Sayfalar

08 Şubat 2017

RECEP SICAK SEVER



Recep Sıcak Sever*
Atalay Girgin

Sübyancı Kulampara
  
                                        "Eğri ya da doğru ne halt ettiyse etti,     kapatalım gitsin. Recep, bizim Recep! Hırlıysa da hırsızsa da bizim Recep… Zamparaysa da bizim Recep, kulamparaysa da… Aynı camiye gidip, aynı safta durmuyor muyuz? Alnımız aynı secdeye değmiyor mu? Allah’ımız bir, kitabımız, peygamberimiz bir değil mi? Yüzümüzü aynı Kabe’ye dönmüyor muyuz? Allah’a havale edin gitsin! Kapatın bu işi…"


Yılın son ayı, felaket habercisi gibi, önüne kattığı her şeyi oradan oraya savuran soğuk ve estikçe camlarda ıslık çalan bir rüzgâr ve ona eşlik edercesine tipiye dönüşen karla gelmişti. Kar ve tipi arada sıra durup, yerini ayaza buza bıraksa da o bir türlü dinmek bilmiyor, uzayıp giden ıslıkları birbirine ekleniyor, bitmeyen, uzadıkça bıkkınlık veren bir senfoni gibi aralıksız devam ediyordu. Elektrik direkleri devriliyor, birbiri ardına elektrik telleri kopuyor, çatılar, çatılardaki kiremitler, televizyon antenleri uçuşuyor, bazı minarelerin şerefeleri yıkılıyordu. Kaç haftadır Pazar bile kurulamıyordu. Kimileri olup biteni hayra, kimileri şerre yorarken, kimileri kıyamet alameti olarak değerlendiriyor, kimileri “Allah’ın gazabı” olarak niteliyor, kimileri ise “Allah’ın hikmeti işte! Hikmetinden sual olunmaz ya… Hayırsa da şerse de her şey Allah’tan…” diyordu.

Rüzgâr ise hakkındaki yorumları umursamadan, kulakları sağır edercesine, sanki öfkesini kusuyor, “Gerçek benim! Hakikat benim sesimdedir. Beni dinleyin! Beni anlayın! Beni anlamadığınız, gerçeği görüp, hakikati kavramadığınız sürece gitmeyeceğim!” dercesine bağırıyordu.  Yalnızca ağaçlardaki yaprakları koparmak, zayıf ve cılız ağaçları kökleyip çıkarmak, sağda solda bulduğu öteberiyi fırlatıp atmak için değil, köşede bucakta gizli saklı fısıltıyla konuşulan her şeyi sağır sultanlara bile duyurmak istercesine, bir çığlık misali esip duruyordu. Yatağını döşeğini şehrin üzerine sermiş, saniye bile sektirmeksizin, ne zaman biteceği belirsiz mesaisine devam ediyordu.

 Evlerden dışarı çıkmak da dertti, eve dönmek de… Kahvehaneler bomboştu. Hele emekli kahvehaneleri, bu havada avlayacak sinek bile bulmakta zorlanıyordu. Bir vesileyle dışarı çıkmak zorunda kalan ve sokakta, caddede konuşanların sözlerini, daha ağızlarından çıkmadan, sözcük sözcük, hece hece, harf harf dağıtıyor, bölük pörçük anlamsız parçalara dönüştürüyordu. Onlar da seslerini birbirine duyurabilmek için bağırdıkça bağırıyorlardı. Ama nafileydi.


Rüzgârın yıllardır görünmeyen bu hali, hayır mıydı, yoksa şer miydi, yoksa anlatmak istediği bir muradı mı vardı, bilinmez ama… Sonunda, bir Pazar gecesi sabaha doğru, sanki muradına ermiş, amacını gerçekleştirmişçesine,  yavaş yavaş tasını tarağını, yorganını yastığını toplayıp, hala soğuk da olsa, okşarcasına bir esintiyle elini ayağını şehrin üzerinden çekerken; yerini, kuytu köşelerde insanlar marifetiyle peydahlanan ve bir diğerine yaşatılan olayların, sözel fırtınaya dönüşen rivayetle hakikat arasındaki hükmüne bırakıyordu.

Önce ikili üçlü sohbetlerde fısıltıyla başladı, hakkında söylenenler. Kimileri şaşkınlığını ifade ediyor, kimileri bir türlü inanmak istemiyor, kimileri kuşkulu sorular, bilmiş yanıtlarla sorunu derinleştiriyordu. Kimileri ise işin ucunun kendilerine dokunma ihtimali karşısında celalleniyordu. Duyduklarını yerercesine anlatanlar da vardı, bir marifetmişçesine değerlendirenler de…

- Vay! Vay be! Duydun mu?

- Neyi duydum mu? Meraktan çatlatma da lafı dolandırmadan çıkar bakayım, ağzındaki şu baklayı…

- Bizim Recep sıcak severmiş! Hem de kılsız, tüysüz olsun istermiş.

- Hangi Recep?

- Hangi Recep olacak yahu… Tanıyıp bildiğimiz kaç Recep var ki… Bizim Recep işte! İşi de ağzının tadını da biliyor godoş…

- Haa… O mu? Yok lan! Evli barklı adam… Çoluk çocuğu da var. Tövbe tövbe… İleri geri konuşup da günahını almayın adamın. Evde karısı varken… Yapacak olsa gider karısıyla yapar yahu… Hadi diyelim ki karısıyla yapmadı, elinin altında gencecik, bir içim su hatunlar var. Onlarla yapar. Herhalde aralarında bizim Recep’e hayır demeyecek birileri vardır. Ben inanmıyorum. O söylenenler iftiradır iftira…

- İftira mı yoksa hakikat mi bilemem. Ama ben sağda solda konuşulanları söylüyorum. Sen de elinin altında hatunlar var diyorsun. Ancak onların çoğu başörtülü, tesettürlü… Etekleri yerlere kadar uzanıyor. Recep nasıl çözsün ki onların uçkurunu?

- Sen öyle san! Ben onları iyi tanırım hemşerim! Evlisini de bekârını da… Onların birçoğu başörtülerini çıkarmamak için nazlandıkça nazlanır, hatta çıkarmaz. Yolda yürürken, sözüm ona topuğunun görünmesinden sakınır. Ama fırsatını bulduğunda da bir çırpıda uçkuru çözüp eteğiyle başını örtmede de donu tumanı fora edip anadan üryan kalmada da ustadır. Yeter ki işini bil! Bizim Recep’e gelince mi hayır diyeceklermiş? Neyse… Beni daha fazla konuşturmayın. Onlara gelinceye dek de karısı var zaten…

- İyi de nefsini karısıyla körleyecek olsa gider evinde kalır. Gece gündüz sabi sübyanın arasında niye dolaşıp duruyor da evine gitmiyor? Daha tüylenip kıllanmamış üç beş sabi sübyanla neden hamam sefaları yapıyor o halde?

- Bak bu konuda sen de haklısın. Böyle düşününce insanın aklına türlü türlü şeyler geliyor. Acaba o yokken karısı neler yapıyordur? Sonunda gencecik kadın… Hem de en olgun, en iştahlı, en azgın çağında… Bir kadını bu zamanında hiç boş bırakmaya gelmez. Azdıkça azar, kudurdukça kudurur, buzu eritecek kor ateşe dönüşür. Sonra da önüne çıkan ilk fırsatta sütçüye mi tav olur, yoksa fırıncının küreğine, manavın patlıcanına mı hiç belli olmaz.

- İçime kurt düşürmeyin lan! Benim çocuk da onun yanında yatılı… Ulan hemşerimiz olmasa gece demez, gündüz demez, şimdi orayı basardım haa…

Rüzgârın ortalıktan çekilmesiyle birlikte, soğuğa aldırmadan kendilerini sokağa atan şehir sakinleri için konuştukça kartopu misali büyütecekleri konu hazırdı. Onlar da yılların alışkanlığıyla gereğini yapacaklardı ve yaptılar da… Artık şayiaların ne önü kesiliyordu ne de ardı. Rüzgâr dinmişti, ama bunun ne zaman, nasıl dineceği belirsizdi. Nasıl, neden ve nerede başladığını kimse sormuyor ve anımsamıyor olsa da her geçen gün ikili üçlü sohbetlerin konusu olmaktan çıkıp hızla yaygınlaşıyor, yaygınlaştıkça doğru yanlış demeden söylentilere yenileri ekleniyordu:

- Deme lan! Vay kerata vay! Göbekli, biraz fodul da olsa eli ayağı düzgün bir adam… Dilinden Allah, kitap kelamı da hiç düşmüyor, hiç belli etmiyordu ama… Demek ki eski kulağı kesik kulamparalardanmış, karda yürüyüp izini belli etmeyenlerdenmiş desen ya sen…

- Hem de ne kulampara… Kartlara değil, tazelere yürüyormuş geceleri... Hem de “Kılsız tüysüz olsun!” diyormuş, lop yumurta cinsinden. Dahası işini de biliyor kerata…

- Aynen dediğin gibi… İşini biliyor. Vallahi hemşerimiz diye söylemiyorum, müdürlüğünün daha ilk yılında arabasını yenileyip çıkıverdi bizim Recep. Tanırım ben onu, dini bütün, namazında niyazında, tutumlu, maharetli bir adamdır. Hem okul binasının içine hem de pansiyonlara mescit yaptırdı. Allah tuttuğunu altın etsin hemşerimizin. Aha bak şuraya yazıyorum: İki yıl daha görevde kalsın, yazlığını da yapar, kışlığını da…

- Maharet mi yoksa başka şeyler mi, orası belli değil artık. O konuda, eğri midir, doğru mudur bilinmez ama çok sözler ediliyor. Elbette elin ağzı kese değil ki büzesin. Ancak ateş olmayan yerden de duman tütmez. Çoğu yalansa da herhalde azıcığı olsun doğrudur söylenenlerin. Milletin işi gücü yok da durduk yere iftira yarışına girecek değil ya…

- Haklısın vallahi… Evini, karısını buradan şehrin öte yakasına taşıyıp sonra da sabah akşam sabi sübyanın arasında kalmasının, ekmek elden su gölden yaşayıp durmasının ardında başka şeyler olsa gerek. Tamam! Hemşerimiz memşerimiz ama, o kadar da saf olmanın âlemi yok bana göre… Bu işte az ya da çok bir bit yeniği var, var olmasına da… Bakalım ne zaman ve nasıl çıkacak ortaya… Gerçi kayınçosu ilçe müdürü olmasa belki de çoktan ortalığa saçılırdı tüm kirli çamaşırları ya… Neyse… Şimdilik yatsın kalksın kayınçosuna dua etsin.

- İyi de siz siz olun fazla dallandırıp budaklandırmayın, bu işi… Sonunda hemşerimiz… Eğri ya da doğru ne halt ettiyse etti, kapatalım gitsin. Recep, bizim Recep! Hırlıysa da hırsızsa da bizim Recep… Zamparaysa da bizim Recep, kulamparaysa da… Aynı camiye gidip, aynı safta durmuyor muyuz? Alnımız aynı secdeye değmiyor mu? Allah’ımız bir, kitabımız, peygamberimiz bir değil mi? Yüzümüzü aynı Kabe’ye dönmüyor muyuz? Allah’a havale edin gitsin! Kapatın bu işi…

Bazıları işi Allah’a havale edip konuyu kapatmaya niyetli olsa da, artık ok yaydan çıkmıştı. Önce ilçe esnafının dükkânlarında fısıltıyla dillendirilen dedikodular, kısa zamanda berberlere, oradan da kahvehanelere dek uzanmış ve en sonunda muzip ve muzır kimi pazarcı esnafının ağzında kinayeli bir çığırtkanlığa dönüşüp çıkıvermişti. Dondurucu soğuklardan fırsat bulunup da pazarın kurulduğu günlerde ortalık çınlıyordu. Ayva, yumurta tezgâhları neyse de kestane tezgâhları bir başka âlemdi. Kestaneciler adres verircesine haykırıyordu:

-         Tüysüz ayva bunlar! Tüysüz, tüysüz! Her şeye gelir!
-         Lop yumurta, lop! Taptaze… At ağzına hop!
-         Kestane kestane! Müdür kestanesi! Kestane kebap çizmesi sevap!
-         Ağzınıza layık! Taptaze kestane! İster haşla ister közle! İsterse soy soy ye! Aman kestaneyi çizdirmeyin! Kestanesiz kalmayın!
-         Boy boy kestane! Alın, kendi kestanenizi kendiniz çizin!

Lakin kimseler, olup biteni kendilerine, kendi yakınlarına konduramadığından, açık açık konuşup sorunun üzerine gitmeye, bu işin aslı astarı nedir demeye, sorup sorgulamaya yeltenmiyordu. İncir çekirdeğine eziyet konuları evirip çevirip yeniden haber yapan yerel gazeteler, yerel internet siteleri, nedendir bilinmez, ele ayağa düşmüş, dillere pelesenk olmuş bir konuda tek bir satır bile yazıp çizmiyordu. Az çok bir şeyler bilenler de bilmez görünüyor, bazıları ise bıyık altından gülüp geçiyordu. Ta ki, o Cuma gününe dek.


* ÖNEMLİ BİR AÇIKLAMA: Birçok tanıdığım insandan gelen istek üzerine, daha bitmemiş olan bir romanımın bazı bölümlerini, zaman zaman, başta kişisel sitem olmak üzere farklı sosyal medya platformlarında yayımlamaya ve okurlarla paylaşmaya karar verdim. Şimdilik “Recep Sıcak Sever” adını taşıyan bu romanın yeni bölümlerinde buluşmak dileğiyle… İyi okumalar…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder