İlinek
İnsan, Coğrafya ve Edebiyat Üzerine
Atalay
Girgin1
Her yazının en az bir nedeni,
sorusu ve öyküsü vardır2. Her
yazının doğrudan ya da dolaylı bir biçimde dile getirdiği en az bir sözü… Tıpkı
bu yazının olduğu gibi… Bu yazının sözü aşağıdaki satırlarda olsa da öyküsü hem
önerme hem soru niteliği taşıyan “Coğrafya kader(mi)dir” cümlesiyle başlar.
Okur farkında olsun ya da
olmasın, açık ya da gizil bir biçimde dile getirilen neden ve soru yazanı
bağlar; aklına, bilincine düğümler atar, görünmez sınırlar çizer;
duyarlılığını, duygu ve düşüncelerini belli bir eksende harekete geçirir. Bu
nokta, yazanı bilinçli ya da bilinçsizce hızla tehlikeli bir sınıra doğru
sürükleyebilir, “at gözlüğü”yle bakmaya, söylem üretmeye ve hükümler vermeye
yöneltebilir.
Oysa yazan, düşüne taşına
hareket etmesi gereken kişidir. Ne duyguları ve hamaset uğruna gerçekliğe
gözlerini kapatmalıdır ne de sorunun ve konunun neliğini unutup aklını
paranteze almalıdır. Yanılsamalar üretmekten de yanılsamaları
yaygınlaştırmaktan da kaçınmalıdır. Ne yazık ki birçok alanın yanı sıra,
özellikle edebiyat dünyasının gerçekliği çok büyük oranda yukarıdaki hükümleri
yadsımaktadır.
Her yazı, genel olarak insanın,
özel olaraksa yazanın, kendisince belirlenmemiş, aksine kendisinden önceki
kuşaklardan devraldığı tarihsel, toplumsal, kültürel ve elbette konumuz
bağlamında coğrafi koşulların etkisi altında biçimlenmiş ve örgütlenmiş, aynı
zamanda da bireysel seçimlerinin, yaşantılarının, tanıklıklarının etkisiyle
gelişmiş aklının ve bilincinin ürünüdür. Bu anlamda her yazı ya doğrudan
aklidir ya da araçsallaştırılmış bir aklın ürünü olarak, aklileştirilerek
sunulmuştur.
Aklilik formuna büründürülen
araçsallaştırılmış akıl, aslında bile isteye ya da bilinçsizce, kendisinden
başlayarak, genelde insana özelde okura tuzak kuran insanın aklıdır. Bunu yapan
her insan ilinek insandır. Başta kendisi olmak üzere, karşısındaki insanı
değeri ve değerleriyle birlikte bütünsel olarak anlama ve değerlendirmeye
yönelmez. Aksine hem kendisini hem de diğerlerini, kendi dışındaki gerçek ya da
düşünsel varlıklarla ilişkisi temelinde ve onlara yakınlığı ve uzaklığına göre
değerli ya da değersiz sayar. Bu varlık, birilerinin öncelikleri temelinde
hiyerarşik olarak değişse de kimine göre Tanrı’dır, kimine göre devlet,
ulus-millet, vatan, yasa-töre, parti-örgüt-teşkilat, cemaat-tarikat, aşiret,
vb.
Oysa “şu” diye gösterilen her
insanın değeri ve değerleri vardır3. İşte
aklı araçsallaştırma bunun unutulduğu, yok sayıldığı, bazen de hiç kabul
görmediği yerde başlar. Ve insanın aklını, bilincini kayıtsız şartsız kendi
dışındaki gerçek ya da düşsel-düşünsel varlıkların hizmetine koşmasıyla, bunun
için gerekçeler, dayanaklar üretme çabasıyla, bunların yetmediği yerde eğer
kendini muktedir hissediyorsa fiili yaptırımlara, katliamlara yönelme ve yakıp
yıkma, cezalandırma eylemleriyle vücut bulur. Eğer gücü yetmiyorsa ve muktedir
değilse de yakınmalar, ilenmeler, yalvarmalar, kendine acındırmalarla, başına
gelenleri “kader” diye nitelemelerle, sorumluları Allah’a, ahirete, devlete
havale etmelerle… Birincilere “zalim” ve yaptıklarına “mezalim”; ikincilere
“mazlum” ve yaşadıklarına “zulüm” dense de ilinek insan nitelikleri ortadan
kalkmıyor.
İşin garibi, ilinek insanların
araçsallaştırılmış akıl ürünleri ve eylemleriyle hengâmeye çevrilmiş bir
ortamda; “Mazluma dini sorulmaz” diyerek kayıtsız şartsız ikincilerden yana
taraf olmak da “Aman bana da dokunmasın”
kaygısı ya da pastadan birkaç parça kırıntı için olup bitene gözlerini kapatıp
aklını ve bilincini birincilerin hizmetine sunmak da sorunu çözmüyor. Çünkü
ilinek insanın cehenneme çevirdiği dünya gerçekliği ve buna dair akli ve aklileştirilmiş
anlatılar hükmünü sürdürüyor ve sürdürecek.
Öyle görünüyor ki yakın bir
gelecekte de nesiller yenilense, ilinek insanı üreten bu gerçeklik bir biçimde
değişip dönüşse, anlatılar ve söylemlerin içeriği farklılaşsa da yaşayanı,
yaşatanı ve anlatanıyla “şu” diye gösterilenleri dışında tablo fazlaca
değişmeyecek. İlinek insanı üreten toplumsal, tarihsel ve kültürel koşullar
varlığını yitirmediği sürece, yakın ya da uzak bir gelecekte konumlar
değiştiğinde, ellerine geçen ilk fırsatta bugünkü coğrafyaların mazlumları
zalimleşecek, zalimleri ise mazlumlaşacaktır. Elbette bu bir kehanet değil.
****
Bu uzunca girizgâhın ardından,
asıl soruyu ve önermeyi bunlarla bağlantılı bir biçimde de edebiyatı ele
alabiliriz. Bu yazıya vesile olan konu, yazılış biçimi itibariyle hem “Coğrafya
kaderdir” hükmünü veren hem de “Coğrafya kader midir?” diye soran bir niteliğe
sahip.
“Coğrafya kader midir?”
sorusuna, “Evet” yanıtını verip, ardı sıra da tarihten ve edebiyattan bir dizi
örnekle yazıyı bezeyip tamamlamak mümkün. Ancak bu, bana göre işin kolay ve
hamasete kaçan, duyguları okşayan yoludur. Geçmişten günümüze yaşanan dramları,
göçleri, felaketleri, savaşları, işgal ve katliamları, dünyanın farklı coğrafi
dilimleri üzerinde yaşanmış ve yaşanmakta olan sorunları bir kez daha dile
getirmenin yolu… Elbette tarihsel ve güncel anlamda var olan ve yaşanan bu
toplumsal gerçekliklere gözlerimizi kapatmamalıyız. Bunların bilgisini yok
saymamalıyız. Ancak bu durum, asıl sorunu, neliği ve gerçekliği temelinde görmemizi
engellememeli. Aksine an be an ilinek insanı da üreten ve insanları
ilinekleşmeye zorlayan, irrasyonel kabulleri bile akılsallaştırıp aklilik
formuna büründürerek insanın kendisi de dâhil diğer insanlara tuzak kurmasına
ve var olanı meşrulaştırmak için gerçekliğin hakikatine takla üstüne takla
attırmasına neden olan sorunu görmeye ve bunu anlamaya, çözemesek bile
anlatmaya yönelmeliyiz.
Buradan hareketle şunu açıkça
söylemeliyiz: Coğrafya ne kaderdir ne de sorun. Aksine, bütünsel anlamda bir
gezegen olarak Dünya coğrafyası, insanın varlığını devam ettirebileceği,
kendini gerçekleştirebileceği, potansiyelini harekete geçirebileceği olanaklar
alanıdır. Ne var ki, devasa bir olanaklar alanı olan Dünya'yı, tarihsel ve
güncel anlamda hâlâ kendisine vatan kılamayan, onu vatan kılma bilincine
erişemeyen insan; yeryüzü üzerinde daha küçük coğrafi alanları kendisine yurt
bellemiş, sınırlar çizmiştir. O yurtları ve sınırları dokunulmaz addederek
kendisinin varlık nedenine dönüştürürken, kendisini de birçok başka dışsal
varlığın yanı sıra onun da ilineğine dönüştürmüştür. Artık o sınırlar için
ölünüp öldürülecek, varlığı varlığına armağan edilecektir.
Ancak bu ilinek insan, ilineğin
ilineği kılarak seferber ettikleriyle, kendi sınırlarını dokunulmaz, kendi
yurdunu kutsal sayarken, gücüne ve yapabilirliğine bağlı olarak da başkalarının
sınırlarına dokunmaktan, o sınırları aşıp ülkeleri işgal etmekten, haraca
bağlamaktan, fethetmekten kaçınmamıştır. Egemenlik alanı dışında kalan
insanların yurtlarını, ülkelerini kendisi için isterken, aynı zamanda diğer
insanları ötekileştirmiş, öldürülmesi, esir alınıp köleleştirilmesi, haraca
bağlanması, her türlü fenalığın yapılması müstahak varlıklara dönüştürmüştür.
Dahası bu eylemleri yüceltip meşrulaştıracak, yeni nesiller nezdinde
özendirici, teşvik edici nitelikler taşıyacak, söz söyleme sanatının
incelikleriyle bezeli, kahramanlar, efsaneler yaratan anlatılarla
taçlandırmıştır.
İşte edebiyatın devreye girdiği
yer burasıdır. İster dinsel, ister mitolojik nitelikli olsun, ister nesir
isterse şiirsel olsun, başta muktedirler olmak üzere yaşayanların anlatıya
ihtiyacı vardır, yaşananların ve yaşatılanların da birilerinin gözünden,
dilinden anlatılmaya ve meşrulaştırılmasına… Söz söyleme ve yazma sanatının
beceri ve inceliklerini kullanabilenlerin de ulufeye erişmek için,
muktedirlerin gözlerine girip, takdirlerini kazanarak, onların lütfuna mazhar
olmaya…
Hangi coğrafyada olursa olsun,
genel olarak sanat ve sanatçı özel olaraksa şair, anlatıcı ve edebiyatla
egemenler arasındaki bu ilişki geçmişten günümüze değişen toplumsal koşullara
rağmen şu ya da bu oranda varlığını sürdürmüştür ve sürdürmektedir de… Bu ister
edebiyatçı olsun, isterse herhangi bir sanatçı, ilinek insanın ve ilinekleşmeye
başlayan insanın makûs talihidir. Egemenlerin sofrasında ağırlanmaktan,
saraylarının kapısında beklemekten, onların karşısında el pençe divan durup
gerdan kırmaktan ve ellerinden ödül almaktan mutlu olurlar. O güne kadar ki
geçmişlerini ve yaptıklarını unutup, kendilerinin aynı alanda kalem oynatan,
söz söyleyen diğer insanlardan, yazar ve sanatçılardan daha değerli, daha üstün
olduklarını hisseder ve düşünürler. Ne
yazık ki bu bir yanılsamadır. Çünkü bu bir yanıyla ilinekliğin ya da ilinekleşmenin
tescilidir, diğer yanıyla da toplumun ezilenleri nezdinde, eteklerinden,
paçalarından kan damlayan efendilerin, temelinde, harcında kan bulunan
sarayların ve yalanlar, talanlar, soygunlar ve zulümle hükmünü sürdüren düzenin
tahakküm cilacılığının tescili…
****
Coğrafyalar, insan açısından
ihtiyaçları bağlamında ona sunduğu fiili ve potansiyel olanakları ölçüsünde
değerlidir. Edebiyat ise insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın
anlamlandırdığı her şeye ilişkin, kendine özgü bir biçimde insan için insan
açısından yapılan anlamlandırma ve anlatma etkinliklerinin genel adıdır.
İki alanda da sorun ne
coğrafyadır ne de edebiyat. Asıl sorun, insan; daha doğrusu, ilinekleşen ya da
ilinekleştirilen insandır. Çünkü ne herhangi bir coğrafyanın amacı vardır ne de
edebiyatın. Bu üçlünün içinde toplumsal bir varlık olarak, amacı olan ve bir ya
da birden fazla amaçla eyleyen tek varlık insandır.
Yurt-ülke-vatan bellenen
coğrafyalar egemenleriyle birlikte var olmuştur. Egemenler de gönüllü ya da
gönülsüzce kendisine tabi hale getirdikleriyle… Egemenler kendilerini ne denli
güçlü hissederlerse hissetsinler, her daim tabi olanlar ve üzerlerinde tahakküm
kurdukları nezdinde meşruluğa ihtiyaç duyarlar. Bu meşruluğun bir ayağı korku
salma, cezalandırma gücü ve caydırıcılık vasfıdır. Diğer ayağıysa, egemenliğin
kaynağıdır. Ve bununla bağlantılı bir biçimde, insanların bu kaynak karşısında
güçsüzleştirilmesidir. Dahası onun ilineğine dönüştürülüp kendi değeri ve
değerlerini fark etmez bir hale getirilerek kendisini ve diğer insanları
sıfatları ve statüleriyle değerlendirmeye başlamasıdır. Var olanın ve
içerisinde yaşadığı gerçekliliğin doğal ve olması gereken olduğunu şu ya da
biçimde bilinç hali kılmasının sağlanmasıdır.
Meşruluğun bu ikinci ayağının
insan üzerindeki görünür ve fiili etkisi, birincisi kadar can alıcı değilse de
daha derin ve kalıcıdır. Çünkü düşünsel olarak, bilinç olarak biat ettirir, var
olanı meşru ve olması gereken olarak algılatır. Tarihsel ve güncel anlamda bu
siyasal ve ideolojik ayağın en önemli temel unsurları kurumsal olarak, başta
dini ve eğitim kurumlarıyken, bireysel olarak ilineğin ilineğine dönüşüp, yeni
nesilleri de ilinekleştirmek üzere, dinsel ya da dünyevi düzeyde bilincini ve
becerisini, düzenin ve onun efendilerinin hizmetine sunan düşünürler, yazarlar,
sanatçılar, vb.dir.
Amaçlı eyleyen bir varlık
anlamında genel olarak insan, tarihsel ve güncel anlamda ise özel olarak ilinek
ve ilinekleşen insanla coğrafya, o coğrafyalar üzerindeki düzen ve edebiyat
ilişkisi fasit bir dairedir. Mevcut toplumsal yapı ve egemenlik ilişkileri
temelinde sürekli birbirlerini üretmektedir. Bunun an be an yaşanan sonucu ise,
savaşlar, katliamlar, işgaller, açlık, yoksulluk ve bunun nedenlerini
düşünmeksizin taraf olan ya da güçsüzlüğünden ve çaresizliğinden dolayı, derin
bir yanılsama içinde “Savaşa Hayır!” ve “Barış” diye bağıran ilinek veyahut da
ilinekleşen insandır.
Dünyayı ortak vatan kılamayan
ve bu bilinçten uzak ilinek insanın, kendi yurdunun sınırlarını bir yandan
koruma kaygısı; diğer yandan ise vatan-Dünya olarak genişletme bencilliği ve
hayaliyle hüküm sürdüğü yanılsamasını yaşarken, aslında içine düştüğü girdapta,
kendisine ve en çok da kendisi gibi insanlara ve tüm insanlığa yaşattığı gerçek
ve hakikat ise şudur: Ahmedi Hani’nin
sözleriyle, her insanı “yarım besmeleli av” kılmak.
İşte Dünya coğrafyası üzerinde,
ilinekleşen ve ilinekleştikçe ”yarım besmeleli av”lara dönüşen insanlarla dolu,
adına ülke-vatan dediğimiz küçük coğrafyaları sözüm ona bir yandan kadere
dönüştüren, diğer yandan ise bu insanlara besmelesini tamamlama cenneti ya da
cehennemi kılan, tarihsel ve güncel anlamda var olan tahakküm düzeni ve
egemenlerinin yanı sıra onlara vecd içinde secde edenlerin normal diye sunulan
cinnet halidir.
Tüm insanlık için Dünya
coğrafyasını ortak vatan kılma bilinci kuvveden fiile dönüşmediği, insanın
insan üzerindeki ekonomik, sosyal, siyasal, cinsel, dinsel, vb sömürü ve
tahakküm düzeni ortadan kaldırılmadığı, her insanı değeri ve değerleriyle
birlikte bütünsel olarak değerlendirme bilinci içselleşmediği sürece, dünyanın
hangi coğrafyasında olursa olsun, bu fasit daire kırılmayacak, ilinek ve
ilinekleşen insanın cinnet hali son bulmayacaktır. Bir yanda anlatıcılar, insanın
“yarım besmeleli av”a dönüştüğünü dile getirirken, diğer yanda başka
anlatıcılar “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” diyecek. Hem de o at
nallarının altında eşelenen toprağı ve o topraklarda yaşayan insanı, onların
acılarını bile düşünmeden.
Toprak kana, cana, insana doysa
da semirdikçe semiren, açgözlü ve her şeyi kendinin kılmak isteyen ilinek insan
yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle birlikte toprağa doymadıkça, edebiyatta bu
düzenin ve efendilerinin cilacılığına methiyeler düzecek, ulufe uğruna meşrulaştırılmasına
hizmet edecek nice kalemler gelip geçecektir, bu küçük coğrafyalar üzerinden.
Elbette bu tahakküm düzenin duvarına nice çentikler atacaklar da… Ama yeryüzü
dediğimiz coğrafya, Dünya yok oluncaya dek, değişerek varlığını sürdürecek. Peki;
kimler kazanacak? İnsanlar mı yoksa ilinek ve ilinekleşen insanlar mı?
Yanıtı
sende, bende, bizde, sizde saklı bu sorunun. Ve aynı zamanda yapıp
ettiklerimizde… Bilinen tek şeyse şu: İlinek insan ve var olan tahakküm ve
sömürü düzeni kazandıkça büyük küçük her coğrafyada tüm insanlar kaybedecek.
Hem de her geçen gün bilincinde taşıdığı insanlık kırıntılarını ve değerlerini
yitirerek… Ve her biri “yarım besmele”sini tamamlayacağı ya da diğerine
tamamlatacağı anı kollayarak…
1 Felsefe Öğretmeni-Yazar; http://atalaygirgin.blogspot.com.tr
2 Eğer yayınlanırsa, bu yazı Sancı sayfalarında yer
alacak ilk yazım olacak. İlk olma niteliğinin yanı sıra bu yazının da bir
öyküsü var. Tekgül Arı’nın gönderdiği Sancı Dergisi’nden gelen bir yanıyla
soran, diğer yanıyla hüküm veren “Coğrafya kader(mi)dir” konulu bir ileti. Öykü
bu iletiyle başlıyor ve düşünsel düzeyde uzayıp gidiyor. Konunun soran boyutu,
akıl temelli sorgulamaya, eleştirel değerlendirmeye çağırıyor beni. Hüküm veren
boyutu ise, doludizgin gerekçeler bulmaya, edebiyat tarihinden şiiri, öyküsü,
romanıyla örnekler sıralamaya… Bu dipnotu yazarken, ne yapacağım, hangisini seçeceğim
konusunda kararsız olsam da felsefeci yanımın ağır bastığının farkındayım. Ama
ortaya nasıl bir yazı çıkacağından emin değilim. Çünkü ikircimli düşünsel,
duygusal hâl yakamı bırakmıyor.
3 İoanna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri, Türkiye
Felsefe Kurumu Yayınları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder