Sayfalar

03 Ocak 2019

Ziya Selçuk'un Sorusuna Yanıt


                       Ziya Selçuk Sordu! Biz Yanıtladık:                       MEB “Vizyonu”nun Felsefesi Var Mı?

Atalay Girgin*

Yazının Gerekçesi ve Girizgâh

“Baştan belirteyim ki eğer Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un "Niye hiç kimse Eğitim Vizyonu 2023’ün felsefesine dair yazmadı?” diye yakınan, hayıflanan, sitemkâr sorusuyla karşılaşmasaydım bu yazı hiç kaleme alınmamış olacaktı. Daha açıklandığı ilk gün okumuş olmama rağmen bu metin üzerine yazmanın gereksiz olduğunu düşünmüştüm.

Neyse… Sonunda karar verdim. Liselerdeki binlerce felsefe öğretmeni, felsefe bölümlerindeki yüzlerce akademisyen, eğitim fakültelerindeki yine yüzlerce eğitim bilimci ne düşünür, ne der bilemem ama Milli Eğitim Bakanının sitemkâr sözlerini üzerime alındım. Sonra da bu yazı öncesi metni yeniden yeniden okudum. Notlarımı çıkardım. Ve işte yazıyorum. Buyurun efendim.

Ancak darılmaca gücenmece yok! Makam ve statüye, hiyerarşiye sığınma da yok! Çünkü kalemin, ucundan dökülen düşüncelerle arz-ı endam eylediği yerde hiyerarşi sırra kadem basar. Hemen söyleyeyim: Aşağıdaki satırları okuduktan sonra, MEB bürokrasisi ve hiyerarşisindeki işgüzar ve işgüder aparatçıklar aracılığıyla, başta “Öğretmen Düzenin Duvarındaki Tuğla”, “Aşk Mavidir Öğretmenim1 ve bu yazının yayımlandığı günlerde (Elbette Eleştirel Pedagoji Dergisi'nin Ocak 2019 sayısındaki tam hali) matbaadan çıkacak olan, hem sizin hem de tüm öğretmenlerin okuması gerektiğini düşündüğüm “Arzu Okulu” adlı roman olmak üzere kitaplarımın okullara sokulmasını yasaklamak da yok!

Anlaştık mı bilmiyorum. Lakin kalem kuşanan, kalemle derdini, meramını anlatanlar, “Ben söyledim, oldu” diyerek kenara çekilemezler. Çünkü söz söylemek, hem bireysel hem de toplumsal anlamda sorumluluktur. Sözü söyleyen bu sorumluluğu ahlaki ve entelektüel olarak taşımak, bedelini ödemek, eğer varsa ödülünü de olgunlukla, edeple kabullenmek zorundadır. Yegâne barutu, fünyesi kavram ve sözcüklerden ibaret cümleler ve önermelerle dile gelen eleştiri silahına ve o eleştiri silahının önermelerle tetik düşüren yargısına hazır olmalıdır. Hele de konu, en temel işlevlerinin başında siyaset ve ideolojinin yer aldığı eğitimse… Hele de konu, arzusu politika2 olan felsefeyse…

Önce Kısa ve Genel Bir Girizgâh: 
İlinek İnsan ve Felsefi Düşünen İnsan

Felsefenin arzusu politika olsa da politikanın, politikacıların ve onlardan lütuf, ulufe, sıfat, statü, makam bekleyen ya da verilmiş olanları korumak isteyen, bunlar sayesinde elde ettiği maddi ve manevi haz ayrıcalığını yitirmemek için çırpınan ilineğin ilineğine dönüşen insanın arzusu da kaygısı da felsefe değildir. Çünkü felsefe ve asıl olarak da felsefeci ve felsefi düşünen insan, politikayı şiddetle arzuladığı anlarda bile, aklını paranteze almaması, onu, kutsal addedilmiş olsun ya da olmasın, herhangi bir dışsal varlığın ipoteğine vermemesi, hizmetine koşmaması gerektiğini bilir. Bunu yaptığı an, kurduğu onca felsefi önermeye, kullandığı onca felsefi kavrama rağmen, felsefenin/felsefi düşüncenin sırra kadem basacağının bilincindedir.

İlinek insan, ilinekleştirilen ya da ilinekleşmek zorunda kalan ve kendini buna mecbur hisseden insan ise aklını kendi dışındaki düşsel/düşünsel ya da gerçek varlık ya da varlıkların ipoteğine, hizmetine koşmakla karakterize olur. Çünkü bu insanın kaybedebileceği her türlü makama ve maddi zenginliğe ilişkin korkuları, kaygıları vardır. Keza ilinekleşmekte sınır tanımadığı sürece de neler kazanabileceğine dair hayalleri, umutları… Bunları korumak, hayallerine erişmek uğruna onurundan bile vazgeçer ve başta kendi değeri olmak üzere, hem sözünün ve eyleminin hem de karşısındaki kişinin değerini, ilineğine dönüştüğü varlık ya da varlıklarla ilişkisinden başlatır. İlinek insan için kendisinin ve karşısındaki insanın değeri, ilineği olunan varlık ya da varlıklarla kurulan ilişkinin uzaklığına-yakınlığına, olumluluğuna-olumsuzluğuna, iyiliğine-kötülüğüne ve taşınan sıfata, statüye, makama göre belirlenir.
Oysa bu, felsefi düşünen insanın işi değildir. Çünkü o hem kendisinin hem de karşısındaki kişinin değerini kendisinden, yani bizatihi “şu” diye gösterilen insandan başlatır. Felsefi düşünen insan için, İonna Kuçuradi’nin de belirttiği gibi, her insanın değeri ve değerleri vardır3. Bu değer, kişinin kendisinden bağımsız olarak var olan ya da var olduğu kabul edilen,  dışsal bir varlıkla ilişkisinin niteliğinden, sıfatından, statüsünden, makamından, parasından pulundan, malından mülkünden kaynaklanmaz. Çünkü bir kişinin kendisini ya da karşısındakini bunlarla değerli ya da değersiz addetmesi bir yanılsama olmanın dışında, ilinek insan oluşunun da apaçık bir göstergesidir.

Örneğin, çevrenize iyi bakın! İtibarı ve değeri parada pulda, şanda, şatafat ve gösterişte, oturduğu ya da yaptığı binaların büyüklüğünde arayan ve gören, Nasrettin Hoca’nın “Ye kürküm ye!” fıkrasını anımsatırcasına, bunları ekonomiye, maddiyata endeksleyen… Buna rağmen kendisini ve kendisi gibileri maneviyat ehli, karşısındakileri de maddiyatçı, madde düşkünü olarak niteleyen… Sıfatı-statüsü-makamı dolayısıyla önüne gelene canının istediği zaman, yalan-iftira-hakaret dâhil, ağzına gelen her sözü söyleyebileceğini düşünen ve söyleyen… Canının istediğini yapan ve engellendiğinde bağırıp çağıran, asıp kesen, tehditler savuran… Kendisinden farklı düşünenlere ya da kendisine karşı çıkanlara her türlü değersizliği yakıştıran… Sürekli onaylanmayı bekleyen herhangi birini biliyorsanız, görüyorsanız, bilin ki o ilinek insandır. Hem de ilineğin dik alasıdır.

Lakin bunun gibilerden lütuf, ulufe, sıfat, statü, makam bekleyişinde olan, bunların karşısında el pençe divan duranlar; bunların apaçık yalanlarına, yanlışlarına bile alkış tutanlar, zerre itiraz etmeyenler/edemeyenler, hatta her sözünde keramet bulanlarsa, kendilerine atfettikleri değer ne olursa olsun, hiyerarşik bir biçimde ilineğin de ilineği olmakla karakterize olan kişilerdir. Bunlar, ilineğine dönüştükleri kişiden, varlıktan korktukları kadar, inandıkları ya da var olduğunu ileri sürdükleri Tanrı’dan/Allah’tan korkmazlar. Bunlar ilineği oldukları kişinin, gücün, otoritenin karşısında, gassalin önünde çırılçıplak uzanan mevta gibidirler. Tam bir teslimiyet içinde o nereye isterse oraya dönerler. Ve ne yazık ki geriye kalan, aklı, iradesi, hatta bedeni, ilinek olunan gerçek ya da düşsel/düşünsel varlığa/varlıklara ipotek eylenerek, varlığım varlığına armağan olsun denilerek üstü çizilen, kendilerine göre değerli ya da değersiz sıfatlar, statüler giydirilmiş, her biri sureti haktan görünen, birer insan bakiyesidir4.

Öte yandan; felsefi düşünen insan açısından, akla dayalı bir biçimde, kavramlarla ve bu kavramların neliği ve gerçekliğinden hareketle kurulan önermelerin, onlarla örülen ve eleştiri süzgecinden geçirilen düşüncenin, bilginin nesnesine uygunluğu temelinde mantıksal bir iç tutarlılıkla ifadesi esastır. Yani ileri sürülen bir felsefi düşüncenin, ortaya konan bir bilginin, bir metnin öncelikli tutarlılık ölçütü dışsal bir varlık ya da otorite değildir. Metnin kendisidir. Bunun yanı sıra felsefede tutarlılığın altın anahtarı, başta bilgi ve değer (etik ve estetik) olmak üzere siyaset, toplum, eğitim, sanat, kültür, vb. anlayışını da koşullayan, varlık anlayışıdır. Yani ontoloji, yani bir başka deyişle varlık felsefesidir.

İlinek ya da ilineğin ilineğine dönüşmüş olan kişiler için ise ileri sürülen düşüncenin tutarlılığının, geçerliliğinin ve doğruluğunun mihenk taşı kendi dışında ve ilineği olunan varlık ya da varlıklardır. Hatta bu noktada tutarlılıktan çok, ilineği olunan varlığın hoşuna gitmek, onun onayını almak, söylenen her şeyin onun kabullerine uygun olana bağlanması, kendini nakzetmek pahasına biat bildirimine dönüşmesi geçerli tek ölçüttür. İlineği olunan varlıklar ise eleştiriden, sormadan sorgulamadan aridir. Hatta onlar söz ve eylemlerinden dolayı sorumsuzdurlar. Onlara yalnızca biat ve itaat edilir.

Felsefi düşüncede ileri sürülen bir bilginin en önemli özelliklerinden birisi de eleştirel olmadır. Konu edinilen şey ister bir bilgi kırıntısı olsun, isterse kapsamlı bir metin, daima eleştirel bir değerlendirmeden geçer. Ona ilişkin ifade edilen her önerme, aklın, onun neliği ve gerçekliğini dikkate alan çok yönlü eleştirel değerlendirme süzgecine tabidir. Çok yönlü olmasının temel nedeni şudur:

Bilgi Varlığın Dününe Aittir

Her bilgi, her daim, varlığın dününe aittir. Yani hem nesnesi hem de kendisi itibariyle geçmişte kalmıştır. Bu anlamda her bilgi, her metin toplumsal-tarihsel bir nitelik taşır ve dünden seslenir. Bu niteliği dolayısıyla, onun üzerine kurulacak her önerme, ileri sürülecek her düşünce, yalnızca bir değerlendirme değil, esas olarak antropolojik, hatta felsefi antropolojik temelli eleştirel bir değerlendirme olmak zorundadır. Çünkü tarihsel-toplumsal bir metnin ve onun aktardığı bilginin eleştirel bir değerlendirmeden azade tutulması, nesnesi çoktan değişmiş ya da ortadan kalkmış, yani nesnesini yitirmiş bir metnin, yanılsamalı bir biçimde tartışılmaz, dokunulmaz, zaman ve mekân üstü mutlak bir doğru olarak kabul edilmesi anlamına gelir. Oysa insanlık tarihinde varlığın gerçekliğine dair böylesi bir hakikati bütünsel olarak bildiren hiçbir metin, hiçbir kitap yoktur ve bundan sonra da olmayacaktır. Zaten herhangi bir bilgiye ya da kitaba ilişkin varlığın gelmişi, geçmişi, şimdisi ve geleceğine dair hakikat bildiriminde bulunduğu iddiası safsatadan başka bir şey değildir.

Bunun yanı sıra, felsefi düşünen insan için nesne edinilen şey, inşa edilen ve sürekli değişen toplumsal gerçeklik ya da onun farklı veçheleri ve süreçleriyse şayet, bu durumda olanı olması gereken açısından ele almanın ve değerlendirmenin kaçınılmaz bir gereği olarak kurulan önermelerin eleştirelliği zorunludur. Bu anlamda, hangi genellik, hangi akademik formellik zırhına büründürülürse büründürülsün, tarafsız önerme, “tarafsız cümle yoktur”. Hele de konu, bilinçli ya da bilinçsizce inşa edilen toplumsal-tarihsel-siyasal gerçeklikse, onun şu ya da bu alanına ilişkinse, tarafsız bir cümle kurmak imkânsızdır. Dahası, epistemolojik anlamda da sıfatı ne olursa olsun, gerçekliğe, özellikle de toplumsal-tarihsel-siyasal gerçekliğe dair her bilgi, kabuller temelinde ideolojik bir nitelik taşır5. Bir kabuller varlığı olan insanın, insanla anlamlanan, insan tarafından insan için yeniden yeniden anlamlandırılan nesneler, ilişkiler ve değerlerle kuşatılmışlığın dışında bir var oluşu da mümkün değildir zaten.
Şimdilik bu kadar girizgâh yeterli olsa gerek.”

Yukarıda yer alan satırlar, “2023 Eğitim Vizyonu’nun Felsefesi Var Mı?” başlığıyla Eleştirel Pedagoji Dergisi’nin Ocak 2019 Sayısında yayınlanacak olan uzunca bir yazının yalnızca giriş bölümüdür.

Aslında Ziya Selçuk’un “Vizyon belgesi”ni okuyan herkes yukarıdaki satırlardan hareketle kendi değerlendirmesini yapabilir. Söz konusu belgenin felsefesinin ne olup ne olmadığına ilişkin bir sonuca varabilir. Özellikle genel olarak öğretmenler, özel olarak da felsefe öğretmenleri arasında, eğitimde yaşanan enkazın faturasını öğretmenlere kesen Milli Eğitim Bakanı’nın “Niye hiç kimse (…) yazmadı?” diye sorduğu “2023 Eğitim Vizyonu”na ilişkin hem farklı boyutlarıyla hem de çok daha kapsamlı değerlendirmeler yapacak öğretmenler olduğunu düşünüyorum.

Bu bir başlangıç olsun diyorum ve bekliyorum: Hem eleştiri ve önerileri hem de bu “Eğitim Vizyonu”na ilişkin yazıları…



* Felsefenin Işığında / Felsefece http://atalaygirgin.blogspot.com
1 MEB kadroları arasında sıfatı, müdür, ilçe müdürü, öğretmen vb olan bazı çemişler “Aşk Mavidir Öğretmenim” kitabını ve beni şikâyet ederek hem kitaba hem de bana ilişkin soruşturma açılmasına neden oldular. Bu soruşturmada maaş kesim cezasına çarptırıldım ve sürgün edildim.
2 Ersin Vedat Elgür, Felsefenin Arzusu: Politika, Notabene Yayınları, 2013
3 İoanna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları.
4 Selahattin Hilav, ilk kez “Yazko Felsefe Yazıları”nda yayımlanan, daha sonra da “Felsefe Yazıları” adlı makalelerinin derlendiği kitapta yer alan “Doğu Korku ve Birey” başlıklı yazısında, ilinekliği neredeyse “Doğu”yla özdeşleştirir. Sanki ilinek insan, “Doğu”lu insandır. Oysa “Doğu” bir yön belirtir ve durduğunuz yere, bu yönü kimlerin, neye göre belirlediğine bağlı olarak değişir. “Doğu”yla “Batı”yla anlatılan bir yön değil de bir düşünüş, eyleyiş, söyleyiş biçimi olarak ele alındığında, bir zihniyet sorunu olarak ortaya konduğunda ise “Doğu”da “Batı”, “Batı”da da “Doğu” vardır.
5 http://atalaygirgin.blogspot.com/2009/04/ideolojiler-ormanndan-kacs-yok.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder