Gelinin Kerameti
Atalay
Girgin
Kevser’in kayınbabası Keramettin
Hörgüçlüzade’nin ikindi namazının sonrasında, başında kukuletası, sırtında
entarisi, tepeden tırnağa bembeyaz yatak kıyafetlerine bürünüp gündüz uykusuna
yatmasından ve rüyasında gördüklerinin etkisiyle kan ter içinde gözlerini
açmasından iki gün öncesiydi. Başkent’i kavuran sıcak Haziran günleri daha
gelmemişti. Ama eli kulağındaydı.
Onun sessizliğini dört
beş günlüğüne de olsa ayrılacak olmalarına yoran kocası, teselli etmek
istercesine sevecen bir sesle “Canım, üzülme!” dedi, “Allah’ın izniyle göz açıp
kapayıncaya dek gelirim. Sen de yokluğumda annenle hasret giderirsin. Annen
bebeğe bakarken, sitede yaşayan uzun süredir görüşmediğin arkadaşlarınla vakit
geçirir, dertleşir, sohbet edersin. Şehrin gürültüsünden uzak, ağaçların,
çiçeklerin arasında, yemyeşil bahçede gezinir, çıplak ayakla toprağa basar,
geceleri yıldızları seyredersin. Cıvıl cıvıl kuş sesleriyle uyanırsın sabaha.
Fena mı olur?”
O sırada bir başka hayale
kendini kaptırmış ve yolun bir an önce bitmesi için sabırsızlanmakta olan
Kevser, kocasının söylediklerini işitse de tam olarak ne dediğini algılayamamıştı.
Ancak zihninden geçenleri anlayıvereceği kaygısıyla, dikiz aynasından kendisine
bakan gözlerden bakışlarını kaçırarak, duyulur duyulmaz bir sesle, “Hı… Hıı”
diye karşılık verdi, “Lütfen çabuk gel! Daha fazla özletme kendini!”
Otomobil, Haymana
Yolu’ndan lüks villaların bulunduğu sitenin caddesine saptığında, Kevser’in
gözleri parlamaya, kalbi yerinden fırlayacakmışçasına hızla atmaya,
başörtüsünün açıkta bıraktığı beyaz yanakları pembeleşmeye, dudakları tatlı bir
tebessümle kıvrılmaya başladı. Ellerinin arasında tuttuğu cep telefonundan
saati kontrol etti. Kendini haz deryasına bırakmaya az bir zamanı kalmıştı.
Dört bir yanı duvarlar ve
tel örgülerle çevrili, gün yirmi dört saat kapısında nöbet tutulan, gireni
çıkanı kameralarla izlenen siteye varmışlar, sıra sıra dizilmiş büyük bahçeli villaların
arasından annesinin yaşadığı villanın kapısına yaklaşmaktaydılar. Gözlerini
kocasına çevirip “Allah vere de oyalanmasa bari!” diye düşündü ve hemen ardı
sıra tüm şirinliğini takınarak gülümsedi:
- Canım benim! İstersen
bizi bırakır bırakmaz sen git. Malum yolun uzun. Annem, bütün kaynanalar gibi
biraz sitem edecek olsa da ben onu idare ederim. Ne dersin?
Belli etmek istemese de
kaynanasına başlangıçtan beri bir türlü ısınamayan kocası, Kevser’in sözlerini
onayladığını belirtmek için, “Canıma minnet” dercesine, dikiz aynasından ona
gülümseyerek göz kırptı:
- Olur canım! Sizi ve
eşyalarınızı indireyim, kapıdan selamlaşır, elini öper dönerim. Gerisi sana kalmış
artık.
Dakikalar hızla azalıyor
olsa da her şey Kevser’in istediği gibi gelişmekteydi. Kocası daha bahçe
kapısından çıkmadan aceleyle eve girdi. Hemencecik giysilerini aralayıp
avuçladığı memelerinin her birinden, bebek için süt sağıp biberona doldurdu.
Mışıl mışıl uyumakta olan bebeğe baktı. “İki üç saat daha uyanmaz!” diye
düşündü.
Bebeği uyandırmaktan
korkarcasına fısıltıyla, “Karnın aç mı kızım? Yiyecek bir şeyler hazırlayayım
mı?” diyen annesine, “Yok anneciğim!” karşılığını verdi, “Arkadaşlarla
haberleşmiştik öncesinden. Beni bekliyorlardır. Onlarda yerim. Daha fazla
gecikmeden gideyim. Bebek de hemen uyanmaz zaten. Bir şey olursa ararsın. Çabucak
gelirim.”
Annesinin söylenmesine
fırsat vermeden kapıya yönelip ayakkabılarını giydi ve koşar adımlarla çimlerle
kaplı bahçeyi geçti. Ardından şangırtıyla kapanan demir bahçe kapısının
gürültüsüne bile aldırmadı. Yürümüyor adeta kanatlanmış uçuyordu. Hızından,
yerlere dek uzanan dökümlü giysisinin etekleri havalanıyor, çıplak ayak
bilekleri gözler önüne seriliyordu. Okullar daha tatile girmediğinden ortalıkta
kimsecikler yoktu. Yaz kış sitede kalan az sayıdaki yaşlı erkek ve kadınlar ise
bastıran öğle sıcağıyla birlikte ya evlerin içine çekilmişler ya da ağaç
gölgesine attıkları koltuklarında uyuklamaktaydılar. Kevser’i telaşla koşar
adım yürürken görecek birileri yoktu. İki sıra ötedeki villaya erişip kapı
ziline basıncaya dek saç diplerinden, koltuk altlarından, terler fışkırmakta,
bedeninin görünür görünmeyen yerlerinden süzülüp, bacaklarının arasındaki
ıslaklığa ve yangına eşlik etmekteydi.
İkinci kez basmasına
gerek kalmadı zile. Kapı aralandı. Kevser usulca içeri süzülürken, gözleri
atletik yapılı, uzun boylu, geniş omuzlu, kıvırcık saçlı, badem bıyıklı erkeğin
gözlerindeydi. Kollarını onun boynuna dolayıp, bedenini bedenine teslim
edercesine bırakırken, genizden gelen bir sesle, fısıldadı:
- Geldim aşkım! Geldim!
Uzun sürdü, aylar aylar geçti, yıl geride kaldı, ama geldim. Hadi, eski
günlerdeki gibi uçur beni. Maviliklerden soy, maviliklere uçur.
Erkek, dudaklarını
Kevser’in ıslak dudaklarıyla birleştirirken iri ve kemikli ellerinin tüm
hoyratlığıyla diri kalçalarını da avuçlamaktaydı. Sıkıp sıkıp bıraktıkça
kadının kalçaları ayrılıp ayrılıp yeniden birleşmekte, bedenini kuşatan arzuyu
tetiklemekteydi. Erkek soluklanmak için dudaklarını aralar aralamaz, fısıltıyla
sordu:
- Mavi misin Gülpembem,
mavi misin?
Kevser, başını, sımsıkı
sarıldığı erkeğin göğsüne yaslayarak karşılık verdi:
- Hem de tepeden tırnağa
her şeyimle! Yalnız senin için giyindim. Her şeyimle masmaviyim aşkım. Hadi
maviliklerden soy beni…
Fazla söze gerek yoktu.
Özlemlerin mola vaktiydi. Zaman sınırlıydı. Kevser’in uzun kumral saçlarını
örten lacivert başörtüsü kapının ardında kaldı. Gece mavisi elbisesi merdivenlerde…
Külotuyla aynı renk sutyeni yatak odasının kapısında… Sarmaş dolaş yatağa
eriştiklerinde, erkek, elini Kevser’in deniz mavisi külotuna uzatıp onu
çırılçıplak bırakırken, söz çoktan hükmünü yitirmişti. Konuşma sırası
ellerinde, dudaklarında, dişlerinde, kasıklarındaydı. Erkeğin elleri pençe,
parmakları mengene olup Kevser’in kâh bacaklarında, kâh kalçalarında
konaklamaktaydı. Acı verdiğini düşünen de yoktu, acı hisseden de… Birbirlerine
kavuştukları andan itibaren sınırlarını aşındıran iki hırçın ve azgın nehir
gibi aynı yatakta akmaktaydılar. Sözsüzce çağıldamakta, birbirlerinde akıp
birbirlerinde arınmaktaydılar. Bedenleri birbirlerinden ayrıldığında kan ter
içindeydiler. Nefes nefese… Gözleri tavandaydı. Göğüslerinin inip inip kalkışı
yavaşladığında, usulca başlarını birbirlerine dönüp gülümsediler. Dudakları
aralandı ama konuşmadılar. Sanki sessizliği bozmaktan, yaşadıkları anın
bitivereceğinden, büyüsünü yitirivereceğinden korkar gibiydiler. Elleri
birbirlerinin bedeninde usul usul dolaşırken yalnızca sustular.
Terleri kurumaya yüz
tutarken, çalan telefon sesiyle birlikte
“Bu benimkidir” diyen Kevser sessizliği bozdu. Önce duymazlıktan gelmeyi
düşündü, ancak zihninde beliren “Ya annemse… Ya bebeğime bir şey olduysa…”
düşüncesiyle hızla yataktan kalkıp odadan çıktı.
Doğru düşünmüştü.
Merdivenin basamaklarından yatak odasına doğru birer birer giysilerini
toplayarak çıkarken, “Aşkım, annem arıyor. Gitmeliyim!” diye seslendi.
Büyü bitmişti. Onun
söylediklerini duyan erkek, buruk bir tebessümle merdivenin başında belirdi:
- Bu kadar erken mi? Oysa
daha yeni gelmiştin...
Kevser’in aklında
annesinin azarlaması ve bebeği vardı. Huzursuzlanmış ve morali bozulmuştu.
“Gitmem gerek aşkım” dedi, “Bebek uyanmış. Yarın yine gelirim. Cuma namazından
sonra…”
Erkek, “Gece gelmeyecek misin?”
derken, bir anda bebek sözüne takılmıştı. Kendisinden geçercesine hoyratça sıktığı, emdiği memelerden ellerine, dudaklarına bulaşan sıvıya rağmen, haz deryası içinde yüzerken küçücük bir kuşku bile belirmemişti zihninde. Kevser’in yanıt vermesini beklemeden,
“Bebek mi?” diye sordu, “Senin bebeğin mi var?”
Aceleyle giyinmekte olan
Kevser, “Evet!” dedi, “Senin haberin yok muydu? Oysa sitedeki herkes biliyor
olsa gerek!”
Bir anda suratı asılan
erkek, düşünceli ve sorgulayan bir ses tonuyla “Bilmiyordum. Doğru dürüst
siteye gelip gittiğim de birileriyle konuştuğum da yok. Uzun zaman sonra senin
mesajın üzerine dün gece geldim.” dedi, “Peki kimden?”
Kevser, bu soruyu
beklemiyordu. Elinde başörtüsüyle kalakaldı. Ne karşılık vereceğini bilemez bir
halde, gözlerinin önünde çırılçıplak duran erkeğe baktı. Bakışlarını onun
gerginliğini yitirmiş bedeninde dolaştırdı. Sonra gözlerini gözlerine dikti:
- Sana yalan söylemeyi
düşünmedim hiç. Şimdi de söylemek istemiyorum. Ama inan ki kimden olduğundan
emin değilim. Bu konuyu yarın konuşsak olmaz mı? Şimdi sırası değil.
Erkek kafasından hesap
yapmaya girişmişti. Kendince bir eşik belirlemeye çalışmakta, “Acaba kaç
aylık?” diye düşünmekteydi, “Yedi ya da sekiz aylıksa benden olabilir.” O
sırada Kevser giyinmiş, aynanın
karşısında başörtüsünü bağlamaktaydı. Soran bakışlarla kendisine bakan erkeğin
aynadaki görüntüsüne bir öpücük gönderdi ve “Seni seviyorum aşkım. Bu kadar
düşünme, Dert edecek bir şey yok” dedi. Sonra döndü ve onun dudaklarına küçücük
bir buse kondurup hızla kapıya yöneldi.
Tam kapıdan çıkmak
üzereyken, başını geri çevirdi. Merdivenin başında çırılçıplak duran erkeğe işveyle
gülümsedi. Buluşma saatini kesinleştirmek, kapıdan yüz geri dönüp gitmek
istemiyordu. Arzu dolu, kısık bir sesle, “Yarın” dedi, “Yarın Cuma namazından
sonra…”
Cuma günü sabahı, daha
güneş yüzünü göstermeden, bahçedeki ağaçlara tünemiş kuşların şakıyan sesiyle
uyanan Kevser, yine uyanık düşlere dalmıştı. Bebeğini emzirirken, annesiyle
konuşurken, zihninin bir yanı hep düşlerindeydi. Hele yapayalnız kaldığında
buluşma anını, yatakta sessiz sedasız geçen sevişme anlarını düşledikçe
kendinden geçiveriyordu. O anlarda ne anneydi, ne eşti. Yalnızca arzuyla kendini
erkeğine sunan, erkeğinde yok olan, onu kendinde var eden, onu kendinde
kuşatan, eriten, çoğaltan bir dişiydi.
Sala okunurken,
düşlerinin etkisi altında, ansızın zihninde beliriveren “ahh o an ölsem gam
yemem” sözleriyle banyoya girdi. Yıkanıp tertemiz olmak, kendini her şeyiyle
erkeğine sunmak, her şeyiyle onun olmak istiyordu. Dudaklarında beliren ve
gamzelerini ortaya çıkarıveren bir tebessümle “Tıpkı eski günlerdeki gibi” diye
düşündü. Gözlerini yumdu. Başından aşağı akan suyun altında, daha imam hatipten
mezun olmadan başlayan kaçamak buluşmalarını, el ele tutuşmalarını, ilk
öpüşmelerini anımsadı. Ve kendini erkeğine teslim ediş anını… Erkeğin, davudi
sesiyle, onu ikna etmek için Kuran’dan ayetler aktarışını… Anımsadıkça bedenindeki
arzu ateşi alevlenmekte, kasıklarının derinlerinden doğan ıslaklık dışarıya
doğru sızmaktaydı.
Düşlerini aralayan,
gerçekliğe dönmesini sağlayıveren bedenindeki belirtileri, banyodan çıkıp,
yatak odasındaki gardırobun aynası karşında kurulanırken fark etti. Beyaza
çalan kumral teninde belirgin morluklar vardı. Kalçalarında, bacaklarında, sol
memesinde…
Memesindekini fazla dert
etmedi. “Bebek emerken olmuş” derim diye düşündü. Ama özellikle kalça ve
bacaklarındaki morlukları nasıl izah edecekti? Arzu düşlerini yeri çoktan kara
kara düşüncelere bırakmıştı. Eğer kocası görürse ne mazeretler, ne gerekçeler ileri
sürebileceğinin peşine düşmüştü. Düşündükçe bebeğini doğurduğu günden itibaren
kayınbabasının birer birer önüne serdiği varidatın zerresini bile yitirmek
istemediğini fark etti. İlk istemeye geldikleri gün, kendi kendine kaldığında,
arkadaşları arasında sözü geçtikçe alaya aldıkları Hörgüçlüzade soyadını bile
yitirmek düşüncesi zihnini kemirmekteydi.
Hörgüçlüzadelere gelin
olmak da onların gelini olarak kalabilmek de çok zordu. İstemeye istemeye
evlenmek zorunda kaldığı andan itibaren bunu kısa sürede anlamıştı Kevser. Ama
onun için birincisi çok kolay olmuştu. Hörgüçlüzade sülalesindeki soyadlarını
sürdürecek biricik erkek olan Keramettin Hörgüçlüzade’nin azıcık safça oğlu
Murat, yaşı kendinden oldukça küçük olan Kevser’i görüp de “İlle de Kevser
olacak! Ondan başka birini istemem Allah, istemem!” diye tutturunca yapacak
fazla bir şey kalmamıştı. Kevser’in inadını kırmak ve annesini bu evliliğe razı
etmek için araya konan, başta sitedeki bir bakan, iki üç milletvekili ve
aileleriyle daha başka hatırlı kişilerin sayesinde kız istemenin ardından apar
topar evlilik gerçekleşivermişti.
Kevser, göz açıp
kapayıncaya dek Hörgüçlüzadelerin gelini olup çıkıvermişti. Ancak gelin olarak
kalabilmek, Keramattin Hörgüçlüzade’nin kendi evlatlarından bile daha öne
geçip, onun el üstünde tuttuğu biricik gözdesine dönüşmesi için bebeğin
cinsiyeti belirleninceye dek beklemesi gerekmişti. Evliliğinin dördüncü ayında,
karnındaki bebeğin erkek olduğu tespit edilir edilmez, Kevser el üstünde
tutulan, Keramettin Hörgüçlüzade’nin eski ve yeni kurulan şirketlerinde hatırı sayılır
hisse sahibi olan birine dönüşüvermişti. Hele hele şimdi yedi aylık olan bebeği
sağ salim doğduğunda, artık o herkes için Kevser Hörgüçlüzade oluvermişti.
Mutluydu. Olup bitenleri, kayınbabasının oğlu Murat’a bile göstermediği ilgi ve
alakayı, kendisi için yaptıklarını düşündükçe içi içine sığmıyordu. Çocukluk
yıllarından itibaren babasız büyümenin de etkisiyle kayınbabası rol modeli olup
çıkıvermişti. Onu dikkatle izliyor, her geçen gün onun gibi hesapçı, çıkarcı,
sözünü ne getirip ne götüreceğini düşünerek söyleyen, kimin karşısında ne
zaman, niçin yerlere kadar eğileceğini, kimin karşısında dikleneceğini bilen
birine dönüşüyordu. Ne var ki bunların hiçbiri bedenindeki biriken, her geçen
gün artan açlığı gidermeye yetmiyordu. Hele evlenmeden önceki deli dolu,
delişmen bir genç kız olarak, tesettürlü kıyafetinin altında kıvranan, yeni deneyimlere
açık bedeniyle sevgilisinin kollarına koştuğu, yasak buluşmalarda yaşadığı
sevişmeleri anımsadıkça, açlığı daha da depreşmekteydi.
Kevser banyoya girmeden
önce özenle seçtiği iç çamaşırlarını ve kıyafetlerini giyinirken, bedenindeki
morlukları ve yitirmekten korktuklarını düşünmekten hareketleri yavaşlamıştı.
Heyecanını yitirmiş, zihnini ve bedenini etkisi altına alan arzu yerini, kaygı
ve endişeye bırakmıştı. Kocasına fark ettirmeden bu işten nasıl
sıyrılabileceğini düşünmekte, zihninden “İnşallah, geç gelir. İşi uzar da
gelinceye dek morluklardan bir belirti kalmaz.” sözleri geçmekteydi.
Kevser zihnindeki
çelişkili düşünceler ve ağır aksak adımlarla bahçe kapısından dışarı çıktığında,
Cuma namazına gidenler çoktan dönmüş, sitenin sokak aralarından el ayak
çekilmişti. Dün koşar adım, nefes nefese geçtiği mesafe, şimdi Kevser’e aşılmaz
gelmekteydi. Sanki adımları ileri değil, geri geri gitmekte, her adım atışında
bacaklarının gücü, dermanı kesilmekteydi. Kafasının içinde bir ses çığlık çığlığa
“Gitme! Gitme! Geri dön! Geri dön! Her şeyi mahvetme!” diyerek yankılanıp
durmaktaydı.
Cuma namazından dönmüş
olan erkeğin aralık bıraktığı kapıyı iteleyip içeri girdi Kevser. Girer girmez
de yarı çıplak halde merdiven basamaklarında oturmuş bekleyen erkeği gördü. Buruk
bir tebessümle “Selamünaleyküm” dedi, “Çok bekletmedim ya…”
Kevser’i görür görmez,
sevinçle gözleri parlayan erkek hızla yerinden doğruldu. “Aleykümselam Gülpembem… Aleykümselam” diye
karşılık verdi. Onu kollarının arasına alıp sıkıca sardı. Dudaklarını Kevser’in
soğuk ve isteksiz dudaklarına yaklaştırırken, “Gelmeyeceksin diye çok korktum
Gülpembem” dedi, “Çok korktum”.
Dakikalar geçtikçe
Kevser’in dudaklarının ve bedeninin soğukluğu erkeğin dokunuşlarına yenik
düştü. Erkeğin elleri, parmakları, dudakları, başlangıçta isteksiz ve soğuk bir
biçimde kendini sunan Kevser’in her yerindeydi. Dokunuşlar artıkça Kevser’in
derinliklerinde küllenmeye yüz tutmuş arzu ateşi yeniden harlayıp alev alev
yükselerek her şeyi silip süpürmeye başladı. Artık yalnız ikisi vardı.
Her şeyin bir sonu vardı.
Sevişmelerin de… Arzuların, arzuyla tutkulu kavuşmaların, kendinden geçerek
yaşanan esrik birleşmelerin… Ve gerçeklik galebe çalardı. Çaldı da… Yavaş yavaş
hayatlarının gerçekliğine döndüler. Bireysel gerçeklikler ve onun bilgisi arzı
endam eylemeye başladığında, hakikat nerede başlar yanılsama nerede biter kim
bilebilirdi ki… Hangi söz hakikatti hangi söz yanılsama… İnanmaktan başka ne
gelirdi elden…
Bedenleri soğurken
konuşmaya girişen Kevser’di. Çıplak bedeniyle yatakta bağdaş kurup oturdu. Uzun
saçları boynunun her iki yanından memelerinin üzerine sarkmaktaydı. Erkeğin bir
şey sormasına fırsat vermeden, gözlerini onun gözlerine dikerek, dünkü gibi
fısıldamadan tane tane “Bebeğin babası, sen değilsin” dedi, “Eşim. Dün gece
iyice düşündüm. Hesapladım. Bebek şu anda altı aylık sayılır, hatta altı ay
olmasına iki üç gün var.”
Erkek duyduğu sözlerle,
ne denli belli etmemeye çalışsa da rahatlamıştı. Sol dirseğinin üzerinde
doğrulup, sağ eliyle hafifçe Kevser’in memesini avuçlarken, “Allah analı babalı
büyütsün!” dedi, “Hiç kimseyi ne anasız, ne babasız bıraksın!”
Ardı sıra bakışlarını
arzuyla Kevser’in üzerinde gezdirirken, ilk kez fark etmiş ve şaşırmışçasına,
bacaklarının iç kısmında görünen morlukları işaret ederek, “Bunlar da ne
Gülpembem” diye sordu, “Nasıl oldu
bunlar? Yoksa dünden mi?”
Özenle alınmış incecik
kaşları burnunun üstünde birleşircesine erkeğe sert bir bakış fırlatan Kevser,
seri bir hareketle kalçalarının üzerinde dönerek yataktan indi. Doğruca
kıyafetlerine yöneldi. Erkeğin “Ne oldu? Gidiyor musun yoksa?” sorusuna
aldırmadı. Aceleyle giyinirken yalnızca başını sallamakla yetindi. Kararını
vermişti. Yarın yoktu. Sonrası bilinmezdi. Ama yine de bir açıklama yapma
gereği hissetti. “Bebek rahatsız. Yarın gelemem.” dedi soğuk bir edayla, “Beni
bekleme. Uygun olduğumda seni ararım. Allah’a emanet ol!”
Arkasına bakmadan sokağa
çıktı. Tam zamanında ayrılmıştı. Erkeğin evinden beş on adım bile uzaklaşmadan
telefonu çalmaya başladı. Arayan eşiydi. Yarın akşamüzeri döneceğini, isterse
Kevser’i ve bebeği siteden alabileceğini bildiriyordu. “Lüzumu yok!” diye
karşılık verdi Kevser, “Onca yoldan geliyorsun. Sen yorulma. Biz şehre ineriz
oradan alırsın! Adliye Sarayı’nın önünden… Telefonlaşırız canım!”
Gün ışıyıp sabah oluncaya dek gözüne uyku
girmemişti Kevser’in. Durumu nasıl izah edeceğine dair olasılıklar arasında
gidip gelmişti. Akıl ve mantık sınırlarını zorlayan açıklamalardan bile medet
ummuş, uykusunda cinlerin musallat olduğunu, morlukların onlarla boğuşurken
meydana geldiğini söylemeyi düşünmüştü. Ne var ki kendi zihninden geçenler
kendisine bile ikna edici gelmemişti. Günün er bir vaktinde, uykusuz ve yorgun
bedeniyle yataktan kalkmıştı. Cıvıl cıvıl ötüşen kuş seslerini bile
işitmiyordu. Çaresizlik içinde bakışları donuklaşmış, yüzü düşmüş, karardıkça
kararmıştı. Saatler hızla yola çıkma vaktine doğru ilerlerlerken, sanki zihni
durmuş hiçbir şey düşünemez olmuştu. Umarsızca, “Allahım, ne olur sen bana yardım
et!” diyerek yalvarmaya girişmişti, “Ne olursa senden olur. Bana bir yol, bir
çare göster Allahım! Kaderimde ne yazılıysa yaşadığım, yaşayacağım odur.
Allahım sen gönüllerimizi dilediğine çevirensin. Dilediğini yaşatan! Ne olur
bana bir çıkış yolu göster Allahım! Tek umudum, tek çarem sensin Allahım! Ne
olur işit beni!”
İkindi namazının
sonrasında, Kevser ve bebeği, şehre inen komşularının otomobiliyle yola
çıkarken, Keramattin Hörgüçlüzade de akşam yemeğine dek kestirmek üzere
yatağına uzanmıştı. Yastığa başını koyar koymaz da uykuya dalmıştı.
Güneş hala Ankara’nın
üstünde ışıldamakta, yerini akşamın alacakaranlığına bırakmamakta
direnmekteydi. Çığlık çığlığa canhıraş bir ses “Keramettinnn… Keramettinnn…
Keramettin, bana yardım et! Ne olursa senden olur Keramettin! Bir çare bul!
Kurtar beni Keramettin!” diye yankılanmaktaydı. Keramettin Hörgüçlüzade,
gözlerine gelen güneş ışığına, elleriyle gerelti yaparak, sesin sahibini
görmeyi denedi. Ses yardım çığlıklarını yineleyerek yaklaşmakta, yaklaştıkça zifiri
bir karanlık adım adım etrafı kuşatmaktaydı. Hörgüçlüzade, daha bir dikkatle
baktı. Kendi bulunduğu yer aydınlık olsa da ses sanki adım adım yürüyen
karanlığın içindeydi. Önce hafif bir beyazlık göründü gözüne. Sonra onun
bembeyaz yatak kıyafetlerinin benzerini giymiş, entarisinin etekleri pislik
içinde bir erkek. Karanlığın içinde bitkin ve mecalsiz bir halde karşısında
durdu. Durmaktan çok bir öne bir arkaya, bir sağa bir sola sallanmakta, bir
türlü iki ayağı üzerinde dengesini sağlayamamaktaydı. Uzun süredir yürümekten
omuzları düşmüş, yüzünün rengi solmuş, gözleri çukurlarına çökmüş, çığlıklar
atmaktan sesi kısılmıştı. Hörgüçlüzade, daha ağzını açmadan zar zor duyulan bir
sesle, “Keramettin… Keramettin” dedi, konuştukça dağılan cümleler ve kelimelerle,
“Beni… beni… tanımadın mı yoksa? Ben baş.. baş… baş… ba… baş… ba… baş…”
Sözlerini tamamlayamadan yüzükoyun
karanlığın içine kapaklandı. O anda eli ayağı tutuluveren Hörgüçlüzade’nin,
birbiri ardına “Efendimmmmmmmm… Efendiimmmmmm…” diyen çığlığı yatak odasını
aşıp evin içinde yankılanarak mutfakta akşam yemeğini hazırlayan eşine
ulaştığında saat akşamın altısına yaklaşmaktaydı. Her işte bir hayır her
olayda, her rüyada bir keramet araması ve bulmasıyla ünlü olan, son sekiz
yıldır aldığı yüklü ihalelerle yakın dostlarının bile içten içe hasetle baktığı
Keramettin Hörgüçlüzade yatağında doğuruldu. Onun sesini işitir işitmez
elindeki işi bırakıp odaya koşturan ve kapıda beliren eşine, “Merak edecek bir
şey yok hatun” dedi, “Rüya gördüm. Hayır mıydı şer miydi bilemedim. Ama
Beyefendi, sanki bembeyaz kefene bürünmüş benden yardım istiyordu. Malum
yaklaşık on gündür herkes ama herkes üzerine gidiyor muhterem velinimetimiz
Beyefendi’nin. İstanbul’u Ankara’sı, nerdeyse Türkiye’nin dört bir yanı
nümayiş. Ayaktakımı hep bir olmuş ağzına geleni sayıp döküyor. Hangi can
dayanır buna. İyi de benim elimden ne gelir ki…”
“Üzülme Keramettin bey!
Vardır bir hayır, bir keramet elbette!” diyen karısına, “Elbette bir keramet
vardır. Allahım boşuna göstermedi ya bu rüyayı bana! Hadi sen git! Ben biraz
düşüneyim, istişare edeyim Rabbimin gösterdiklerini” karşılığını veren
Hörgüçlüzade, başını yastığa koyup, gözlerini tavana dikerek, uzandığı yatakta derin
düşüncelere daldı.
Onun rüyasındaki kerameti
bulmaya çalıştığı sırada, gözleri açıla kapana yaptığı yolculuğun sonunda
Sıhhiye köprüsünün üzerinde otomobilden inen Kevser, kucağında bebeği, önünde
bebeğin arabasıyla merdiven başında belirmişti. Merdivenlerden inerek, Adliye
Sarayı önüne geçecekti. Köprünün üstü de altı da insan kaynıyordu. Kimisi
otobüsten iniyor, kimisi otobüs bekliyor, nereden geldikleri, ne istedikleri
belirsiz kimileri gruplar halinde sloganlar atarak akın akın Kızılay’a doğru
yürüyordu. Grupların içinde her renkten her görüşten insan vardı. Kimi zafer
işareti yapıyor, kimi bozkurt selamı veriyor, kimisi plastik bir sopaya
geçirdikleri, üzerinde “Mülk Allahındır” yazılı siyah flama taşıyor, kimisi
“Türkiye laiktir laik kalacak!” diye bağırıyor, ama hepsi de sanki önemli bir
randevuya yetişmek istercesine hızlı adımlarla aynı yöne, Kızılay meydanına
gidiyordu.
Merdiven basamaklarında
duraklayan Kevser, bağıra çağıra geçip giden, ardı arkası kesilmeyen kalabalığa
öfke ve endişeyle baktı. Sanki birileri kapıp kaçıverecekmişçesine, bebeğine
sımsıkı sarıldı. İçinden, “Allahım ne olur beni fark etmesinler! Yardım et
Allahım! Ne olur bebeğime bir şey yapmasınlar. Sen bizi koru Allahım” diye
yalvarmaya girişti. Kimsenin dönüp baktığı yoktu. Yavaş yavaş basamakları
inerken aynı sözleri yineleyip durmaktaydı. Merdivenin son basamağındaydı.
Kaldırıma adımını atarken kafasında beliren düşünceyle yüzü aydınlanıverdi.
Gözleri ışıldadı. Bebeğini arabasına yerleştirip eşiyle buluşma yerine doğru
giderken, bir yandan gülümsüyor, bir yandan da “Allahım, şükürler olsun sana!”
diyordu, “Şükürler olsun ki bana çıkış yolunu gösterdin. En çaresiz anımda bana
çare oldun Allahım. Sen her şeye kadirsin Allahım!”
Eşinin arabasına biner
binmez sinirli öfkeli bir yüz ifadesiyle koltuğa oturan, kesik kesik hıçkıran
eşinin sorularına karşılık vermeyen Kevser eve varıncaya dek tek bir söz bile
etmemişti. Evin kapısından girer girmez, bebeği yatağına bıraktıktan sonra
kocasının boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Kocasının uzun
süren sakinleştirme ve ne olup bittiğini anlama çabalarının sonunda, bir türlü
dinmek bilmeyen gözlerinden akan yaşlar ve lanet okuyan öfkeli sözlerle her
şeyi anlatmış ve ardı sıra “Ne olur bunu kimseler duymasın! Aramızda kalsın!”
demişti.
Ama Murat hemen telefona
sarılmış Kevser’in anlattıklarını hızla babası Keramettin Hörgüçlüzade’ye yetiştirmişti.
Oğlu telefonda karısının, biricik gelininin saldırıya uğradığını, kendini
bilmez kalabalık bir çapulcu güruh tarafından güpegündüz taciz edildiğini aktarmıştı.
Sözle hakaret etmekle kalmamışlar, üstüne üstlük elleriyle, kolunu,
bacaklarını, hatta memelerini morartırcasına onu kirletmişlerdi. Murat, kendini
kontrol etmekte zorlanan, öfkeden titreyen sesiyle, “Çok sinirliyim baba, çok”
demişti, “Benim karıma, senin biricik gelinine bunu nasıl yapar, bu dinsiz,
Allahsız aşağılıklar? Şimdi ne yapacağız? Söyle polise gidip şikâyetçi mi
olalım? Yoksa arabaya binip Kızılay meydanında hepsini ezip geçeyim mi? Söyle
baba!”
Keramettin Hörgüçlüzade,
oğlunu dinlerken bir yandan da düşünmekteydi. Gördüğü rüyayı unutmamıştı. Hâlâ
onun etkisi altındaydı. Dudaklarından belli belirsiz bir biçimde “Demek buna
delaletmiş!” sözleri döküldü. Babasından bir karşılık bekleyen Murat, onun ne
dediğini anlayamamıştı. “Ne yapmamı söyledin baba?” diye sordu.
Rüyasıyla Kevser’in
anlattıkları arasındaki bağı kurmuş, kerameti kavramış olan Keramettin
Hörgüçlüzade, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sakin bir sesle “Hiç!” dedi,
“Hiçbir şey demedim oğlum! Ama şimdi söylüyorum. Aslan gelinimi de al hemen
gel! Anlayana bilene, her şerde bir hayır, bir keramet vardır oğlum. Allahın
işine karışılmaz. Hikmetinden sual olunmaz. Bakalım zaman ne gösterecek? Sen
dediğimi yap!”
Murat babasının ne demek
istediğini anlamamıştı. Ancak Keramettin Hörgüçlüzade, telefonu kapatırken,
ellerini ensesinde birleştirmiş, bacak bacak üstüne atmış, dudaklarındaki
tebessümle, sırtını huzurla koltuğa yaslamıştı. Gözlerini yumdu. Allahın
gösterdiği yolda kerametin peşi sıra yürüyecekti. Allah herkese yürü ya kulum
demezdi. Herkese işaret göndermezdi. Kerametin hakkını vermek keramet sahibine
ve onu bilene düşerdi. Ona da boşuna Keramettin dememişlerdi zaten…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder