YÖK’den TYK’ya
“bir reformun anlamı!”
Fikret Başkaya
Üniversite’nin
eleştirel düşüncenin, bilimsel bilginin üretildiği, her türlü fikrin sınırsız
ve özgürce tartışılabildiği, hiç bir tabuya itibar etmeyen, evrensele gönderme
yapan bir “yer” olduğu varsayılır. Üniversite’nin öyle bir “yer” olabilmesi için
de özerk olması, kendi kendini yönetebilmesi, kendine ait bir üslûbunun ve
geleneğinin olması, kendini savunabilmesi ve nihayet orada yapılanların
toplumdaki özgürleşme mücadelesiyle örtüşmesi/kavuşması gerekir. Böyle bir
kurum da bilim haysiyetine, entelektüel dürüstlüğe sahip, gerçeğin peşine düşmüş
insanları, üniversal kaygıları ve iddiaları olan üniversite üyelerini varsayar.
Elbette
özerklik sadece devlet aygıtı/siyasi otorite karşısında özerklik değildir.
Sermaye cephesi de dahil, her türlü güç ve iktidar odağı karşısında özerkliktir.
Üniversite için özerklik o kadar hayatî öneme sahiptir ki, özerk değilse üniversite
değildir denecektir. Her ne kadar üniversitenin her türlü fikrin özgürce üretilip/sınırsızca
tartışılabildiği bir “yer’ olduğu söylense de, bu aslında idealize edilmiş bir
duruma denk gelir. Gerçek yaşamda var olan “reel üniversite” hiç de idealize
edildiği gibi, tevatür edildiği gibi değildir. O kadar ki, genel bir çerçevede “reel
üniversitenin” özgür düşüncenin filizlenip-yeşerdiği yer değil, boğulduğu bir
yer, bir kurum olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. Bu yüzden, ilerici, ufuk
açıcı, geçerli paradigmaları yıkıcı ve yeni paradigmaların yaratıcısı aykırı
fikirler, ekseri üniversite dışında ortaya çıkmıştır. “Reel üniversite” bir
egemenlik aracı olarak işlev görüyor. Asıl misyonu ve varlık nedeni geçerli
egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmak, yeniden üretmek ve devamlılığını sağlamaktır.
Türkiye’de
kapısında üniversite yazan kurumlar aslında ve genel bir çerçevede yüksek
meslek okulundan başka bir şey değildir. Bizde bir modernite devriminin yaşanmamış
olması ve bağnaz bir resmi ideolojinin varlığı, üniversitelerin gelişmesini
daha baştan problemli hale getirdi. YÖK’ün kolayca dayatılabilmesi ve 30 yıl
boyunca yerinde kalması Eski Rejim ve onun geleneksel ideolojisi ve kültürüyle
cepheden bir hesaplaşmanın yaşanmamış olmasındandır. Kaldı ki, resmi
ideolojinin geçerli olduğu yerde sadece üniversitenin değil, hiç bir “özerk
kurumun” yaşaması mümkün değildir.
Şimdilerde
YÖK’lü 30 yılın ardından yeni bir düzenleme gündemde. Elbette bu bir reform
olacak, geçerli yapı ve işleyiş yeniden biçimlendirilecek. Zaten reform yeniden
şekillendirmek, biçimlendirmek anlamındadır ama sanki reformun önceki döneme göre
daha iyi bir şey olduğuna dair bir anlayış, değilse öyle bir algı geçerlidir.
O halde kim neden yeniden biçimlendirmek istiyor, amaçlanan değişiklik kimin için
ne anlama geliyor? sorusuyla devam edebiliriz. Başka türlü söylersek, YÖK’ten
TYK’ya [Türkiye Yükseköğretim Kurumu] geçişle murad edilen nedir? Aslında YÖK’ü
dayatanla, TYK’yı dayatmaya hazırlanan, aynı iktidar odağıdır, aynı çevrelerdir...
Böyle bir yasanın, düzenlemenin, asıl
tarafları olan öğrenciler, öğretim üyeleri ve öğrenci aileleri denkleme dahil
değildir. Dışarıdan dayatılan bir düzenleme söz konusudur. Elbette sanki danışılıyormuş,
görüş alınıyormuş, katılım sağlanıyormuş... izlenimini de yaratmaya çalışacaklardır
ama bunun hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira, taraf olmak yüksek düzeyde
bir politikleşmeyi, dolayısıyla canlı bir tartışma ortamını varsayar. Oysa Türkiye
toplumu 1980 de içine tıkıldığı depolitizasyon çukurundan hâlâ çıkabilmiş değil...
Aksi halde toplumun varı-yoğu iç ve dış sermaye grupları tarafından yağmalanırken,
özelleştirme adı altında talan edilirken, insanların sessiz ve tepkisiz kalması
mümkün olmazdı...
Amaç
yüksek öğretim kurumlarını birer şirket, tipik birer kapitalist işletme haline
getirmektir. Zira ellerinde “verimli” bir şekilde değerlendiremedikleri devasa
bir sermaye var ve sermaye değerlendirilemediği zaman değersizleşir. Bu yüzden
normal koşullarda kamu [devlet, belediyeler...] tarafından sağlanan hizmetler,
sağlık, sosyal güvenlik, eğitim kurumları, üniversiteler, kamu malı sayılan ve
kamunun ortak kullanımına sunulması gereken su, enerji, yollar, köprüler,
nehirler, göller, devlet üretme çiftlikleri, deniz sahilleri, vb... sermayenin
değerlenme alanı haline getiriliyor... Şimdilerde gündeme gelen “üniversite
reformu” 12 Eylül sonrasında dayatılan özelleştirme furyasının Üniversite’ye
yansıyanıdır. Neoliberal saldırının üniversiteye uzanan elidir... Üniversiteler
bu güne kadar resmi ideolojinin üretilip-yayıldığı, bir de sermayenin ihtiyacı
olan “yetişkin işgücünü” üreten kurumlar iken, artık neoliberal küreselleşmenin
bir “gereği” olarak, yegâne amacı kâr etmek olan birer şirkete, kapitalist işletmeye
dönüştürülmek isteniyor. Elbette “biz bu kurumları kapitalist işletmelere dönüştüreceğiz”
demeyeceklerdir... İşte “üniversite üzerindeki vesayeti ortadan kaldıracağız, özerkleştireceğiz”
vb. diyeceklerdir. Nitekim yasa taslağının ikinci maddesinde: “Yükseköğretim;
akademik ve bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, çeşitlilik, hesap
verebilirlik, katılımcılık, rekabet ve kalite ilkeleri esas alınarak planlanır,
programlanır ve düzenlenir” deniyor. Hem yüksek öğretim kurumları şirketleşecek,
hem de özerk olacak! Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır...
Bologna
süreci denilen aslında üniversitelerin Amerikanlaştırılmasıdır...
Avrupa
üniversiteleri Bologna süreci adı altında Amerikanlaşma sürecine sokulmuşken, Türkiye
de aynı kervana katılmış görünüyor. Çıkarılmak istenen yeni yasa, Avrupa, dolayısıyla
ABD’dekini taklitten başka bir şey değildir. Kaldı ki Avrupa üniversitelerinin
neoliberal küreselleşmenin rüzgârına kapılarak Amerikanlaşması, Avrupadaki üniversiter
geleneğin tasfiyesi anlamına da gelecektir. O halde şöyle bir soruyla devam
edebiliriz: Amerikan üniversitelerinin özenilecek nesi var? Avrupa’dan farklı
olarak, ABD’de üniversiteler daha baştan ticari şirketler, özel kurumlar olarak
var olmuşlardır. Dolayısıyla daha baştan bilgi ticareti yapılan kurumlar olmuşlardır.
Oysa,
gerçek anlamda özerklik sadece siyasi otorite karşısında özerklik değil, aynı
zamanda sermaye karşısında da özerklik demektir. ABD’de üniversiteler federe ve
federal devlet tarafından yapılan kamu katkısı, öğrencilerden alının kayıt
parası ve bağışlardan oluşuyor. Neoliberal küreselleşme döneminde kamu katkısı
giderek azalmaktadır. Nitekim yaklaşık son 40 yılda Amerikan üniversitelerinin
kamu finansmanı %80 den %10’a gerilemiş bulunuyor... Aslında ABD’nin Harvard,
Yale gibi elit üniversiteleri dünyanın geri kalanına örnek gösteriliyor ama orada
nüfusun çok küçük bir kesimi üniversiteden mezun olabiliyor. Söz konusu yüksek
prestijli üniversitelere ancak ayrıcalıklı kesimlerin çocukları girebiliyor. Eğer
amaç kâr etmekse, kamusal değil, özel bir faaliyet söz konusuysa, orada
bilimsel kaygılara da, kamu yararı kavramına da yer yoktur. Şimdilerde ABD’de üniversite
üyelerinin sadece %35’i yetişkin kadrolardan oluşuyor. Şirket mantığının geçerli
olduğu yerde bu durum kaçınılmazdır. ABD’de üniversite öğrencilerinin yaklaşık
%65’i üniversite’den borçlanmış olarak mezun oluyor... Diplomaya borçlanarak
sahip olabiliyor. Bundan bir birkaç yıl önce ortalama borç 19.237 dolardı. Bu
oran master ve doktora düzeyinde daha yükseliyor. Nitekim master ve doktora düzeyinde
borç 27 bin dolarla 114 bin dolar arasında değişiyordu.
Kamu
katkısının giderek azaldığı koşularda, asıl kaynak bağışlar ve öğrencilerden alınan
para olduğunda, bir taraftan öğrencilerin borçları artarken, diğer yandan da bağış
yapanların üniversiteler üzerindeki baskısı ve belirleyiciliği artıyor. Şimdilerde
ABD de öğrenci borçlarının 1000 milyar dolar olduğu söyleniyor ki, bu Fransa’nın
GSYH’sinin [milli geliri densin] yarısına eşit... Bağış yapanlar ekseri ya dev
sermaye tekelleri ya da üniversite’nin eski mezunları oluyor. Ve sermaye
giderek ders programlarına varıncaya kadar üniversitelerin işleyişine müdahale
ediyor. Fransızca bir halk deyişi: finanse eden yönetir der... New York
Times’ın bir haberine göre, Harvard Üniversitesi tıp fakültesinde 149 öğretim
elemanının [profesör, doçent, yardımcı profesör, araştırma uzmanı, vb.] maaşı
dev ilaç firması Pfizer tarafından ödeniyor... İlaç şirketinin çıkarı
daha çok kâr etmekse, bu hasta sayısının artmasını gerektirir... Gerçek bilimin
ve bilim insanının misyonu ve varlık nedeni şirketin daha çok kâr etmesi midir?
Yoksa insan sağlığının güvence altına alınması mıdır?
Sadece
bu kadar da değil. Amerikan üniversiteleriyle CIA arasındaki ilişkiyi de hatırlamak
gerekir. Nitekim, 1967 yılı sonunda 1000’den fazla kitabın CIA sponsorluğunda
yayınlatıldığı biliniyor... Ünü ve sabıkası büyük Trileteral Komisyon, Harvard
ve Colombia üniversiteleri ile işbirliği yaparak iki ünlü profesöre, John Rawls
ve Robert Nozick’e Liberal Manifesto’yu yazdırdıklarını da hatırlamak
gerekir... Ki, bu kitap dünyanın nerdeyse tüm üniversitelerinde “temel referans kitap” sayılıyor... 2009 yılında
Harvard üniversitesinde bir skandal yaşanmıştı. Tıp fakültesinde kolesterol
ilacının insan sağlığına verdiği zarar hakkında soru yönelten öğrenci, kadrolu
bir profesör tarafından aşağılanmıştı. Daha sonra ilacın yararları ve vazgeçilmezliği
konusunda sürekli nutuk atan profesörün 5’i kolesterol üreten 10 ilaç şirketinin
danışmanı olduğu ortaya çıktı...
Yegâne
amacın kâr etmek olduğu koşullarda, “para getirmeyen” bilim dallarının müfredat
dışına atılması da işin doğası gereğidir... ABD’de insan bilimleri alanında
verilen diploma oranı 1966 da %17’den, 2004’de %8’e gerilemiş bulunuyor. İnsan
bilimlerinden mezun olanlar da eğitim gördükleri sektörlerde değil, belki bir
master takviyesiyle, insan mühendisi olarak çalışıyor ama aslında insan
mühendisi denilenin şirket polisinden başka bir şey olmadığının
bilinmesi gerekir...
Eğer
taslak kanunlaşır, YÖK, TYK’ya dönüşürse, bilginin metalaşmasında yeni bir eşik
daha aşılacaktır. Aslında kapitalist toplumda emek zaten bir metadır ama yeni düzenlemeyle
durum iyice zıvanadan çıkacaktır. Önemli olan emeği bir meta olmaktan çıkarmaktır.
Bu yüzden yeni yasayla işler sadece daha da zorlaşacaktır. Üniversiteyi
Amerikanlaştırmak istiyorlar zira Amerikan sistemi sermayenin ihtiyaçlarıyla çok
daha iyi uyuşuyor...
Eğer
YÖK, TYK’ya dönüşürse, geçerli özelleştirme, metalaşma süreci hızlanacaktır. Ve
bunun sonunda üniversitelere devlet katkısı ve denetimi azalacaktır. Kapısında üniversite
yazan kurumlar arasındaki rekabet büyüyecektir. Zira kapitalist işletmeler arasında
rekabet esastır... Paralı üniversite sisteminde kayıt ücretleri artacak mütevazi
aile çocuklarının üniversiteye zaten zor olan giriş şansı daha da küçülecektir.
Yüksek öğretim kurumları piyasanın kaprislerine daha açık hale gelecektir. Öğrenci
borçları artacaktır. Üniversite üyelerinin çalışma koşulları iğretileşecektir.
Sözleşmeli ve sözleşmesi her bir- iki yılda yenilenen bir öğretim üyesi hangi
uzun erimli bilimsel bir projeye cüret edebilir? Asgari iş güvencesi olmayan
bir ortamda bir üniversite üyesinin motivasyonu kalır mı? O kadar ki, belirli
bir eşik aşıldığında üniversiteler taşeron firmalardan öğretim elemanı bile devşirebilirler...
Bunun doğal sonucu olarak diplomalar daha da değersizleşecektir zira elit üniversitelerden
mezun olanlar iş piyasasında avantajlı duruma geleceklerdir. Borçlanarak
diploma alanların bir iş bulma şansı daha da küçülecektir. Dünyayı, insanı,
toplumu anlamaya yarayan sosyal bilim dalları müfredat dışına atılacaktır zira
bunlar yeteri kadar “kazandırmazlar”... Yeni kanunla birlikte eğitim tamamıyla
sermayenin çıkarlarıyla uyumlandırılacaktır... Velhasıl gençliğin geleceği
karartılacaktır...
Kâr
etmenin ve kârı büyütmenin hizmetinde bir bilim ve üniversite mümkün değildir. Üniversite
ancak bir kamu faaliyeti olarak varolabilir ve adına lâyık olabilir. Bu yüzden
gerçek üniversite, bilginin metalaşmadığı, alınıp- satılmadığı bir ortamı
varsayar. Emek [çalışma-iş] yabancılaşmış olarak kaldığı sürece, gerçek anlamda
bilimsel üretim yapılamaz. O halde üniversite mücadelesinin kapitalizmi aşma mücadelesine
eklemlenmesi zarureti var. Bu yüzden üniversiteler, devlete, sermayeye ve memur
bilincini aşamamış üniversite üyelerine bırakılamayacak kadar önemlidir...
Aksi halde yapılanların kalıcı bir etkisi, bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün
değildir. Bu aşamada üniversite mücadelesi iki şekilde yürütülebilir: yeni saldırıyı
püskürtmek başta olmak üzere, mevcut kurumları dönüştürmek üzere mücadele etmek
ve devletten ve sermayeden tam bağımsız halk üniversiteleri oluşturmak, bunların
sayısını ve etkinliğini olabildiğince artırmak... Bunun için de işe TYK saldırısını
püskürterek ve eleştirel düşünce üretiminin önünü açarak başlamak gerekiyor... Zira içinde bulunduğunuz
çağda eleştirel düşünce hiç bir zaman olmadığı kadar önem kazanmış bulunuyor...
Bilime asıl ihtiyacı olan emekçi halk çoğunluğu, ezilen ve sömürülen sınıflar,
neden kendi öz üniversitelerini, araştırma kurumlarını, enstitülerini, tartışma
ortamlarını kendi elleriyle inşa etmesin?
* http://www.ozguruniversite.org