Sayfalar

04 Kasım 2014

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Sermaye, Devlet ve İşçi Katliamları Üzerine...

Fikret Başkaya

“ Kâr yokluğu sermayenin kâbusudur. Sermaye, mâkûl bir kâr kokusu aldığında cesaretlenir. %20 kârla coşar, %50’de gözünü budaktan sakınmaz; %100’le ayakları yerden kesilir ve hiç bir insanî yasa ve değerle ilişkisi kalmaz. %300 kâr söz konusu olduğunda da artık hiç bir cürümden geri durmaz”.
                                                                           Karl Marx

Bu güne kadar devletle ilgili birlerce kitap, on binlerce makale yazılmıştır ama bunlar ekseri devlet katındaki adamlar, “karşı taraftakiler” tarafından yazılmıştır. Bu işte kadınların dahli son derecede sınırlı ve önemsizdir. Devletle ilgili genel algı ve kanaat da kabaca şöyledir: Devlet kamunun, toplumun genel iyiliğini, toplumsal çıkarı gerçekleştirmek amacıyla oluşturulmuş bir kurumdur. Özel kesim özel çıkarların hizmetindedir, devlet de kamu yararını gerçekleştirmenin aracıdır... Oysa ortaya çıktığı günden beri devlet iki şey demektir: Asayiş (güvenlik) ve ekonomi yönetimi... Dolayısıyla özel kesim-devlet veya piyasa-kamu ayrımı, anlı-şanlı devlet teorisyenlerinin bir kuruntusuydu. Zira bu ikisi “sıfır toplamlı” bir denklem değildir. İşte, devlet alanı ne kadar genişse, özel alan o kadar dardır, ya da visa versa...  Devlet oldum olası mülk sahibi sınıfın-sınıfların bir iktidar aracıdır. Zamanla mülk sahibi sınıflar katında değişim olsa da, devletin işlevinde bir değişiklik olmamıştır. Zira, kapitalist dönemde, özellikle de neoliberal küreselleşme çağında, devlet ve sermaye artık bir ve aynı şeydir... Devletin hiç bir müdahalesi yoktur ki, mülk sahibi sınıfların aleyhine olsun, onları kayırmasın... Aksi halde devletin varlık nedeni ortadan kalkardı...

Gerçek durum böyledir ama olup bitenlere, yaşananlara mülk sahibi sınıflar tarafından bakan “âkil adamların” anlattığı hikâye ve yaratılan “bilinç” farklıydı. Dolayısıyla insanlık tarihi boyunca ve hiç bir zaman toplumsal sözleşme diye bir şey olmadı. Keşke olsa demekle de olmazdı... Fakat bu ilerde ona benzer şeylerin olmayacağı anlamına da gelmiyor... Eğer devlet gerçekten toplumun, kamunun hizmetinde olsaydı, mesela su özelleştirilir, parayla alınır-satılır mıydı? Bir özel kâr ve kazanç nesnesine dönüştürülür müydü? Hızını alamayıp bir de su vergisi alınır mıydı?  Siz kimin suyunu ve ne hakla kime satıyorsunuz denmez miydi? Üstüne üstlük alınan vergi bir de suyu satan kapitaliste “teşvik” adı altında hediye edilir miydi? Hangi insan aklı, hangi mantık suyun özelleştirilmesini, bir kâr aracına dönüştürülmesini haklı gösterebilir? Ortada basbayağı bir insanlık ayıbı, bir insanlık suçu yok mu? Bundan büyük ayıp, bundan büyük suç olur mu?


Kamuya ait olduğu söylenen şeylerin bir kısmı da aslında ve reel olarak mülk sahibi sınıfların kolektif mülkiyeti altındaydı. Mesela bizde KİT (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) denilen ve şimdilerde yerlerinde yeller esen kurumlar gerçekten kamuya ait olsalardı özelleştirilmeleri bu kadar kolay olur muydu? Özelleştirildikleri durumda da insanlara bir ödeme (tazminat) yapılması gerekmez miydi? Zira orada her bir yurttaşın payı vardır, onlardan alınan vergilerle oluşturulmuşlardır. Oysa, şimdilerde kamu hizmeti ve sosyal hizmetler denilenler de dahil, her şeyi özelleştiriyorlar. Sıra meraları da sermayedarlara peşkeş çekmeye geldi... Nerdeyse geriye bir tek hava* ve sokaklar kalmış görünüyor. Belki yakında sıra sokaklara da gelecektir... Toplumun varı-yoğu, dar bir oligarşi tarafından sahiplenildiği, özel mülke dönüştürüldüğü, ortak kullanım ve yaşam alanlarının yağmalandığı, talan edildiği, gerçek anlamda kamusal olanın, ortak malların, müştereklerin(commons) yok edildiği bir ülkenin, “ölüm tarlası” haline gelmesi neden şaşırtıcı olsundu? Madenlerde, başka işyerlerinde taammüden öldürülen insanların durumunu sanki ilk defa duyuyormuş gibi rol yapmanın neâlemi var! Bunca ikiyüzlülük rahatsız edici değil mi? Yegâne muteber değerin para olduğu, aşırı kârın ve aşırı zenginleşmenin bir utanç değil, büyük bir başarı sayıldığı, “işbitiricilik” ahlaksızlığının yüceltildiği bir toplumda, işçi ölümlerinin skandal düzeye çıkmasına şaşmak niye? Aşırı kâr, aşırı sömürüyle mümkündür ve aşırı sömürü de ölüme davetiye çıkarmaktır. İşçinin bir insan olarak görülmediği, sadece üretim için gerekli unsurlardan biri, bir “girdi” sayıldığı bir toplumda, başka türlü olabilir miydi?

Kapitalist dönemde bir şey, kapitalist mülkiyet dışında kalmışsa,  “özelleştirilmemişse”, özel mülk kategorisine indirgenmemişse, muteber sayılmıyor, telef edilmiş sayılıyor ve “zarar hanesine” yazılıyor... Ortakça sahiplenilen ve kullanılan şeyler (commons) “bir kayıp” sayılıyor. O zaman bir şeyi faydalı, muteber hale getirmenin yolu, onu özel şahıslara peşkeş çekmeyi gerektirirdi ve şimdilerde yapılan tam da bu. Oysa bundan 2400 yıl kadar önce Aristotales, “Ortak mallardan, ortak kullanım alanlarından yoksun bir topluluğun var olamayacağını” söylemişti... Aristotales’in söylediği gayet mantıklı zira, toplum yaşamı demek ortak yaşam demektir, bu yüzden ortakça sahiplenilen ve kullanılan  “ortak şeyleri, ortak malları, ortak yaşam alanlarını” varsayar.

O halde ne değişti denecektir. 1980 sonrasında neoliberal küreselleşmeyle birlikte, sermaye sahipleri, bir bütün olarak mülk sahibi sınıflar, (oligarşiler densin), her şeyle birlikte devleti de özelleştirdiler. Aslında tuhaf bir durum ortaya çıkmıştı: Bir özelleştirme aktörü, piyasa aktörü olan devlet, bizzat kendisini de özelleştirmişti. Buna devletin “kendi kendini özelleştirmesi [oto-privatization]demekte bir sakınca yoktur. Artık devlet de bir kapitalist gibi davranır hale geldi. Mesela taşeron işçi-memur kullanıyor ve taşeron statüsünde çalıştırdığı işçilere normal statüye tabi olanlara ödediğinin üçte bir kadar ücret ödüyor. Bir devlet bunun niçin yapar? 

Netice itibariyle devlet, sadece sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten tuhaf bir aygıta dönüştü. Şimdilerde devletin gerisindeki mülk sahibi sınıflar (finans oligarşileri) eskiden olduğu gibi gerçek niyetlerini gizleme gereği bile duymuyorlar. Yaptıklarını açık, açık yapıyorlar. Köle köleliğini, efendi efendiliğini bilecek diyorlar... Malûm olduğu üzere, kapitalist toplumda işçi ücretli köledir. Tabii geçmiş dönemlerin “klasik” kölesinden bir farkı da olmak kaydıyla: Klasik dönemin kölesi, her hangi başka bir şey gibi efendinin malıdır, onun sahip olduğu “şeylerden”, biridir... Lâkin efendi kölenin kaderine kayıtsız kalamaz. Kölenin âkıbeti efendiyi ilgilendirir. En azından ölmemesi için asgari bir ihtimam göstermesi gerekir, zira köle ölürse parayla yenisini satın almak zorundadır...

Kapitalist çağın “modern” kölesi olan işçi (proleter), “klasik” köleden iki bakımdan ayrılır: Birincisi, kapitalizm dâhilinde tüm proleterler (işçiler) tüm kapitalistlerin kolektif kölesi durumuna getirilmiş durumdadırlar. Her işçi her kapitalistin potansiyel “kullanım alanındadır”; ve ikincisi, artık bireysel bağımlılık durumu ortadan kalkmıştır ki, bu kapitalist için müthiş bir imkân demektir. Köle-efendi ilişkisinin yeni bir biçim almasıyla, ideolojik yanılsama yaratmak da son derecede kolaylaşmıştır... Artık bir kapitaliste doğrudan bağlı değil diye, işçinin “özgürlüğünden” söz edilebiliyor... Oysa “Klasik kölelik” durumunda köle, fizikî zor ve şiddetle Efendi’ye hizmet etmeye mecburken, kapitalist toplumun ücretli kölesi, ekonomik zor tarafından sermaye sınıfına hizmet etmek zorundadır. Siz, hizmet etmememin karşılığının ne demek olduğunu hiç düşündünüz mü? Hizmet etmemenin karşılığı açlık ve ölümdür...

Kapitalistler çalıştırdıkları, emeğinin ürününe el koydukları işçilerin kaderine külliyen yabancılaşmış durumdadırlar. Kapitalizm koşullarında patron, işçinin emeğini satın alıyor, aradaki ilişki bir alım-satım ilişkisinden ibarettir... Öte tarafı kapitalisti ilgilendirmez... Eğer durum böyleyse, işçi ücretli köleyse ve öyle kalmaya devam ettiği sürece, özgürlükten, demokrasiden, insan haklarından söz etmek sorunlu değil midir? Gerçekten bu çok kullanılan kavramların (demokrasi, özgürlük, insan hakları, vb.) bir karşılığı olsaydı, bu satırların yazıldığı saatlerde ve 7’incı günde Ermenek kömür madeninde çalışan 18 işçi hâlâ yerin 350 metre altında, çamur deryasında yüzüyor olur muydu? Bu durum,91’inci yılı “coşkuyla kutlanan” cumhuriyetin aslında kimin cumhuriyeti olduğunu da açıkça göstermiyor mu? Lâkin söze yalanla başlamak âdet. Kimse kapitalist demiyor, işveren diyor. Niye bir işveren ve bir de iş alan var? Öyle bir söylem ki, hırsızı alacaklı gibi göstermeyi başarıyor... Malûm, veren alacaklıdır... Bu, asıl sorunun bir “ideolojik kölelik” kategorisi olduğu demeye gelir...

Soma’daki, Zonguldak’taki, Ermenek’teki, İstanbul’un Mecidiye köy’ündeki, Isparta’daki, Amasra’daki... her yerdeki iş bitirici kapitalistlerin, sömürdükleri ücretli kölelerin (proleterin) kaderiyle, âkıbetiyle ilgilenmesi diye bir şey söz konusu bile değildir. Lâkin oralarda telef olan işçilerin ölümünden sadece kapitalist patronlar sorumlu değil. Zira devlet-sermaye işbirliğiyle ve taammüden işlenmiş cinayetler söz konusu... Ve onlar “aşırı kâr hırsının” kurbanlarıdır. Kaldı ki, oradaki durumu bildiği halde bilmiyormuş gibi yapan ve duruma müdahale etmeye yanaşmayan AKP hükümeti başta olmak üzere, herkesin derece, derece sorumluluk payı vardır. Üstelik bütün bunlar da bir istisna değil... Kapitalist, insan olarak görmediği ücretli kölenin sağlığıyla, güvenliğiyle, kaderiyle, geleceğiyle, velhasıl âkıbetiyle ilgili değildir. Zira piyasada her zaman kullanıma hazır, mebzul miktarda potansiyel ücretli köle mevcuttur... Kapitalist patronun gözü daha çok ve daha çok kârdan başka bir şeyi görmez. Kârı büyütmenin yolu da sömürüyü derinleştirmek geçer. Kapitalizm koşullarında işçi, herhangi bir mal gibi alınıp-satılan, kullanılan bir şey, bir nesnedir sadece...

Eğer sorunları çözmek gibi gerçek bir niyet varsa, işe, şeyleri adıyla çağırarak, şeylerin gerçeğin nüfuz etme iradesini ortaya koyarak başlamak gerekiyor. Egemenin söylemine pabuç bırakmamayı, ideolojik kölelikten kurtulmayı, şeylere ve sorunlara kendi gözüyle bakmamayı gerekiyor. Bu da mülkiyet sorununu gerektiği gibi tartışıp-bilince çıkarmayı, topluma/kamuya ait şeylerin dar bir oligarşi tarafından yağmalanmasına radikal bir itirazı gerektirir. Anti-sosyal, anti-demokratik, gayri- insanî neoliberal paradigmaya (oligopoller kapitalizmine densin) karşı çıkılmadan, bu saldırı karşısında radikal bir karşı-duruş ve karşı-hegemonya oluşturulmadan, yapılanların ve yapılacakların bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Zira, bu rotada ilerlenmeye devam edildiği sürece, işsizliğin daha da artması, gelir dağılımı eşitsizliğinin daha da bozulması, yoksulluğun ve sosyal kötülüklerin derinleşmesi, doğal çevre tahribatının, dolayısıyla gezegen riski de dahil, her türden risklerin büyümesi, işçi cinayetlerinin kaldığı yerden devam etmesi, insanlığın ve uygarlığın geleceğinin kararması kaçınılmazdır.  Zira dünya artık çığırından çıkmış**durumda...
------------------------------------------------------------------------------------

*Bkz: Fikret Başkaya, “ Havayı ne zaman özelleştireceksiniz? “. www. ozguruniversite.org;

**Bkz: Fikret Başkaya, Çığırından çıkmış bir dünya: Sosyal sefaletin, ekolojik felaketin, etik yozlaşmanın kökeni. Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder