AK Parti’nin kapatılmaması kararı da siyasidir
Atalay GİRGİN
AK Parti hakkında dava açılması ve bunun sonunda verilecek karar, AK Parti ileri gelenlerinin, partili ve yandaş hukukçuların söylediği gibi, yalnızca siyasi midir? Elbette siyasidir, ama yalnızca siyasi değil, aynı zamanda hukukidir de… Ama öte yandan, AK Parti’nin kapatılmaması kararı da hem siyasi hem de hukukidir.
Buna rağmen AK Partililer, yandaş hukukçuları ve medyadaki yandaş “kalem” ve “ses”leri kamuoyuna gerçekliğin kendi işlerine gelen yanını göstermeye, algılatmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken hakikâti mi söylüyorlar? Öte yandan, açılan bir davanın ya da verilen bir mahkeme kararının hukukiliği, onun doğruluğunun ölçütü müdür? Dahası, onların söylemleri doğrultusunda, taraf olanlar, kendi gözleriyle mi görüyor, kendi gözleriyle mi görüp anlamlandırıyor olup bitenleri?
Hakikât hangi yüzündedir madalyonun?
Bir madalyonun bile en az iki yüzü, iki boyutu vardır. Ekonomik, sosyal, siyasal, hatta hukuksal olay ve olguların ise çok daha fazla… Bu tür olay ve olgulara nereden, neden, nasıl ve niçin bakıldığına bağlı olarak sonuçlar değişir. Keza kişi ya da kişilerin algı alanı kadar, algı dayanakları da anlamlandırmalarını ve ortaya koyacakları bilgiyi koşullandırır. Öte yandan, yine kişi ya da kişilerin neyi görmek istedikleri kadar, neyi göstermek istedikleri de burada önemli bir etkendir.
Elbetteki bu koşullar altında ortaya konulan bilginin, neliği ve gerçekliği veri alındığında, varolan ya da konu edinilen gerçekliğin hakikâti değerini taşıyabilmesi söz konusu bile değildir. Bu tür bir bilgi, en iyi ihtimalle, inandırıcılık karinesi sağlayabilmek adına, gerçeklik verileriyle süslenmiş, bezenmiş ve formel mantık kurallarıyla örülmüş bir bilgidir. Eğer bariz mantık hataları yapılmamışsa, kendisinin dışına çıkılıp gerçekliğe bakılmadığı ve gerçeklik verileriyle sorgulanmadığı sürece, muhatapları ve tarafgirlerince kesin doğruluk değerine haiz kabul edilecektir. Hatta uğrunda ölünüp öldürülecek denli…
Bu durum, yalnızca güncel ya da yakın geçmişe ait toplumsal olay ve olgulara ilişkin bir geçerliliğe sahip değildir. Aynı zamanda, uzak geçmişte kalmış olan, artık daha ‘nesnel’, daha soğukkanlı bakmanın olanaklı olduğu varsayılabilecek tarihsel olay ve olgular için de geçerlidir.
Bundan dolayıdır ki, Tarihçi E. H. Carr, “Tarih Nedir” adlı kitabında, “bir tarihçinin yazdıklarını okumadan, anlattıklarını dinlemeden önce, onun siyasal, ideolojik düşüncelerine bakın” der. Artık kendileri de geçmişte kaldıkları için öznelerince de değiştirilmesi mümkün olmayan ve dolayısıyla değişmeyeceği kabul edilen tarihsel belge ve bulgularla çalışan bir tarihçinin bile söyledikleri, anlattıkları, “onun siyasal, ideolojik düşünceleri” ışığında değerlendirilmeyi gerektiriyorsa, bu saptama, konumuz açısından, görüş beyan eden tüm hukukçular için daha da fazla bir öneme ve geçerliliğe sahip değil midir? Hukukçular alınmasın. Onlar yalnız değil bu konuda daha niceleri var… Madalyonun bir yüzüne bakıp ahkâm kesen. Oysa hakikât, kendi başına hiçbir yüzünde değildir madalyonun…
Hukuki ve siyasi olan ayrımı
Hukuk ile siyaset, kesin çizgilerle birbirinden ayrılamaz. Bunun temel nedeni, hukukun, her daim, siyasal olarak örgütlenmiş toplumlarda var olmasıdır. Siyasal olarak örgütlenmemiş toplumlarda, hukuktan çok ahlâk geçerlidir. Bu tür toplumlarda, bireylerin söz ve eylemleri yalnızca ahlâki değerlendirme konusudur. Hukuki ve siyasi değerlendirme konusu değil. Çünkü böylesi bir değerlendirmenin asgari toplumsal ve kurumsal koşulları yoktur daha…
Sözlü ya da yazılı hukukun varlığı, kendisine uyulması ya da uyulmaması durumunda, zorlayıcı tedbirler alabilen, cezai yaptırımlar uygulayabilen siyasal bir örgütün, gücün olduğu koşullarda olanaklıdır. Bunun en üst ifadesi ise devlettir. Devlet niteliğine haiz olsun ya da olmasın siyasal her toplumsal örgüt rüşeym halinde bile olsa kendi hukukuyla var olur. Neliği ve gerçekliği açısından baktığımızda, genel olarak hukuk, bir toplumda varolan egemen ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, bireysel ve kurumsal ilişki ve ilişki biçimlerinin korunup kollanması ve güvenceye alınması temelinde, bunların yapılıp yapılmamasını da yaptırımlara bağlayan formel kurallar bütününün genel adıdır.
Bundan dolayı, birincisi, hukuk devletten bağımsız değildir. İkincisi ise hukuk, konumuz açısından pozitif hukuk, formelliğine istinaden, her daim, üzerinde hükmünü meri kılmak istediği toplumsal yapının ve onun gerçekliğinin dününden seslenir. Yani toplumsal varlığın dününe aittir. Toplumsal varlık tüm boyutlarıyla diyalektik bir değişim sürecini yaşarken, hukuk bütünsel olarak ele alındığında daima onun gerisinde kalır. Değişen ve gelişeni, kendi formelliği temelinde düne ait olana uydurmaya ya da ona göre değerlendirmeye çalışır. Tüm yasaların dibacesi olan, daha alt düzeylerdeki kanun, tüzük, yönetmelik, vb.’nin kendisine aykırı olamayacağı anayasalar ise kendi başlarına ele alındığında, hukuki metinler olmanın yanı sıra esas olarak siyasal metinlerdir. Burada siyasal olan, hukuki formelliğe içkin kılınmıştır.
Siyasal olarak örgütlenmiş yani bir devletin ve aynı zamanda da şu ya da bu ölçüde hukukun varolduğu toplumlarda, bireylerin söz ve eylemleri, yerine ve zamanına göre yalnızca ahlâki; yerine ve zamanına göre ahlâki ve hukuki; yine yerine ve zamanına göre de ahlâki, hukuki ve siyasal değer taşır.
Kurumların ise eylemleri değil, kuralları ve kararları vardır. Hiçbir kural hiçbir karar ahlâki eylemde bulunmaz. Keza hiçbir kurum da… Bundan dolayı kurumların ahlâkı yoktur. Ancak kurumların, kuralları ve asıl olarak da kararları, yerine ve zamanına göre yalnızca hukuki ya da kurumun ve kararın türüne bağlı olarak aynı anda hem hukuki hem de siyasal değer ve değerlendirmeye tabidir. Çünkü kurumlar, özellikle de siyasal kurumlar ve bu kurumların kararları ve bu kararlar doğrultusunda söylem ve eylemde bulunan bireyler söz konusu olduğunda hukuki olan ile siyasal olan iç içe geçer. Hukuki değer taşıyan yerine göre aynı zamanda siyasal değer taşıyandır. Ya da tersi, siyasal olan aynı zamanda hukuksal olandır. Bunlar birbirinden ayrılmaz. Bir genelleme düzeyinde şöyle bir önermeyle ifade edilebilir bu : Siyasal olan her şey hukuki değerlendirme konusudur ama hukuki olan her şey (özellikle olabildiğince teknik ve alt düzeylere inildiğinde) siyasal bir değerlendirme konusu değildir.
Doğru, hukuka uygun olan mıdır?
Buradan hareketle, anayasaya uygunluk ya da aykırılık iddiasıyla açılan her dava hem siyasi hem de hukukidir. Böyle bir dava sonunda verilecek her karar da hukukilik ve siyasallık niteliklerini bir arada taşır. Çünkü herhangi bir davalı hakkındaki iddialar, salt biçimsel değil, kurucu siyasal metin olan anayasanın içeriğine uygunluk açısından değerlendirilir. Bu ise kendi biçimselliği temelinde, siyasal bir değerlendirmedir ve sonuç olumlu ya da olumsuz ne olursa olsun, her şart altında hukuki ve siyasaldır.
Ama bu, gerçeklik söz konusu edildiğinde, onların doğruluğunun göstergesi değildir. Varlığın dününde kalmış olanlara ilişkin yapılmış olan formelliğe uygunluğun ifadesidir. Bir başka deyişle “biçimsel doğruluk” ya da “biçimsel uygunluk”tur söz konusu olan; epistemolojik doğruluk değil.
Kısacası, genel olarak hukuka, özel olarak ise anayasaya ve yasalara uygun olan bir şey her zaman doğru olan değildir. Çünkü doğru olan, neliği ve gerçekliği itibariyle nesnesine uygun olandır. Neliğinin tekabül ettiği nesne, olay ya da durum dünde kalmışken ve o nesnenin sürekli değişen gerçekliği veriyken, zamansal ve mekansal olarak nesnesini yitirmiş formel bir hükmün, ontolojik ve epistemelojik anlamda doğruluğundan ve geçerliliğinden söz edilemez. Bir gecede kişi başına düşen milli gelirin, sözüm ona 5 bin dolardan 9 bin doların üzerine çıkarılıvermesine benzer bu… İster zengin olduk diye sevinirsiniz; isterse Başbakanın ve bakanların, “milli geliri kişi başına 9 bin doların üzerine çıkartık” türü propagandif sözlerini “ağzı açık ayran delisi” gibi dinlersiniz. İsterse de “yalan söylüyorlar” diye tepinirsiniz. Sonuç değişmez…
İnsanlar, çevrelerinde olup bitenleri, özellikle de ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, vb. olup bitenleri, kendi gözleriyle görüp algılamaya, anlamlandırmaya yönelmedikleri sürece, birilerinin peşinde ve onların, gerçekliğin hakikatine uygun olmayan sözleriyle taraf olmaya devam edecektir. Tıpkı AK Parti’nin kapatılma davasına ilişkin ya da ‘Ergenekon’ davasına ilişkin olduğu gibi… Gördük sandıkları şeylerin, aslında kendilerine, kasıtlı bir biçimde, bile isteye gösterilen ve görmeleri, bilmeleri istenen şeyler olduğunu bile fark etmeyeceklerdir. Film setindeki ışıkçının ışığı peşinde bir oraya bir buraya yöneleceklerdir. Oysa o da yönetmenin görülmesini istediği yerlere yöneltmektedir ışığı…
Sözün özü : İnsanların, gözlerini kendi gözleri kılmasının yolu, kendi aklıyla düşünüp sormaya, sorgulamaya açık olmasından ve “bilmeye cüret” etmesinden ve dahası, bu süreçte bilgi diye karşına çıkanların nelik ve gerçeklik bağını kurmasından geçer. Buna yeltenmeyen insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda yanılsama kutsallaşır ve kutsallık yanılsamayı, yanılsama kutsallığı besler. Hakikât ise sırra kadem basar. Çünkü kutsallık, gözleri körelten, aklın ışığını kesen kapkaranlık bir şaldır.
Eğitim, Toplum, Siyaset, Edebiyat ve Felsefe Üzerine Haber, Yorum ve Eleştiri Yazıları
19 Temmuz 2008
12 Temmuz 2008
Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : 'ERGENEKON'
Paradigmalar tahterevallisinden düşen bir figüran : ‘ERGENEKON’
Atalay GİRGİN
Türkiye Cumhuriyeti, paradigması iflas etmiş bir devlettir. Yıllar önce, “Paradigmanın iflası” adlı yapıtında, Fikret Başkaya yazmıştı bunu. Ne var ki, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak egemen olan sınıflar ve onların, toplumun her alanında yer alan siyasal ve ideolojik temsilcileri yeni bir paradigma oluşturamamışlardır. Ne Fikret Başkaya’nın kitabından önce ne de sonra…
Yalnızca onlar değil, siyasal iktidar mücadelesi yürüttüğünü söyleyen ve dikkate alınan ya da dikkate değer hiçbir kesim, yeni bir paradigma sunamamıştır. Solundan sağına, milliyetçisinden siyasal İslamcısına her kesim dahildir buna… (Bu konuda kayda değer tek yerli öneri, ne gariptir ki, tutuklandıktan sonra Abdullah Öcalan’dan gelen ve kapitalizmin sınırları içinde kalan ama düzenin ‘resmi siyasal bilinç sınırlarını’ zorlayan, hatta kısmen aşan “Demokratik Cumhuriyet” yaklaşımı ve söylemidir. Öte yandan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi ile yaptığı kısmi açılım ve Mehmet Ağar’ın son dönemdeki demeçlerinde kısmen içerilen yaklaşım birer istisnadır. Ve istisnalar olarak da bir kenarda kalmışlardır zaten.)
Cumhuriyet’in kuruluş döneminin eseri olan ve iflas eden paradigmanın, resmi ideolojik söylemin şemsiyesi altında, bayramda seyranda tekrarlanması ve dönem dönem değişik kesimler üzerinde “Demokles’in kılıcı”na dönüştürülmesinden öteye gidilememiştir. “Biz bize” kalındığı sürece işe yarayan, vaziyeti idare eden bu tutum ve anlayışın, özellikle, yaklaşık son 10 yıldır çözüm olmadığı, artık ayan beyan ortaya çıkmıştır.
Figüran bir değil çok… Ama şimdilik görünen iki
Kendi gerçekliğine ve içerisinde bulunduğu bölgenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir paradigma değişikliği sürecini, bile isteye ve kendi iradesiyle yaşayamayan ve bunu oluşturup yönetemeyen Türkiye Cumhuriyeti, paradigmalar tahterevallisine çıkarılmıştır. Tahterevallinin bir yanında, Cumhuriyet’in kuruluş döneminden devralınan ve iflas eden paradigmanın takipçileri vardır. Diğer yanında ise, günlük ve dönemsel çıkar hesapları ile bir AB’ye bir ABD’ye yanaşarak, onlardan göreli bağımsız bir paradigmayı oluşturmak ve egemen kılmak isteyenler…
Birincilerin ya da ‘Ergenekon’ olarak nitelendirilenlerin paradigması bilinmektedir. Onlar; Cumhuriyet’in, kuruluş döneminde Osmanlı’dan devraldıklarının yanına eklediği uluslaşma ve üniter bir ulus devlet olarak varolma anlayışını, yani esas olarak eski paradigmayı, her şeye rağmen sürdürmek isteyenlerdir. İkincilerinki ise muğlaktır, belirsizdir (Aslında “Yeni Osmanlıcılık”a da “BOP” a da teşnedirler ama “müesses nizam” güçleri karşısında da şamrel lastiğinden beterdir durumları). Çünkü bunlar, diğerlerine göre daha pragmatist bir tutumla ve daha ilkesizce davranmaktadırlar. ABD ve AB ile ilişkilerinin durumuna ve içerideki gelişmelerin seyrine göre hareket etmeye çalışmaktadırlar. İçerideki gelişmeler sertleşmeye başladığında, söylemsel olarak, birincilerin paradigmasına yakın bir vaaz edişe yönelmekte ve bu doğrultuda açıklamalar yapmakta ve nutuklar atmaktadırlar. Dolayısıyla devlet paradigmasının ne olması gerektiğini, nedenleri ve niçinleriyle açıkça ortaya koyup bunun mücadelesini yürütmemektedirler. İçeride sıkıştıklarında, söylemde keskin bir üniter ulus-devletçi kesilmekte, dışarıda sıkıştıklarında ise ABD ve AB yollarında, kapılarında ayak sürüyerek, icazet, anlayış ve destek dilenmektedirler.
Paradigmaları figüranlar belirleyemez
Neylersiniz ki, siyasetin gerçek öznelerinin olmadığı, açıkça kendini göstermediği yerde, önce figüranlar sahne alır. Önce onlar düşer, sözüm ona önce onlar düşürür… Ama er ya da geç gerçek özneler uzlaşarak ya da birbirlerini alt ederek sahneye çıkar. Çünkü paradigmaları gerçek siyasal özneler belirler : Ülkenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir biçimde, egemen ve aynı zamanda ekonomik ve siyasal olarak örgütlenmiş sınıflar ya da onların asli temsilcileri. Ya da tersi; belli bir paradigma ve toplum projesi temelinde örgütlenip siyasal ve sınıfsal muarızlarını yenerek kendi iktidarını kuran sınıflar ve temsilcileri.
Devletler paradigmalarıyla vardır. Paradigmalarını yitiren devletler, içsel ve dışsal güç ilişkilerinin etkisi altında değişip dönüşmeye ve genellikle de çözülmeye başlar. Paradigmalarını, gerçekliğe uygun bir biçimde kendi ‘iradesi’yle, ‘aklı’yla değiştirebilen devlet, değişim ve dönüşümü bir gelişim süreci kılabilen devlettir. Başkaya, “Bir toplumsal formasyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür” der “Paradigmanın İflası”nda.
Türkiye Cumhuriyeti ise bırakın köktenci bir paradigma değişimini yönetmeyi, sermaye birikim biçimindeki bir değişimi bile darbeyle başarmış bir devlettir. Özellikle 12 Eylül 1980 bunun bariz bir göstergesidir. Ki 12 Eylül 1980 dahil, darbelerin “yerli malı” birer imalat olduğu da tartışmalıdır zaten. Sadece darbeler ve onlarla değişen politikalar değil bir çok değişikliğin görünen yüzünde ‘yerli’ler olsa da ardında başkaları vardır. Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Milli Eğitim’ politikalarındaki önemli iki değişiklikten birincisi, Demokrat Parti iktidarı döneminde Amerikan Ford Vakfı’nın fikri yönlendiriciliği ve finansal desteğiyle, hem de Viyana’da yapılmıştır. Destek dediğime bakmayın, tüm giderleri Ford Vakfı’nca karşılanmıştır. İkincisi ise malum, Avrupa Birliği’nin eğitim politikalarına uyum adı altında…Bunu bile, neredeyse, devrim diye sundular : Eğitimde Newtoncu anlayıştan, Kuantumcu anlayışa geçiş adı altında…(Neyse bu kendi başına önemli bir konu)
Hal böyleyken; yani ekonomik, sosyal ve siyasal alanlar bir yana, eğitim politikalarındaki değişikliği bile kendi iradesi ve ‘aklı’yla yapamayan bir devletin, yeni bir paradigmayı kendi başına belirlemesi mümkün müdür? İflas ettiği ayan beyan ortada olan paradigmayı, değişen toplum ve dünya gerçekliğine rağmen yeniden devletin paradigması kılabilmek mümkün müdür? Dahası bunu figüranların başarması mümkün müdür? Elbetteki hayır…
Figüranlardan biri düştü; sıra düşürende mi?
Bundan dolayıdır ki, bugün figüranlardan biri, paradigmalar tahterevallisinden düşmüştür, düşürülmüştür, ayağı kaydırılmıştır ya da tökezlemiştir… Ne derseniz deyin sonuç değişmez. Bu figüranın adı ‘Ergenekon’… Yarın bir gün bir bakmışsınız ki bir başka figüran düşmüş, düşürülmüş ya da ayağı kaydırılmış. Ya onun adı ne? Onu ben söylememeyim, Tahsin Yücel’in “Golyan Devrimi” adlı kitabındaki aynı başlığı taşıyan öyküyü okuyup siz tahmin edin.
Elbette, yeni figüranlar için sahne hazırdır. Sahibi aslisi arz-ı endam eylemeye karar verinceye dek, yeni figüranlar sahne almaya devam edecektir; kimi kör, kimi topal, kimi sağır olsa da fark etmez. Çünkü figüranlar tükenmez. Bereketlidir bu topraklar, dün devşirmeleriyle ünlüydü. Çağımızda ise devşirilenleriyle… Bakarsınız, yakında, devşirilip yedekte bekletilenlerden biri, damdan düşer gibi, peydahlanıverir. Hacı mı olur hoca mı; yakışıklı mı olur bir güzel huri mi; işçi, köylü, memur çocuğu mu olur bir mahalle bitirimi mi; v.b. ? Kim bilir? Allah bilir demeyeceğim; çünkü efendileri bilir düzenin… Çünkü getirilen her kim olursa olsun, onların kapısında çobandır. Ya sürü…? Onun adını da siz koyun.
Sözün özü : Bugün olup bitenler ve gösterilenler, farklı figüran gruplarıyla sürdürülen bir paradigmalar savaşının kırıntılarıdır. Paradigması, yaklaşık olarak 1970’lere gelindiğinde iflas etmiş olan bir devlete yeni paradigma biçme mücadelesidir. Paradigmalar tahterevallisinde sözüm ona birer oyuncuymuş gibi duran figüranların hiç biri, kendi başlarına, devlete yeni bir paradigma belirleyemez. Çünkü kapitalizmin ve düzenin siyasal bilinç sınırları içerisinde kalınarak, bugünkü koşullar veri olduğu sürece de bu olanaklı değildir zaten.
Bunların dışına çıkmak ise, sınıflar mücadelesi temelinde,dünyanın her metrekaresinde kapitalizmi yadsıyan yeni bir toplum projesiyle olanaklıdır. Toplumun ve devletin kendi paradigmasını oluşturarak yeniden örgütlenmesinin yolu buradan geçer. Bunun dışındaki her yol, dünya düzeninin aktörlerince servis edilen paradigmaların peşinde, figüranların dublörüne dönüşerek telef olmak ya da telef etmektir birilerini… Daha ötesi değil… Çünkü dünyayı değiştirenler ne figüranlardır ne de figürana dublör olanlar…
Atalay GİRGİN
Türkiye Cumhuriyeti, paradigması iflas etmiş bir devlettir. Yıllar önce, “Paradigmanın iflası” adlı yapıtında, Fikret Başkaya yazmıştı bunu. Ne var ki, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak egemen olan sınıflar ve onların, toplumun her alanında yer alan siyasal ve ideolojik temsilcileri yeni bir paradigma oluşturamamışlardır. Ne Fikret Başkaya’nın kitabından önce ne de sonra…
Yalnızca onlar değil, siyasal iktidar mücadelesi yürüttüğünü söyleyen ve dikkate alınan ya da dikkate değer hiçbir kesim, yeni bir paradigma sunamamıştır. Solundan sağına, milliyetçisinden siyasal İslamcısına her kesim dahildir buna… (Bu konuda kayda değer tek yerli öneri, ne gariptir ki, tutuklandıktan sonra Abdullah Öcalan’dan gelen ve kapitalizmin sınırları içinde kalan ama düzenin ‘resmi siyasal bilinç sınırlarını’ zorlayan, hatta kısmen aşan “Demokratik Cumhuriyet” yaklaşımı ve söylemidir. Öte yandan Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi ile yaptığı kısmi açılım ve Mehmet Ağar’ın son dönemdeki demeçlerinde kısmen içerilen yaklaşım birer istisnadır. Ve istisnalar olarak da bir kenarda kalmışlardır zaten.)
Cumhuriyet’in kuruluş döneminin eseri olan ve iflas eden paradigmanın, resmi ideolojik söylemin şemsiyesi altında, bayramda seyranda tekrarlanması ve dönem dönem değişik kesimler üzerinde “Demokles’in kılıcı”na dönüştürülmesinden öteye gidilememiştir. “Biz bize” kalındığı sürece işe yarayan, vaziyeti idare eden bu tutum ve anlayışın, özellikle, yaklaşık son 10 yıldır çözüm olmadığı, artık ayan beyan ortaya çıkmıştır.
Figüran bir değil çok… Ama şimdilik görünen iki
Kendi gerçekliğine ve içerisinde bulunduğu bölgenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir paradigma değişikliği sürecini, bile isteye ve kendi iradesiyle yaşayamayan ve bunu oluşturup yönetemeyen Türkiye Cumhuriyeti, paradigmalar tahterevallisine çıkarılmıştır. Tahterevallinin bir yanında, Cumhuriyet’in kuruluş döneminden devralınan ve iflas eden paradigmanın takipçileri vardır. Diğer yanında ise, günlük ve dönemsel çıkar hesapları ile bir AB’ye bir ABD’ye yanaşarak, onlardan göreli bağımsız bir paradigmayı oluşturmak ve egemen kılmak isteyenler…
Birincilerin ya da ‘Ergenekon’ olarak nitelendirilenlerin paradigması bilinmektedir. Onlar; Cumhuriyet’in, kuruluş döneminde Osmanlı’dan devraldıklarının yanına eklediği uluslaşma ve üniter bir ulus devlet olarak varolma anlayışını, yani esas olarak eski paradigmayı, her şeye rağmen sürdürmek isteyenlerdir. İkincilerinki ise muğlaktır, belirsizdir (Aslında “Yeni Osmanlıcılık”a da “BOP” a da teşnedirler ama “müesses nizam” güçleri karşısında da şamrel lastiğinden beterdir durumları). Çünkü bunlar, diğerlerine göre daha pragmatist bir tutumla ve daha ilkesizce davranmaktadırlar. ABD ve AB ile ilişkilerinin durumuna ve içerideki gelişmelerin seyrine göre hareket etmeye çalışmaktadırlar. İçerideki gelişmeler sertleşmeye başladığında, söylemsel olarak, birincilerin paradigmasına yakın bir vaaz edişe yönelmekte ve bu doğrultuda açıklamalar yapmakta ve nutuklar atmaktadırlar. Dolayısıyla devlet paradigmasının ne olması gerektiğini, nedenleri ve niçinleriyle açıkça ortaya koyup bunun mücadelesini yürütmemektedirler. İçeride sıkıştıklarında, söylemde keskin bir üniter ulus-devletçi kesilmekte, dışarıda sıkıştıklarında ise ABD ve AB yollarında, kapılarında ayak sürüyerek, icazet, anlayış ve destek dilenmektedirler.
Paradigmaları figüranlar belirleyemez
Neylersiniz ki, siyasetin gerçek öznelerinin olmadığı, açıkça kendini göstermediği yerde, önce figüranlar sahne alır. Önce onlar düşer, sözüm ona önce onlar düşürür… Ama er ya da geç gerçek özneler uzlaşarak ya da birbirlerini alt ederek sahneye çıkar. Çünkü paradigmaları gerçek siyasal özneler belirler : Ülkenin ve dünyanın gerçekliğine uygun bir biçimde, egemen ve aynı zamanda ekonomik ve siyasal olarak örgütlenmiş sınıflar ya da onların asli temsilcileri. Ya da tersi; belli bir paradigma ve toplum projesi temelinde örgütlenip siyasal ve sınıfsal muarızlarını yenerek kendi iktidarını kuran sınıflar ve temsilcileri.
Devletler paradigmalarıyla vardır. Paradigmalarını yitiren devletler, içsel ve dışsal güç ilişkilerinin etkisi altında değişip dönüşmeye ve genellikle de çözülmeye başlar. Paradigmalarını, gerçekliğe uygun bir biçimde kendi ‘iradesi’yle, ‘aklı’yla değiştirebilen devlet, değişim ve dönüşümü bir gelişim süreci kılabilen devlettir. Başkaya, “Bir toplumsal formasyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı karşıya olduğu sorunları çözebilme yeteneğiyle ölçülür” der “Paradigmanın İflası”nda.
Türkiye Cumhuriyeti ise bırakın köktenci bir paradigma değişimini yönetmeyi, sermaye birikim biçimindeki bir değişimi bile darbeyle başarmış bir devlettir. Özellikle 12 Eylül 1980 bunun bariz bir göstergesidir. Ki 12 Eylül 1980 dahil, darbelerin “yerli malı” birer imalat olduğu da tartışmalıdır zaten. Sadece darbeler ve onlarla değişen politikalar değil bir çok değişikliğin görünen yüzünde ‘yerli’ler olsa da ardında başkaları vardır. Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘Milli Eğitim’ politikalarındaki önemli iki değişiklikten birincisi, Demokrat Parti iktidarı döneminde Amerikan Ford Vakfı’nın fikri yönlendiriciliği ve finansal desteğiyle, hem de Viyana’da yapılmıştır. Destek dediğime bakmayın, tüm giderleri Ford Vakfı’nca karşılanmıştır. İkincisi ise malum, Avrupa Birliği’nin eğitim politikalarına uyum adı altında…Bunu bile, neredeyse, devrim diye sundular : Eğitimde Newtoncu anlayıştan, Kuantumcu anlayışa geçiş adı altında…(Neyse bu kendi başına önemli bir konu)
Hal böyleyken; yani ekonomik, sosyal ve siyasal alanlar bir yana, eğitim politikalarındaki değişikliği bile kendi iradesi ve ‘aklı’yla yapamayan bir devletin, yeni bir paradigmayı kendi başına belirlemesi mümkün müdür? İflas ettiği ayan beyan ortada olan paradigmayı, değişen toplum ve dünya gerçekliğine rağmen yeniden devletin paradigması kılabilmek mümkün müdür? Dahası bunu figüranların başarması mümkün müdür? Elbetteki hayır…
Figüranlardan biri düştü; sıra düşürende mi?
Bundan dolayıdır ki, bugün figüranlardan biri, paradigmalar tahterevallisinden düşmüştür, düşürülmüştür, ayağı kaydırılmıştır ya da tökezlemiştir… Ne derseniz deyin sonuç değişmez. Bu figüranın adı ‘Ergenekon’… Yarın bir gün bir bakmışsınız ki bir başka figüran düşmüş, düşürülmüş ya da ayağı kaydırılmış. Ya onun adı ne? Onu ben söylememeyim, Tahsin Yücel’in “Golyan Devrimi” adlı kitabındaki aynı başlığı taşıyan öyküyü okuyup siz tahmin edin.
Elbette, yeni figüranlar için sahne hazırdır. Sahibi aslisi arz-ı endam eylemeye karar verinceye dek, yeni figüranlar sahne almaya devam edecektir; kimi kör, kimi topal, kimi sağır olsa da fark etmez. Çünkü figüranlar tükenmez. Bereketlidir bu topraklar, dün devşirmeleriyle ünlüydü. Çağımızda ise devşirilenleriyle… Bakarsınız, yakında, devşirilip yedekte bekletilenlerden biri, damdan düşer gibi, peydahlanıverir. Hacı mı olur hoca mı; yakışıklı mı olur bir güzel huri mi; işçi, köylü, memur çocuğu mu olur bir mahalle bitirimi mi; v.b. ? Kim bilir? Allah bilir demeyeceğim; çünkü efendileri bilir düzenin… Çünkü getirilen her kim olursa olsun, onların kapısında çobandır. Ya sürü…? Onun adını da siz koyun.
Sözün özü : Bugün olup bitenler ve gösterilenler, farklı figüran gruplarıyla sürdürülen bir paradigmalar savaşının kırıntılarıdır. Paradigması, yaklaşık olarak 1970’lere gelindiğinde iflas etmiş olan bir devlete yeni paradigma biçme mücadelesidir. Paradigmalar tahterevallisinde sözüm ona birer oyuncuymuş gibi duran figüranların hiç biri, kendi başlarına, devlete yeni bir paradigma belirleyemez. Çünkü kapitalizmin ve düzenin siyasal bilinç sınırları içerisinde kalınarak, bugünkü koşullar veri olduğu sürece de bu olanaklı değildir zaten.
Bunların dışına çıkmak ise, sınıflar mücadelesi temelinde,dünyanın her metrekaresinde kapitalizmi yadsıyan yeni bir toplum projesiyle olanaklıdır. Toplumun ve devletin kendi paradigmasını oluşturarak yeniden örgütlenmesinin yolu buradan geçer. Bunun dışındaki her yol, dünya düzeninin aktörlerince servis edilen paradigmaların peşinde, figüranların dublörüne dönüşerek telef olmak ya da telef etmektir birilerini… Daha ötesi değil… Çünkü dünyayı değiştirenler ne figüranlardır ne de figürana dublör olanlar…
07 Temmuz 2008
KÜRESELLEŞME
Gerçeklik Mi? Yoksa Kavramsal Bir Gözlük Mü?
KÜRESELLEŞME
Atalay GİRGİN
Dilin ve düşünmenin olmazsa olmazlarıdır kavramlar. İmgelerin ve simgelerin yanı sıra, asıl olarak düşünme onlarla gerçekleşir. Bilgi onlarla ortaya konur.
Kavramsız bir tarih olmadığı gibi, tarihsiz bir kavram da yoktur. Her kavramın bilinen ya da bilinmeyen bir tarihi vardır.
Kimi tarihsel ve sosyal olay ve olgularla birlikte bazı kavramlar öne çıkar ya da yeni kavramlar üretilir. Bir dönem birlikte anılırlar; biri söylendiğinde diğeri de anımsanır. Örneğin: l789 Fransız İhtilali ve Milliyetçilik. Doğru ya da yanlış, bir gerçekliğin bilinçteki tasarımı olarak billurlaşır bu kavramlar. Ancak her kavram da bir gerçekliğe ya da olguya tekabül etmez. Yani gerçekliği yoktur kimi kavramların...
Bazı kavramlar ise ortaya çıktıkları koşullardan bağımsızlaşarak, hem ‘şimdi’nin anlamlandırılmasında ve kendisine uygun bir sosyal-siyasal-ideolojik gerçeklik bilincinin inşasında egemen bir söylem biçimi kılınır hem de geçmişin, yani tarihin yeniden okunması ve imal edilmesinde... Bu tür kavramlar, dünün ve bugünün anlamlandırılmasında, yarına bakışta ve yönelişte bireye, siyasal ve ideolojik bir gözlük sunar. Farkında olsa da olmasa da bireyin düşünüşü, söyleyişi ve eyleyişinde içselleşir. Bu andan itibaren, bu kavramların gerçekliğinin olup olmadığı bile sorgulanmaz. Örneğin: ulus, ulusal devlet, ulusal çıkar, vb gibi.
Küreselleşme kavramının da bir tarihi vardır; ama gerçekliği yoktur. Çünkü, dünyanın gerçekliğinden bağımsız olarak, ona atfedilen bir nitelik olan küre, düşsel, düşünsel bir varlıktır. Gerçek bir varlık olmayan kürede, hiçbir eylem ve hiçbir süreç de gerçekliğe haiz değildir. Düşsel bir varlığın içindeki tüm eylemler ve süreçler de, bundan dolayı, yalnızca düşsel bir varoluş özelliği taşır ve gerçeklikleri olamaz. Gerçekliği olmayan ya da bir olguya tekabül etmeyen bir kavram ise Kant’ın deyişiyle, “boş” bir kavramdır.
İşte bu “boş” kavram, kısacık tarihine rağmen, günümüzde, hem varolanın farklı alanlarına ilişkin varoluş sürecinin anlamlandırılması, açıklanması ve nitelenmesinde ve geleceğe yönelişte, hem de geçmişin yeniden okunması ve anlamlandırılmasında temel, belirleyici bir unsur kılınıyor. Dahası, gerçeklik addediliyor. Neden? Nasıl? Nereden çıktı bu kavram?
03 Temmuz 2008
Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının,...?
Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının...?
Atalay GİRGİN
Başlıktan da anlaşılabileceği gibi, sorgulayıcı ve eleştirel düşünmeyi tetikleyebilmek için biraz daha farklı bir açıdan ve farklı bir kurguyla yaklaşmak istedim ahlâk konusuna. Bakalım başarabilecek miyim? Her ağzını açanın beğenmediği ya da muarız kabul ettiğine "ahlâksız" dediği günümüzde bunun hiç de kolay olmadığını biliyorum. Ama yine de denemek gerek.
Ahlâkın kökeninin, kaynağının din olup olmaması bağlamında başlığı şöyle yazmam mümkündü : Dinin ahlâkı yoktur; ya peygamberin, …? Ardı sıra da halifeden papaya, hahama, şeyhülislama, mezhep ve tarikat şeyhinden diyanet işleri başkanına, cami imamından kilise rahibine ve Fethullah Gülen’e dek, ilânihâye herkese yer verilebilirdi.
Keza, başlık için de geçerli bu. Yani “Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının, …?” sorusunun kapsamında, padişahtan krala, beyden ağaya, kadıdan kaymakama, cumhurbaşkanından bakana ve genelkurmay başkanına, validen emniyet müdürüne, belediye başkanından öğretmene dek herkes yer alır.
Kurumların ve ideolojilerin ahlâkı yoktur
Bu yazının başlığı ile ikinci olası başlığın, birinci bölümünde yer verilen devlet ve din, birer kurumdur. İkisinin de kaynağı ve varlık koşulu toplumdur. Adem ve Havva hikayesini bir yana bırakırsak; ikisi de insanlığın gelişiminin belli bir evresinden sonra varlık kazanmaya başlamıştır. Ve giderek varlık koşullarını buldukları toplumdan bağımsızlaşarak, onlar üzerinde, asıl olarak da toplumun tabî olan ezilen sömürülen kesimleri üzerinde egemen birer güce dönüşmüşlerdir. Tarih boyunca bu iki kurum, kısmî çekişme ve çatışma dönemleri dışında, birbirlerinden beslenmişler, iç içe kolkola yaşamışlardır.
Devlet; egemen olanın, varolanı, mevcut sınıfsal güç dengeleri temelinde korumak, sürekli kılmak ve geliştirmek için, tabî olanlar ve tebaası kıldıkları üzerinde gerektiğinde zor kullanan, cezalandıran, şiddet uygulayan tahakküm aracıdır. Din ise, kendi kutsal varlık ya da varlıklarından hareketle, dogmatik önermeleri içeren kutsal metinleri ve inanma biçim ve araçları temelinde insanların düşünüş, söyleyiş ve eyleyişlerini belirlemeye, yönlendirmeye çalışan ideolojik bir kurumdur. Din bu nitelikleriyle, toplumun kendi inananları üzerinde, devletin olağan koşullardaki uygulamalarının meşru görülmesini sağlayan en önemli ideolojik kurumlardan, araçlardan biridir. Örneğin Konfüçyus’a göre, “ruhların en üstünü olan gökyüzü, yalnızca imparatorun şükran ve dualarını kabul eder”. Bu durumda “en üstün ruh”un lütfuna mazhar olmak isteyen insanın yapması gereken nedir? Yanıtı belli sorunun…
Devlet ve din ahlâki eylemde bulunamaz
Ancak ne kurumlar, ne makamlar ne de ideolojiler ahlâki eylemde bulunur. Bu anlamda, tarihsel ve güncel, hiçbir devletin ve hiçbir dinin ahlâkı yoktur. Yani bir kurum olarak devlet de din de ahlâksızdır. Tıpkı; milliyetçilik, liberalizm, Marksizm, nasyonal-sosyalizm, Kemalizm, pan-Türkizm, pan İslamizm, vb. gibi… Bundan dolayı, devlet ve din gibi, ideolojilerin tümü de olumlu ya da olumsuz anlamda tüm ahlâki değerlendirmelerden ve ahlâki yargılardan arîdir. Çünkü bunlar, ne ahlâki karar alır ne ahlâki eylemde bulunur; yalnızca hüküm kurar; zamanın ve mekanın kısacası varlığın hep dününde kalmış olana ilişkin kurulmuş hükümler ve kurallar vaaz eder. Ya da gerçekliğe rağmen, onu dikkate almayan, her daim varlığın dününde kalmış olanlardan hareketle, koşullar ne olursa olsun, geniş zaman kipindeki önermelerin genelliği ardından, olması gerekene dair hükümler bildirir.
Bu hükümler ve kurallar ise, ister tek tek isterse bütünüyle, yani dizgesel olarak ele alınsın, bir ahlak değildir. En iyi ihtimalle, yaşayan ve eyleyen bir insanın, bu hüküm ve kuralları benimsemesi koşuluyla, kendisinin ya da bir başkasının eylemini ahlâki açıdan değerlendirmesinde, nitelemesinde; olumlu ya da olumsuz anlamda değer biçmesi ya da değer atfetmesinde bir algılama, anlamlandırma dayanağı olabilir yalnızca.
Ahlaki eylem ise, şu diye gösterilebilen, zamanın ve mekanın belli bir yerinde ve anında, karşılaştığı bir durum karşısında, bir şeyi yapmayı ya da yapmamayı, bir sözü söylemeyi ya da söylememeyi seçen insan için olanaklıdır. En kısa haliyle “İyi ve kötü üzerine bir bilinç” olarak tanımlanabilen ahlak, toplumsal bir varlık olarak, bu bilinçle eyleyen ve dolayısıyla akli melekeleri de yerinde olan insan için geçerlidir. Birey olarak insan, herhangi bir dine mensup olmakla değil, toplumsal bir varlık olmakla edinir ahlâkı. Çünkü, ahlâkın kaynağı da kökeni de toplumdur; toplumsal ilişki ve ilişki biçimleridir. Keza devletin ve dinin de…
Ahlâksız insan yoktur
Toplum söz konusu edildiğinde ise, ahlâksız toplum yoktur. Ancak, aynı toplum içinde bile bir tek ahlâktan söz edilemez. Toplumu ve içerisinde yaşayan insanları, hangi kutsallık cenderesinin içerisine alırsanız alın, ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal çıkar çatışmaları ve insanın insanı sömürüsünün devam ettiği koşullarda, çok farklı ahlâkların ve aynı eylemlere verilen taban tabana zıt değerlerin varlığı ortadan kaldırılamaz. Bunu ne devlet başarabilir ne de din. Tarih boyunca başaramadıkları gibi günümüzde de başaramazlar. Çünkü bunun ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal, hatta tarihsel-kültürel anlamda toplumsal nedenleri ve varlık koşulları vardır. Tıpkı dinin ve devletin olduğu gibi…
Öte yandan, ahlâksız toplum olmadığı gibi, ahlâksız insan da yoktur. Çünkü insan, toplumsal bir varlık oluşuyla ahlâkı ve ahlâki değerleri edinmeye, “iyi ve kötü üzerine bir bilinç” sahibi olmaya başlar. Bu anlamda her insan ahlâk sahibidir ve ahlâki eylemde bulunur. Buradan hareketle, hem yazının başlığında hem de olası başlıkta yer alan soru boyutunun özneleri değişse de soruya verilecek yanıt değişmez : Sorunun açılımı içinde yer alan sıfatlara sahip herkesin, toplumsal bir varlık olarak insan olmak hasebiyle, akli melekeleri yerinde olan her insan gibi, ahlâkı vardır. Onlar da her insan gibi ahlâki eylemde bulunur.
Sözün özü : İnsanlar ister sevinsin, ister üzülsün, isterse öfkelensinler; çünkü ne kadar ararlarsa arasınlar ahlâklı bir devlet de ahlâksız bir cumhurbaşkanı da bulamazlar. Tıpkı; ahlâksız bir fahişe, ahlâksız bir pezevenk, ahlâksız bir işkenceci, ahlâksız bir dolandırıcı, vb. bulamayacakları gibi… Keza ahlâklı bir din, ahlâksız bir peygamber de bulamazlar. Tıpkı; ahlâksız bir tefeci, ahlâksız bir din taciri, ahlâksız bir uyuşturucu satıcısı bulamayacakları gibi…
Yoksa siz aksini mi düşünüyorsunuz? Neden?
Not: Bu yazı 2008 yılında yazılıp Radikal gazetesinde yayınlandığında "Devletin ahlâkı yoktur; ya başbakanın,...?" başlığını taşıyordu. Güncel gelişmeler bağlamında başlıktaki ve yazı içindeki "başbakan" sözcüğünü "cumhurbaşkanı"yla değiştirdim. Gördüğünüz gibi anlamda herhangi bir değişme olmadı.
Atalay GİRGİN
Ahlâkın kökeninin, kaynağının din olup olmaması bağlamında başlığı şöyle yazmam mümkündü : Dinin ahlâkı yoktur; ya peygamberin, …? Ardı sıra da halifeden papaya, hahama, şeyhülislama, mezhep ve tarikat şeyhinden diyanet işleri başkanına, cami imamından kilise rahibine ve Fethullah Gülen’e dek, ilânihâye herkese yer verilebilirdi.
Keza, başlık için de geçerli bu. Yani “Devletin ahlâkı yoktur; ya cumhurbaşkanının, …?” sorusunun kapsamında, padişahtan krala, beyden ağaya, kadıdan kaymakama, cumhurbaşkanından bakana ve genelkurmay başkanına, validen emniyet müdürüne, belediye başkanından öğretmene dek herkes yer alır.
Kurumların ve ideolojilerin ahlâkı yoktur
Bu yazının başlığı ile ikinci olası başlığın, birinci bölümünde yer verilen devlet ve din, birer kurumdur. İkisinin de kaynağı ve varlık koşulu toplumdur. Adem ve Havva hikayesini bir yana bırakırsak; ikisi de insanlığın gelişiminin belli bir evresinden sonra varlık kazanmaya başlamıştır. Ve giderek varlık koşullarını buldukları toplumdan bağımsızlaşarak, onlar üzerinde, asıl olarak da toplumun tabî olan ezilen sömürülen kesimleri üzerinde egemen birer güce dönüşmüşlerdir. Tarih boyunca bu iki kurum, kısmî çekişme ve çatışma dönemleri dışında, birbirlerinden beslenmişler, iç içe kolkola yaşamışlardır.
Devlet; egemen olanın, varolanı, mevcut sınıfsal güç dengeleri temelinde korumak, sürekli kılmak ve geliştirmek için, tabî olanlar ve tebaası kıldıkları üzerinde gerektiğinde zor kullanan, cezalandıran, şiddet uygulayan tahakküm aracıdır. Din ise, kendi kutsal varlık ya da varlıklarından hareketle, dogmatik önermeleri içeren kutsal metinleri ve inanma biçim ve araçları temelinde insanların düşünüş, söyleyiş ve eyleyişlerini belirlemeye, yönlendirmeye çalışan ideolojik bir kurumdur. Din bu nitelikleriyle, toplumun kendi inananları üzerinde, devletin olağan koşullardaki uygulamalarının meşru görülmesini sağlayan en önemli ideolojik kurumlardan, araçlardan biridir. Örneğin Konfüçyus’a göre, “ruhların en üstünü olan gökyüzü, yalnızca imparatorun şükran ve dualarını kabul eder”. Bu durumda “en üstün ruh”un lütfuna mazhar olmak isteyen insanın yapması gereken nedir? Yanıtı belli sorunun…
Devlet ve din ahlâki eylemde bulunamaz
Ancak ne kurumlar, ne makamlar ne de ideolojiler ahlâki eylemde bulunur. Bu anlamda, tarihsel ve güncel, hiçbir devletin ve hiçbir dinin ahlâkı yoktur. Yani bir kurum olarak devlet de din de ahlâksızdır. Tıpkı; milliyetçilik, liberalizm, Marksizm, nasyonal-sosyalizm, Kemalizm, pan-Türkizm, pan İslamizm, vb. gibi… Bundan dolayı, devlet ve din gibi, ideolojilerin tümü de olumlu ya da olumsuz anlamda tüm ahlâki değerlendirmelerden ve ahlâki yargılardan arîdir. Çünkü bunlar, ne ahlâki karar alır ne ahlâki eylemde bulunur; yalnızca hüküm kurar; zamanın ve mekanın kısacası varlığın hep dününde kalmış olana ilişkin kurulmuş hükümler ve kurallar vaaz eder. Ya da gerçekliğe rağmen, onu dikkate almayan, her daim varlığın dününde kalmış olanlardan hareketle, koşullar ne olursa olsun, geniş zaman kipindeki önermelerin genelliği ardından, olması gerekene dair hükümler bildirir.
Bu hükümler ve kurallar ise, ister tek tek isterse bütünüyle, yani dizgesel olarak ele alınsın, bir ahlak değildir. En iyi ihtimalle, yaşayan ve eyleyen bir insanın, bu hüküm ve kuralları benimsemesi koşuluyla, kendisinin ya da bir başkasının eylemini ahlâki açıdan değerlendirmesinde, nitelemesinde; olumlu ya da olumsuz anlamda değer biçmesi ya da değer atfetmesinde bir algılama, anlamlandırma dayanağı olabilir yalnızca.
Ahlaki eylem ise, şu diye gösterilebilen, zamanın ve mekanın belli bir yerinde ve anında, karşılaştığı bir durum karşısında, bir şeyi yapmayı ya da yapmamayı, bir sözü söylemeyi ya da söylememeyi seçen insan için olanaklıdır. En kısa haliyle “İyi ve kötü üzerine bir bilinç” olarak tanımlanabilen ahlak, toplumsal bir varlık olarak, bu bilinçle eyleyen ve dolayısıyla akli melekeleri de yerinde olan insan için geçerlidir. Birey olarak insan, herhangi bir dine mensup olmakla değil, toplumsal bir varlık olmakla edinir ahlâkı. Çünkü, ahlâkın kaynağı da kökeni de toplumdur; toplumsal ilişki ve ilişki biçimleridir. Keza devletin ve dinin de…
Ahlâksız insan yoktur
Toplum söz konusu edildiğinde ise, ahlâksız toplum yoktur. Ancak, aynı toplum içinde bile bir tek ahlâktan söz edilemez. Toplumu ve içerisinde yaşayan insanları, hangi kutsallık cenderesinin içerisine alırsanız alın, ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal çıkar çatışmaları ve insanın insanı sömürüsünün devam ettiği koşullarda, çok farklı ahlâkların ve aynı eylemlere verilen taban tabana zıt değerlerin varlığı ortadan kaldırılamaz. Bunu ne devlet başarabilir ne de din. Tarih boyunca başaramadıkları gibi günümüzde de başaramazlar. Çünkü bunun ekonomik, sosyal, siyasal, sınıfsal, hatta tarihsel-kültürel anlamda toplumsal nedenleri ve varlık koşulları vardır. Tıpkı dinin ve devletin olduğu gibi…
Öte yandan, ahlâksız toplum olmadığı gibi, ahlâksız insan da yoktur. Çünkü insan, toplumsal bir varlık oluşuyla ahlâkı ve ahlâki değerleri edinmeye, “iyi ve kötü üzerine bir bilinç” sahibi olmaya başlar. Bu anlamda her insan ahlâk sahibidir ve ahlâki eylemde bulunur. Buradan hareketle, hem yazının başlığında hem de olası başlıkta yer alan soru boyutunun özneleri değişse de soruya verilecek yanıt değişmez : Sorunun açılımı içinde yer alan sıfatlara sahip herkesin, toplumsal bir varlık olarak insan olmak hasebiyle, akli melekeleri yerinde olan her insan gibi, ahlâkı vardır. Onlar da her insan gibi ahlâki eylemde bulunur.
Sözün özü : İnsanlar ister sevinsin, ister üzülsün, isterse öfkelensinler; çünkü ne kadar ararlarsa arasınlar ahlâklı bir devlet de ahlâksız bir cumhurbaşkanı da bulamazlar. Tıpkı; ahlâksız bir fahişe, ahlâksız bir pezevenk, ahlâksız bir işkenceci, ahlâksız bir dolandırıcı, vb. bulamayacakları gibi… Keza ahlâklı bir din, ahlâksız bir peygamber de bulamazlar. Tıpkı; ahlâksız bir tefeci, ahlâksız bir din taciri, ahlâksız bir uyuşturucu satıcısı bulamayacakları gibi…
Yoksa siz aksini mi düşünüyorsunuz? Neden?
Not: Bu yazı 2008 yılında yazılıp Radikal gazetesinde yayınlandığında "Devletin ahlâkı yoktur; ya başbakanın,...?" başlığını taşıyordu. Güncel gelişmeler bağlamında başlıktaki ve yazı içindeki "başbakan" sözcüğünü "cumhurbaşkanı"yla değiştirdim. Gördüğünüz gibi anlamda herhangi bir değişme olmadı.
30 Haziran 2008
Ah şu kavramlar...
Ah şu kavramlar...
Atalay GİRGİN
Tarihsiz bir kavram, kavramsız bir tarih yoktur. Tarihi yapan da insandır, kavramları yapan da...
Düşünmenin, düşüncelerini ifade etmenin, temel birimleri olan kavramlar, “nesne ve olayların zihindeki tasarımı” olarak tanımlanmaktadır. Her durumda ve her kavram için geçerli midir bu? Dahası hangi nesnenin, hangi olayın, kimin zihnindeki tasarımı?
Özellikle ikinci soruyu düşündüğümde, -tüm kavramlar için olmasa da-, bazı kavramların, insanın düşünce ve söylemini belirleyen, bakış açısını yönlendiren, hatta kendi bulunduğu yeri bile yanılsamalı bir biçimde kavramasına neden olan siyasal ve ideolojik bir nitelik taşıdığı sonucuna varıyorum. Hele hele tanık olduğum bazı konuşmalar ve başkalarından dinlediğim olay aktarımları ya da okuduğum bazı yazılar, bu düşüncemin doğru olduğu kanaatini daha da güçlendiriyor.
Bu durumda, yaptığı kavramları, olay ve nesnelerin bir tasarımı, gerçekliği düşünmenin ve anlamlandırmanın temel birimleri olarak, ötekinin bilincinde var edebilen insan, en azından düşünüş ve söylem düzeyinde, siyasal ve ideolojik anlamda egemenliğini sağlamış demektir. Bu niteliğe haiz kavramlarla düşünenler ise, söz konusu egemenliğin ya “ideolojik esirleri” ya da onun bilinçli hizmetkarlarıdır.
Kavramların siyasal ve ideolojik karakterini ve işlevini düşünüşüm yeni değil elbette... Her kavram için değilse de birçoğu üzerine kafa yorduğum oldu geçmişte. Bu yazıyı yazmama neden olan kavram üzerine de düşünüp geçmiştim. Ancak son zamanlardaki bazı tanıklıklarım, tepkimi ifade etmeye yöneltti beni.
Bu hangi kavram mı? Ortadoğu...
Ortadoğu; hem yön hem de yer bildiren, coğrafi bir bölgenin adı olarak telaffuz edilen bir kavramdır. İyi de kimin bakışına göre, kime göre bir coğrafi bölgenin adıdır bu? Kim, neye göre belirlemiştir bunu? Nereden bakmıştır?
Söz konusu bölgeyi, nerede olursa olsun, “Ortadoğu” kavramıyla düşünen, söyleyen, yazan biri kimin bakışıyla, nereden algılamakta ve anlamlandırmaktadır gerçekliği?
Örneğin şöyle sorsam : Türkiye’de yaşayan bir insan için “Ortadoğu”, yön ya da coğrafi anlamda neresidir? Ya da İran’da, Kazakistan’da, Hindistan’da yaşayan biri için... Böylesi bir belirleme, bulunulan yerden hareketle “doğu” olarak nitelenen en uzak yere, bölgeye göre yapılır ve ikisi arasındaki bir yerin adı olabilir bu...
Ama ne yazık ki insanlar, bulundukları yere, duruma bakmaksızın, Türkiye’de de yaşasa, başka bir yerde de, “Ortadoğu”dan söz ettiklerinde kendi orta doğularını düşünmüyorlar. Onlara, bu kavramı yapıp verenlerin “Ortadoğu”sunu düşünüyorlar. Gerçekliği, onların bulunduğu yerden, kendilerine göre yaptıkları anlamlandırmayla algılıyorlar. Ki bu kavram, “Avrupa merkezci” siyasal ve ideolojik bir anlayışın ifadesidir.
Bundan dolayıdır ki kendi bulunduğu, yaşadığı bir bölgeden bile, “Ortadoğu” olarak söz eden bir insan, ne denli karşı olduğunu ileri sürse de, düşünmesinin, gerçekliği algılama ve anlamlandırmasının temel birimleri olan kavramlarıyla, siyasal ve ideolojik olarak teslim olmuştur, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizme, emperyalizme ve onun egemen sınıflarına... Önce egemenin, siyasal ve ideolojik kavramlarıyla düşünmekten kurtulmak gerek, tutarlı bir karşı oluş için... Yoksa, laf-ı güzâftan öte bir değeri olmaz, karşı çıkışın...
Sözün özü : Her kavram zenginleştirmez insanı... Bazıları teslim alır, farkına bile varmadan... Bundan dolayıdır ki, seçmeyi bilmek gerek, özellikle de kavramları...
Atalay GİRGİN
Tarihsiz bir kavram, kavramsız bir tarih yoktur. Tarihi yapan da insandır, kavramları yapan da...
Düşünmenin, düşüncelerini ifade etmenin, temel birimleri olan kavramlar, “nesne ve olayların zihindeki tasarımı” olarak tanımlanmaktadır. Her durumda ve her kavram için geçerli midir bu? Dahası hangi nesnenin, hangi olayın, kimin zihnindeki tasarımı?
Özellikle ikinci soruyu düşündüğümde, -tüm kavramlar için olmasa da-, bazı kavramların, insanın düşünce ve söylemini belirleyen, bakış açısını yönlendiren, hatta kendi bulunduğu yeri bile yanılsamalı bir biçimde kavramasına neden olan siyasal ve ideolojik bir nitelik taşıdığı sonucuna varıyorum. Hele hele tanık olduğum bazı konuşmalar ve başkalarından dinlediğim olay aktarımları ya da okuduğum bazı yazılar, bu düşüncemin doğru olduğu kanaatini daha da güçlendiriyor.
Bu durumda, yaptığı kavramları, olay ve nesnelerin bir tasarımı, gerçekliği düşünmenin ve anlamlandırmanın temel birimleri olarak, ötekinin bilincinde var edebilen insan, en azından düşünüş ve söylem düzeyinde, siyasal ve ideolojik anlamda egemenliğini sağlamış demektir. Bu niteliğe haiz kavramlarla düşünenler ise, söz konusu egemenliğin ya “ideolojik esirleri” ya da onun bilinçli hizmetkarlarıdır.
Kavramların siyasal ve ideolojik karakterini ve işlevini düşünüşüm yeni değil elbette... Her kavram için değilse de birçoğu üzerine kafa yorduğum oldu geçmişte. Bu yazıyı yazmama neden olan kavram üzerine de düşünüp geçmiştim. Ancak son zamanlardaki bazı tanıklıklarım, tepkimi ifade etmeye yöneltti beni.
Bu hangi kavram mı? Ortadoğu...
Ortadoğu; hem yön hem de yer bildiren, coğrafi bir bölgenin adı olarak telaffuz edilen bir kavramdır. İyi de kimin bakışına göre, kime göre bir coğrafi bölgenin adıdır bu? Kim, neye göre belirlemiştir bunu? Nereden bakmıştır?
Söz konusu bölgeyi, nerede olursa olsun, “Ortadoğu” kavramıyla düşünen, söyleyen, yazan biri kimin bakışıyla, nereden algılamakta ve anlamlandırmaktadır gerçekliği?
Örneğin şöyle sorsam : Türkiye’de yaşayan bir insan için “Ortadoğu”, yön ya da coğrafi anlamda neresidir? Ya da İran’da, Kazakistan’da, Hindistan’da yaşayan biri için... Böylesi bir belirleme, bulunulan yerden hareketle “doğu” olarak nitelenen en uzak yere, bölgeye göre yapılır ve ikisi arasındaki bir yerin adı olabilir bu...
Ama ne yazık ki insanlar, bulundukları yere, duruma bakmaksızın, Türkiye’de de yaşasa, başka bir yerde de, “Ortadoğu”dan söz ettiklerinde kendi orta doğularını düşünmüyorlar. Onlara, bu kavramı yapıp verenlerin “Ortadoğu”sunu düşünüyorlar. Gerçekliği, onların bulunduğu yerden, kendilerine göre yaptıkları anlamlandırmayla algılıyorlar. Ki bu kavram, “Avrupa merkezci” siyasal ve ideolojik bir anlayışın ifadesidir.
Bundan dolayıdır ki kendi bulunduğu, yaşadığı bir bölgeden bile, “Ortadoğu” olarak söz eden bir insan, ne denli karşı olduğunu ileri sürse de, düşünmesinin, gerçekliği algılama ve anlamlandırmasının temel birimleri olan kavramlarıyla, siyasal ve ideolojik olarak teslim olmuştur, insanın insanı sömürüsüne dayanan kapitalizme, emperyalizme ve onun egemen sınıflarına... Önce egemenin, siyasal ve ideolojik kavramlarıyla düşünmekten kurtulmak gerek, tutarlı bir karşı oluş için... Yoksa, laf-ı güzâftan öte bir değeri olmaz, karşı çıkışın...
Sözün özü : Her kavram zenginleştirmez insanı... Bazıları teslim alır, farkına bile varmadan... Bundan dolayıdır ki, seçmeyi bilmek gerek, özellikle de kavramları...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)