Sayfalar

19 Kasım 2014

İŞİD Neyin İşareti?

İŞİD Neyin İşareti?
(Fikret Başkaya ile söyleşi...)

Kerem Uslu


Kerem Uslu: Ortadoğu denilen bölgede neden savaşlar, çatışmalar, kargaşa ve kaos bir türlü eksik olmuyor? Size göre ABD ve müttefikleri neden hep gözlerini oraya dikiyor?

Fikret Başkaya: Ortadoğu denilen bölge, başta ABD olmak üzere, NATO’cu cephe için iki bakımdan son derecede önemli: Birincisi, bu bölge siyasi coğrafyası, jeopolitik konumu itibariyle vazgeçilmez; ikincisi de enerji ve maden deposu olarak  hayatî öneme sahip. Bölgede yangının sürekliliği, doğrudan emperyalist çıkarlarla ilgili. Zira enerji (petrol, doğa gaz) kapitalizmin damarlarında dolaşan kan gibi bir şey. Dolayısıyla, kapitalizm için, emperyalizm için vazgeçilmez. Lâkin bu kaynaklar sınırsız değil ve ona sahip olmak isteyen başkaları da var. Mesela Çin... Çin dünya nüfusunun %20’si kadar ama dünyadaki enerjinin sadece %2’sine sahip... Tabii bölgedeki savaşların bir nedeni daha var: Çin ve diğerlerinin sofraya dahil olmasını engellemek. Çin başta olmak üzere, “yükselen ülkeler” de denilen yeni yetme kapitalist güçleri Ortadoğu ve Afrika’ya sokmamak, mümkünse oradan kovmak... Mesela Çin’in Nijerya’da önemli yatırımları var ve bu durum başta ABD olmak üzere, kollektif emperyalizmin diğer bileşenlerini rahatsız ediyor...

ABD ve müttefikleri Nijerya’da da mı savaş çıkaracak demek istiyorsunuz?

Zaten çıkarmış sayılırlar. Boko Haram denilen El- Kaide türevi fanatik dinci örgüt orada neden ve kimler tarafından devreye sokuldu? Taliban Afganistan’da, El-Nusra Suriye’de, İŞİD Irakta ve Suriye’de ne ise, Boko Haram da Nijerya’da aynı şey. Nijerya büyük ekonomik potansiyele sahip bir ülke. Günde 2,5 milyon varil petrol üretiliyor. Çin’in orada daha şimdiden petrol dahil bir çok sektörde önemli yatırımları var. Boko Haram ülkeyi istikrarsızlaştırmak ve Çin’in oradaki büyüyen etkisi kırmak için sahaya sürüldü. Bu dinci fanatik örgütler, Emperyalizm tarafından reel ve potansiyel rakipleri etkisizleştirmek için, rejim değişikliği amacıyla kullanılıyorlar... Bu bakımdan bu savaşlar bildik savaşlardan epey farklı... Dolayısıyla Ortadoğu’da olup-bitenler sadece o bölgeyle ilgili değil.  

Siz yazılarınızda ve konuşmalarınızda sürekli olarak nedensellik hiyerarşisinin önemine vurgu yapıyorsunuz, ve bütün nedenler için asıl nedeni ortaya çıkarmak gerektiğini söylüyorsunuz. Ortadoğu’da olup bitenlerin asıl nedeni ne o halde?

Ortadoğu’nun emperyalist Batı’nın egemenlik alanı olarak kalması ve başka bölgelere de bir atlama tahtası işlevi görebilmesi için, oradaki halkların, ulusların kendi ayakları üstünde durmalarını engellemeleri gerekiyor. Eğer oradaki halklar uluslar, devletler kendi ayakları üzerinde durmayı başarırlarsa, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanırlarsa, bu, kapitalist/emperyalist sömürünün sonu demeye gelir. Oysa biliyorsunuz, emperyalist/kolonyalist/ kapitalist Batı’nın 500 yıllık saltanatı, dünyanın geri kalanının kaynaklarının küstahça sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Mesela İkinci emperyalistler arası savaş (1939-1945) sonrasında Avrupa’nın “şanlı otuz yılından”, işte Alman ve Japon “mucizelerinden” söz ediliyordu... Siz hiç o “şanlı otuz yılın” o “mucizelerin” ne pahasına gerçekleştiğini sorun edene rastladınız mı? “Mucizeler” o yıllarda “Üçüncü Dünya” denilen dünyanın geri kalanının, enerji kaynakları başta olmak üzere, doğal ve beşeri kaynaklarının aşırı sömürüsü sayesinde mümkün oldu. Mesela petrolü sudan ucuz kullanıyorlardı. Stratejik önemi olan diğer madenleri de... Elbet bir gün tarih, yeryüzünün lânetlileri tarafından yeniden yazılacak...


ABD’nin önünü çektiği emperyalist koalisyon - ki, onlara “uygar dünya” veya şimdilerde “uluslararası toplum” da diyorlar- Müslüman Arap toplumların kendi ayakları üstünde durma yeteneklerini yok etmek, bu amaçla da din, mezhep, etnik temelde devletleri, ulusları parçalanmak istiyor... Mesela Jimmy Carter’in başkanlığı döneminde (1977-1981) ABD Ulusal Güvenlik danışmanı olan Zbigniew Brezinski  tarafından Ortadoğu’da 30 yeni devlet kurulması ve o zaman 56 kadar olan devlet sayısını 86’ya çıkarma teklifi yapılmış ve bu teklif 1983 yılında Senato tarafından kabul edilmişti... Şimdilerde o plan dahilinde hareket ediyorlar. Amaç devletleri ve toplumları olabildiğince küçük parçalara bölmek... Din, mezhep ve etnik temelli boğazlaşmaları sıradan bir pratik haline getirmek. Eski dönemin mezhep savaşlarını hortlatmak... Velhasıl, niyet başka, söylenen şey başka. Bütün bu savaşları, kitle katliamlarını, vahşetleri, demokrasi, özgürlük, insan hakları, kalkınma, kadınların durumunu iyileştirmek, “barışı tesis  etmek”, “küresel İslami terörle mücadele” adına yaptıklarını söylüyorlar... Oysa, her söz her ağıza yakışmaz denmiştir...

Aslında Siyonist İsrail’in varlığı da bölgede istikrarsızlık yaratan, dolayısıyla bölge halklarının ve devletlerinin kendi ayakları üstünde durmasını zorlaştıran bir unsur değil mi?

Siyonist rejimin bir işlevi de sizin söylediğiniz gibi, bölgeyi istikrarsızlaştırmak. Bu amaçla sürekli saldırıyor, kolonyalist, ırkçı, yayılmacı bir siyaset izliyor. Zaten İsrail bir bölge devleti de sayılmaz, bölgenin göbeğine yerleştirilmiş yapay bir oluşum. Bir tür “hücre transplantasyonu” sanki ve doku uyuşmazlığı var. Bir bakıma bölgeye taşmış emperyalizm de denebilir. Bu niteliğinden ötürü de tam bir istikrarsızlık unsuru...

Söylemle gerçek, söylenenle yapılan arasında büyük bir uyumsuzluk devam edip gidiyor. Her şey sanki yalan üzerine bina ediliyor... İyi de yalan neden bir türlü teşhir edilemiyor? Bu kadar rahat davranabilmelerinin sebebi ne o halde?

Bunu zihin dünyasını sömürgeleştirmiş olmalarıyla açıklayabiliriz. Medya ellerinde. Gazeteler, dergiler, televizyonlar, büyük haber ajansları ellerinde. Akademi ellerinde. Mantar gibi “düşünce kuruluşu” türetiyorlar... Bu “düşünce kuruluşu” denilenler kimin için düşünüyor?.. Yaptıkları ne demeye geliyor? Medya alanındaki tekel, onlara insanların bilincini istedikleri gibi biçimlendirme imkânı veriyor. Uygarlığın başından beri yalanın saltanatı hiç bu kadar büyük olmamıştı... Medya tam bir yalan makinası işlevi görüyor. Mesela ortalama bir Amerikalı veya Avrupalı, bu saldırı savaşlarının, yıkımların ve katliamların gerçek nedeninden habersiz... Oysa, bütün bu savaşlar yalan üzerine inşa ediliyor. Sadece şimdikiler de değil, mesela Birinci Dünya Savaşının, Avusturya Arşidük’ü François-Ferdinand’ın Bosna’da bir suikast sonucu öldürülmesinden çıktığına inanılır... Oysa, savaşın gerçek nedeni doğrudan kolonyalist/emperyalist çıkarlarla ilgiliydi.  Tabii bir de ve onunla bağlantılı olarak, yükselen sol muhalefeti etkisizleştirmek, devrimleri engellemek amacıyla peydahlanmıştı...

Türkiye’de özellikle de hükümet yanlısı medya ve televizyonların “kadrolu” yazar ve yorumcuları, İŞİD’in Irak’da  Maliki rejiminin Sünni Müslümanlara yönelik ayrımcı ve baskıcı politikasının sonucu ortaya çıktığını söylüyorlar... Gerçekten öyle mi?

Elbette Maliki rejiminin düzgün bir siyaset izlemediği doğru ama Maliki’yi oraya kim neden ve nasıl getirdi? Irak Anayasası neden demokratik bir anlayış yerine din, mezhep ve etnik farklılık üzerine inşa edildi? ABD neden Irak’ı en azından üçe bölmek (Şii Irak, Sunni Irak ve Kürt Irak) için öyle  bir anayasa dayattı ve Maliki’yi iktidara taşıdı. Bütün bunlar planlanmıştı, öngörülmüştü... Durumun yeteri kadar olgunlaştığını düşündüklerinde de İŞİD devreye sokuldu. Ve amaç büyük ölçüde hasıl olmuş sayılır... Irak, peş peşe iki emperyalist saldırıya maruz kalmasaydı, Devlet çökertilmese,  toplum parçalanmasaydı, İŞİD türü örgütler belki yine var olabilirdi ama asla bu ölçüde varlık gösteremezler, etkili olamazlardı. Dolayısıyla orada olup-bitenleri  anlamak için tartışmayı İŞİD’le başlatmak doğru değil...

İŞİD 2006’da El-Kaide’nin desteğiyle Irak’ta “Irak İslam Devleti” adıyla kuruldu. Başlangıçtaki amaç, savaş sonrası dönemde Sünnilerin maruz kaldıkları baskı ve ayrımcılığa ve haksız uygulamalara karşı mücadele etmekti. Zira, yeni durumda Şiiler avantajlı duruma gelmişlerdi. Fakat bu terörist örgüt kitle nezdinde yeterli kabul görmedi. Ve militanları 2013 yılında Suriye’ye geçti.  El Nusra, “Irak İslam Devleti” örgütünün hegemonyasını reddedince de aralarında çatışma çıktı ve iki taraftan 6000 kadar militan öldü... Hareketin lideri Ebu Bekir el Bağdadi, Irak ve Suriye’ de “İslam Halifeliğinin” kurulduğunu ilan etti. Böyle bir hamleyle krizi aşmayı amaçlamıştı. İŞİD iki ülkede yaptığı saldırılar sonucunda önemli bir silah stokuna el koydu ve askeri planda da güçlendi. Bu yüzden İŞİD bilinen anlamda “terör örgütü” denilenlerden farklı duruma geldi. Vahşi eylemlerle bölgeyi tam bir terör iklimine soktu. Eğer, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyalist ülkelerin ve Suudilerin, Katar’ın, Türkiye’nin desteği olmasaydı, bu örgütlerin bu ölçüde etkinlik sağlamaları mümkün olmazdı? Etkisi sınırlı, marjinal örgütler olarak kalırlardı.

Kafa karıştıran bir sorun var o halde. Bir taraftan İŞİD dahil bu örgütler emperyalizm tarafından eğitiliyor, istihbarat desteği sağlanıyor, yönlendiriliyor, bölgedeki gerici monarşiler tarafından finansal ve teçhizat desteğiyle beslenip-büyütülüyor, öte yandan da bunlarla mücadele etmek üzere, işte bilmem ne kadar ülke BM şemsiyesi altında bir koalisyon oluşturuyor? Bu işte bir tuhaflık yok mu?

Bu işte sadece tuhaflık yok, saçmalık da var. Ancak ahmaklar ABD ve peşinden sürüklediği, “uluslararası koalisyon” denilenin gerçekten terörle mücadele diye bir derdi olduğuna inanabilir. Ortada asla terörle mücadele diye bir şey söz konusu değil. Amaç insanları aldatmak, oyalamak, enayi yerine koymak. Eğer gerçekten terörle mücadele yapılmak isteniyorsa, bu “eğit-donat” saçmalığı da ne oluyor denmesi gerekmez miydi? Velhasıl şeyleri adıyla çağırmak gerekiyor. ABD ve bir bütün olarak NATO’cu taife, Irak’ı parçalamak ve Suriye’deki rejimi çökertmek ve parçalamak istiyorsa, ki istiyor, o zaman “İŞİD’le mücadele ediyoruz” demenin bir karşılığı olmaz. ABD istemeseydi İŞİD Musul’u işgal edebilir miydi? Önce işgali özendiriyorlar sonra da “sen ne yaptın” diyorlar. Aslında İŞİD, ABD’nin bölgeye geri dönüşünü sağladı. Ve bu beklenmedik bir şey değildi... Onca silah üretiliyor. Savaş olmadan o üretimi sürdürmek zorlaşırdı. O halde sürekli bir “çatışma ve savaş iklimi” oluşturmak lâzım. Bu savaşların bir nedeni de o...

Söylediklerinizden İŞİD ve benzerlerinin tamamiyle ABD, müttefikleri ve Suudiler tarafından peydahlanılıp-kullanıldığı sonucunu mu çıkarmak gerekiyor? Mesela İŞİD Vahabi Suudi rejimi için de bir risk oluşturmuyor mu?

Söylemek istediğim o değil. Zira, güdümlü hareketler daima güdümlü olmaktan çıkma potansiyaline sahiptirler. Bu, toplumsal harekete içkin (mündemiç) bir şeydir. Zira orada insan iradesi var. Ruhları çağıranın onu geri gönderememe riski de her zaman mevcuttur. Yangını çıkarırsınız ve kendi çıkardığınız yangını söndürmek mümkün olmayabilir. İŞİD’in Suudi rejimi için potansiyel bir risk oluşturduğu doğru ama orta ve uzun vadede ABD’nin Suudileri hizaya getirmek gibi bir amacı olduğu da bir vakıa... Biraz önce söylediğim, bölgede 30 kadar “yeni devlet’ yaratma projesinin bir gereği olarak... Bu da topun ağzında Suudiler de var demektir...

Söylediklerinizden ABD’nin ve peşinden sürüklediği ‘koalisyonun’ İŞİD’le mücadelesinin taktik amaçlı olduğu sonucunu mu çıkarmak gerekir?

ABD, İŞİD gibi bir araçtan neden vazgeçsin. Avcı av köpeğini neden öldürsün? Eğer İŞİD ve benzerleri rejimleri değiştirmenin, devletleri çökertmenin, toplumları istikrarsızlaştırmanın, parçalamanın ve her istendiğinde emperyalist müdahale için “gerekçe” oluşturmanın, savaş çıkartmanın etkin bir aracıysa, ondan neden vazgeçsin? ABD, İŞİD’ e dokunuyor zira onun “sınırı geçtiğini” düşünüyor ve terbiye amaçlı bir müdahale yapıyor.

O zaman İŞİD, ABD’nin bir Truva atıdır mı demek lâzım?

Evet, öyle denebilir. ABD’nin Irak ve Suriye’deki Truva atı... Zira, ABD’nin İŞİD’le mücadelesi taktik amaçlı. Stratejik amaç söz konusu değil. Eğer gerçekten stratejik amaç olsaydı, o zaman “eğit-donat” saçmalığı söz konusu olmaz, doğrudan Suriye ve İran’la ortak mücadele yoluna gidilirdi... Zira İŞİD’le asıl mücadele edenler Suriye, İran ve Lübnan Hizbullah’ı... Oysa, bırakın onlarla işbirliğini, ABD’nin ve koalisyonun asıl hedefinde bu üçü var... İyi de bu bariz çelişki neden sorun edilmiyor? Bu ne perhiz, ne lâhana turşusu demek gerekmiyor mu?

Söylediğiniz mantıklı, zira İŞİD Musul’u ele geçirdiğinde  ABD’den bir tepki gelmedi ama Kuzey’e, Kürtlere yönelince hemen bombardıman başlattılar?

İŞİD’in Kürtlere yönelmesi, ABD’nin projesini zora sokuyordu ve onu durdurmaları gerekiyordu. Bu, ABD’nin çizdiği sınırı aşmak demekti. Başta türlü söylersek, de facto Kürt devletinin varlığına bir tehditti. Bir de orası ABD’nin bir “üssü” konumunda. Acil ve etkili müdahalenin bir nedeni de o...

İŞİD, Suriye’de de Kobane’ye saldırdı ve iki aydır şiddetli bir ölüm-kalım savaşı devam ediyor. ABD’nin Kobane’ye verdiği destek bazı sol çevrelerde rahatsızlık yaratmış gibi görünüyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

Zorunluluk varsa, bu seçenek yokluğu demeye gelir. Tam bir ölüm-kalım hâli söz konusuyken, Kobane halkının elbette ABD desteğini sevinçle karşılaması doğal. Yardım edenle yardım edilenin çıkarlarının ve beklentilerinin çakışması diye bir kural ve kesinlik yoktur. Denize düşen yılana zorunluluktan sarılır ama bu bir risk de içerir, zira yılan tarafından sokulma riski yüksektir. Sürecin seyrini değiştirecek başka bir dış destek mümkün olabilseydi, elbette başka bir tablo ortaya çıkardı. Önemli olan oradaki halkın bundan sonrasını nasıl dizayn edeceğidir... Ama şunu söyleyeyim: Kobene halkı kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi sürdürmeyi başarırsa, işte o zaman gerçek başarıdan söz edilebilir. Asıl savaş işte o zaman kazanılmış olur... Ve Kobane’nin gerçek başarısı, nihai kurtuluşu, bölgedeki anti- emperyalist, anti- kapitalist mücadelelerin ortaklaştığı durumda mümkün olabilir...

Son olarak: Bölgedeki savaşlar, yıkım, katliamlar, kaos ve boğazlaşmalar nasıl sonlanabilir?

Sürekli savaş ve çatışma halinden sürekli barış haline geçebilmenin zorunlu önkoşulu, bölgeden emperyalizmi ve kapitalizmi def etmektir. Tabii emperyalizmi hedef almak, aynı zamanda bölgedeki emperyalizm uşağı işbirlikçi-gerici- komprador iktidarları da hedef almak demektir... Başkaca bir yol yok. Kimse kendini aldatmasın. Hem emperyalizm orada at oynatmaya devam edecek ve hem de barıştan, demokrasiden, özgürlükten... söz edilecek! Bu mümkün değildir. Daha önce de defaaten söylediğim gibi, kapitalizm varsa emperyalizm de var, emperyalizm varsa savaşlar kaçınılmaz. Malûm, hegemonya da düşmansız yapamaz...  Aslında son dönemin savaşları dünya halklarına karşı yürütülen savaşlar. Küresel elitle, küresel oligarşilerle, bir bütün olarak dünya halklarını karşı karşıya getiren savaşlar. “Büyük insanlık” küresel bir saldırıyla karşı karşıya ve bu “yeryüzünün lanetlilerinin” topluca ayağa kalkmasını gerektiren bir durum... Saldırı ve savaş da sadece silahla yapılandan ibaret de değil. İnsan yaşamını, canlı yaşamı hedef alan kapsamlı bir saldırı söz konusu...

Sorularıma verdiğiniz bu cevaplar için teşekkür ediyorum.

Ben de size...






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder