütlenmeler bir yana, bu konularda üretilen eleştirel söylemin bile paratoneri, engelleyicisi kılınmıştır. Hatta daha ileri gidilip, işsizlik, iç ve dış borçlar başta olmak üzere, kapkaççılıktan tinercilere ve hırsızlık olaylarının artışına dek birçok ekonomik ve sosyal sorunun nedeni sayılmaya, gösterilmeye başlanmıştır. Bir nevi hem “öcü” hem de “günâh keçisi”ne dönüştürülmüş, neredeyse her türlü kötülükle, olumsuzlukla ilişkilendirilmiş, bunların müsebbibi olarak gösterilemediği durumlarda da uzaktan yakından bir biçimde suç ortağı kılınmıştır. Velhasıl bu durum, özellikle Türkiye’nin batısında yaşayan toplumun alt ve orta kesim ve sınıflarının hem yönetilmesini hem de düzene tabiliklerinin sürekliliğini kolaylaştırmıştır. Dahası bedelin, işçiler, işsizler ve köylüler başta olmak üzere, toplumun tabi olan sınıflarına ödetilmesini de…
Aslında bu konuda devletin ve düzenin siyasal partileri kadar, hatta bazı dönemlerde onlardan da etkili olan iki önemli unsur vardır: Bunlardan biri, karşılıklı olarak çatışmalarda ölenler, öldürülenlerdir. Onların ardı ardına gelen cenazeleridir. Hem batıda hem de doğuda artan Türk-Kürt “şehit” sayısı, daha fazla insanın aklını parantezin dışına çıkarabilmesinin önüne geçmede, bunu engellemede etkili olmuştur. Ve hala olmaktadır da... İkincisi ise, Mahmut Alınak’ın ifadesiyle “Legal siyaset, özellikle Kürt legal siyaseti”2 ve onun unsurlarıdır. Alınak, “Kürt Düğümü” başlıklı yazısında eleştirel bir saptama yapıyor ve diyor ki, “Kürt legal siyaseti tarihi rolünü oynayamadı ve oynayamıyor. Legal hareket kapsamlı bir sivil mücadele yürütebilseydi, bu savaş yeniden başlamazdı. Ne yazık ki Türklerin ve Kürtlerin bir Gandhi’si ya da bir Martin Luther King’i yok. Siyasetçilerimiz insanı isyan ettirecek kadar çok bürokrat.”
Alınak’a kulak vermek, yangın seçeneğini bahara dönüştürmek
Alınak’ın söz konusu eleştirel saptamasını bir adım daha ileri götürüp, yasal ya da değil, her iki yelpazede de sözüm ona siyaset yapıcı, biçimlendirici olarak arz-ı endam eyleyen unsurların genelinin (istisnalar hariç elbette), “doğu”nun “ilinek insan”ının karakteristik özellikleriyle kaim olduğunun altını çizmek gerek. Bu insan, yani “doğu”nun “ilinek insan”ı, bilmeye, kavramaya, anlamaya cüret etmez. “Bilse bile anlayıp düşünce, söylem ve davranışa yön veren bir bilinç hali kılmaya yeltenmez. Israrla bundan kaçınır. Aslında bu, despotluğun ve korkunun kuvveden fiile dönüşebilirliğinin içselleşmiş oluşunun da tezahürüdür. Kendini ve ötekini statüleriyle, “töz” addettiklerine yakınlığı ve uzaklığıyla değerlendirir. Buradan hareketle de ya ötekinin iradesine, söylemine, davranışına ipotek koymaya yeltenir ya da kendi iradesini, söylemini ve davranışını ötekine tabi kılmaya…
İlki, kendini “töz” addedilene en yakın, hatta onunla özdeşleşmiş sayma halinin dışavurumudur; en iyisini, en doğrusunu o bilir, çünkü “töz”ü o temsil eder. Ama O (artık büyük harfle yazılmayı gerektiren bir O olarak), hiç kimse ve hiçbir kurum tarafından temsil edilemeyendir. İkincisi ise, bir birey olamayışın, ilinek insan halinden kurtulamayışın cisimleşmişliğiyle, bilerek ya da bilmeyerek, kendi üzerini çizip düşünce, söylem ve davranış düzeyinde, ilkine, yani “töz”ün ya da “töz”ün tezahürlerinin kendisinde vücud bulduğuna inanılana “vecd içinde secde etme”nin göstergesidir. İlki de ikincisi de ilinek insanın hal-i pür mealidir. Ancak ikincisi, ilineğin ilineği olmakla karakterize olur ki Selahattin Hilav, “katmerli ilinekleşme” olarak niteler bu durumu.”3 Bunları dikkate aldığımızda belki de sorunun asıl çözümü, bu siyaset yapıcıların genelinden kurtulmakla olanaklı… Bu da çözümü Allah’a havale etmekten de öteye ertelemektir. Çünkü bir yanda “sufle bekleyen figüranlar”ın, diğer yanda da “katmerli ilinekleşme”yle malul unsurların bulunduğu bir düğümün çözülmesi, şimdilik mucizedir, denilse yeridir.
Alınak, sorunun bu düğümlenişini gördüğünden olsa gerek, hiç de dolambaçlı yollara başvurmaksızın, açık açık belirtiyor “Kürt düğümü” başlıklı yazısında seçeneği: Çözüm! Ancak sonu çözüm de olsa, bir tek yolu yok bunun. Üç seçenekten söz ediyor Alınak : Birincisi, devlet gidip İmralı’da Abdullah Öcalan ile masaya oturur, meseleyi müzakere eder, birlikte bir çözüm bulurlar. Bu pazarlık masasında ayrılma kararı çıkmaz. Yani Kürtlerin ayrılıp başka bir devlet kurmaları ya da federasyon türü bir yapılanma söz konusu olmaz. Kürtler anayasal vatandaşlık, dil ve kültürel haklara sahip olurlar.
İkincisi, akıl sahibi hiç kimsenin istemeyeceği en feci çözüm şeklidir. Mesele, 1991’den sonra Yugoslavya’da olduğu gibi kanlı bir iç savaşla çözülür. Şimdi en yakın ihtimal ve yakıcı tehlike korkarım ki bu. Adını vermek istemediğim üç kuvvetten biri ya da sözünü ettiğim bu üç kuvvet eşzamanlı olarak savaş düğmesine bastığında, Türklerle Kürtler arasında korkunç bir savaş patlak verecek. Buna bu toprakları ateşe boğacak volkanik bir patlama da diyebilirsiniz. Sadece bir kıvılcımın bu koca coğrafyayı yangın yerine çevireceği böyle bir savaşta askerler kışlada namluları birbirlerine çevirecekler. Kürtlerle Türkler akıllarını kaybetmiş bir halde sokaklarda birbirlerini boğazlayacaklar. Silahlı gruplar, ev baskınları yapıp kadın-erkek, çocuk-yaşlı ayırt etmeden masum insanları kurşunlayıp balta ve satırlarla doğrayacaklar. Komşu komşuyu katledecek, yüz binlerce, milyonlarca insan ölecek.
Birleşmiş Milletler elbette bu kanlı boğazlaşmaya uzun süre seyirci kalmayacak. Başka ülkelerde yaptığı gibi (ABD ve İngiliz askerleriyle) müdahale ederek bu savaşı sona erdirecek ve meseleyi kendince çözüme bağlayacak. Ama bu denklemde devlet ve Öcalan (PKK) olmayacak. Çözüm onlarsız gerçekleşecek. Böyle bir çözümden -kim ne derse desin- Yugoslavya’daki parçalanmada olduğu gibi ayrı bir devlet, Kürdistan devleti doğacak.
Üçüncü varsayım, Türk ve Kürt halkının ayağa kalkıp hükümete siyasal çözümü dayatmasıyla gerçekleşir. Halk, can alan bu meselenin silahla değil siyasal metodlarla çözümlenmesini isteyecektir. Bunun için sistem dört bir taraftan sivil kuşatmaya alınır. Böylece hükümet ya da hükümetler sokakta ortaya çıkan iradenin gösterdiği istikamette hareket ederek meseleyi çözmek zorunda kalacaklar. (…) Bu ortak iradenin bağrından bölünme/ayrılma değil, enternasyonal bir kardeşlik ve aile ruhu filizlenir. Enternasyonal kardeşliğin gereği neyse buna iki halk birlikte karar verirler. Bence böyle bir durumda ayrılma değil ortaklık/yan yana yaşama iradesi ortaya çıkar.
Tablo ve seçenekler, gün gibi ortada. Başka bir yol ya da seçenek de yok. Hepimiz bir yol ayrımındayız. Fazla zamanımız kalmadı. Niyetim ne felaket tellallığı yapmak ne de kehanette bulunmak. Dehşet içinde görüyorum ki, sözünü ettiğim üç kuvvetten birinin atacağı bir işaret fişeğiyle ortalık her an kan denizine dönüşebilir. Bu bir felaket senaryosu değil, alevleri yüzümüzü yakmaya başlayan ölümcül bir yangını haber vermedir. Ya “Elle gelen düğün bayram” deyip kan cehennemine yolculuk yapacağız ya da sivil mücadeleyi doruklaştırıp kardeşçe yaşayacağımız mutlu ve özgür bir hayata yelken açacağız. Tercih sizin.
Alınak’ın dediği gibi, “tercih sizin”, hepimizin; ya birilerinin fitilini ateşlediği yangında yanacağız, can havliyle yakmak zorunda kalacağız, eğer her şeyi bırakıp terk-i diyar eylemezsek ya da kendi aklımızı, irademizi kullanarak, sorunu kördüğüme dönüştüren figüran ve ilinek siyaset yapıcıları bir yana iterek, bu coğrafyada Newroz gibi, Hıderellez gibi, bayramlaşan bir bahar yaratacağız… Evet; tercih sizin, hepimizin… Çözümün adı bahar da olsa, yangın da olsa…
******************
• Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 Yılmaz Odabaşı
2 Mahmut Alınak, Kürt Düğümü, 4 Temmuz 2010 tarihli Radikal İki, sy. 6.
3 Kürt sorunu ilinek insanlarla da çözülmez, http://atalaygirgin.blogspot.com; www.radikal.com.tr