Sayfalar

19 Haziran 2012

"İnsanlık Suçu" ve İlinek İnsan


“İnsanlık Suçu” ve İlinek İnsan

Atalay GİRGİN*

“İnsanlık suçu” kavramının, uluslararası sözleşmelerde ve hukuk metinlerinde yer alışının tarihi yakın zamanlara dayanır. Tıpkı soykırım kavramı gibi… Tıpkı pogrom kavramı gibi… İlk kez İngiltere’de ve 19. yüzyıl ortalarında “İnsanlığa karşı suçlar” kavramının kullanıldığı1 aktarılır. Ancak kavram, 2. Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) gündemine gelmiştir.

Hem “insanlığa karşı suçlar” hem de “insanlık suçu” kavramı yeni olsa da insanlığa karşı işlenen “insanlık suçları”nın tarihi, insanlık kadar eskidir. Çünkü “insanlık suçu”nun yegâne faili ve mağduru hem ahlaki hem de hukuki açıdan yalnızca insandır, insanlardır. İster tarihsel olsun isterse güncel, her daim belli bir zamanda ve mekânda var olan ve “şu” diye gösterilebilen insan ya da insanlar.

Bu kavramların genel kullanımını dikkate aldığımızda, üzerinde yaşadığımız geniş coğrafyada da uzak geçmişten günümüze dek, birçok farklı saikle, tarih boyunca defalarca “insanlık suçu” işlenmiştir. Örneğin; Sivas katliamından Maraş katliamına, Ermeni tehciri ve kırımından Osmanlı’nın Karaman Devleti halkına yaptıklarına, Trakya Olayları ve 6/7 Eylül Olaylarından Dersim’e, Kerbela’dan Abbasilerin Emevileri bir gecede katledişine,  vb. olaylara dek.  “İnsanlık suçu” kavramının yeni oluşu, tarihte gerçekleşmiş olan bu ve benzeri eylemlerin “insanlığa karşı suç” ya da “insanlık suçu” olarak nitelenmesinin ve değerlendirilmesinin önünde bir engel değildir.

Her “insanlık suçu”, soykırım ya da pogrom değildir. Ancak; “bir insan topluluğunu ulusal, dinsel”2, siyasal, ideolojik, kültürel, ekonomik, vb. nedenlerle yok etmenin ifadesi olan her soykırım, her pogrom; dahası, her türlü köleleştirme, her sürgün, her siyasi veya diğer nedenlerle kovuşturma vb. bir insanlık suçudur. Bu kaplam ve içlem ilişkisinde “insanlık suçu” kavramı diğerlerini de içermektedir.

Peki; yukarıdaki tanımlamaya rağmen, bunlar herkes için her yerde, her zaman ve her koşulda bir insanlık suçu mudur? Bir suç eylemine “insanlık suçu” vasfı kazandıran ya da o eylemin, “insanlık suçu” olarak sınıflandırılmasına, nitelenmesine neden olan temel nitelik ya da unsurlar nelerdir? Bir insanı ya da insan grubunu “insanlık suçu” işlemeye sevk eden nedir? Onu “insanlık suçu”nun aktif ya da pasif faili olmaya iten nedir? Sorun, ulusal ya da uluslararası boyutta salt hukuksal olarak değerlendirilip bir yana konulabilir mi?

İnsanlık Suçu Salt Hukuka İndirgenemez  

“İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar”, salt hukuka indirgenemez. Çünkü daha kavramsal tanımlama boyutunda sorun hukuki olanı aşmaktadır. Belki de şöyle söylemek gerek: Hukukun neliği ve gerçekliğini dikkate aldığımızda, kaçınılmaz olarak onu da içerecek tarzda aslına rücu eylemektedir. Çünkü neyin ve nelerin “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” sayılacağı, tek tek insanlar olarak yasa yapıcıların ya da kavramı tanımlayanların kabullerine göre değişmektedir. Bu da kavramı daha baştan eleştiriye, sorgulama ve tartışmaya açık kılmaktadır.

Bu noktada, birileri “Eğri oturup doğru konuşalım” dese de biz, doğru oturup doğru söyleyerek işe başlayalım: “İnsanlık” kavramı, tüm kavramlar gibi soyuttur. “İnsanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kavramı, genelliği ve soyutluğu temelinde bireysel ve grupsal düzeyde insanın, insanların, hangi saiklerle olursa olsun, maruz kaldığı her türden şiddeti, tecavüzü, yok etme eylemini, vb. kapsıyor gibi bir algı yaratsa da bu bir yanılsamadır. Yine bir soyutlama düzleminde, bir insan ya da insan grubunun varlığını ortadan kaldırmaya yönelik her türden saldırının tüm insanlığı kapsadığını, tüm insanlığa yöneldiğini sanmak da… Bu bir çelişki olarak algılansa ve değerlendirilse de gerçekliğe ve eylemi yapanların siyasi, ideolojik, felsefi, dini, etnik vb. kabullerine bakıldığında bir hakikattir. Bir başka deyişle, işimize gelse de gelmese de gerçekliğin ifadesi…

Her iki kavram da hukuk metinlerinden çıkıp yazınsal ve gündelik dile ne denli yerleşmiş ve kabul görmüş olursa olsun neliği ve gerçekliği temelinde kişiden kişiye, bir toplumsal, siyasal, dinsel grup ya da güç odağından diğerine değişmektedir. Hukukun biçimselliği ve genelliği bağlamında söylenen bir yana gerçeklik bir yanadır. Bundan dolayı bir kesime göre “insanlık suçu” ya da “insanlığa karşı suçlar” kapsamında sayılan bir eylem bir başka kesime göre hiç de bu niteliklere haiz değildir. Örneğin; Suriye’de olup bitenleri düşünelim: Bir yanda iktidarı yitirmek istemeyenlerin, diğer yanda da dış destekli silahlı muhalif grupların kendilerine karşıt olanlara karşı giriştiği, tüyler ürpertici eylemler vardır. Bölgeye ilişkin hesapları doğrultusunda Suriye’deki rejimi ve iktidarı değiştirmeyi hedefleyen ve isteklerini iktidardakilere kabul ettiremeyenler için hükümet güçlerinin eylemleri “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamındadır. Ama silahlı muhalif güçlerinki “insanlık suçu” değildir. Mevcut iktidar güçlerini destekleyenlere göre de tersi geçerlidir.

Bir başka açıdan da, genelde yaşanan ve yaşanmış olan gerçeklik ne olursa olsun ve ona ilişkin farklı gruplar ne söylerse söylesin, eğer söyledikleri egemenlerin kabulleri ve söyledikleriyle çakışmıyorsa, olup bitenler “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kapsamına girmez. Örneğin; savaş… Yerine göre, binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanın katline sebep olan savaşlar, neden, “insanlık suçu” kapsamında değerlendirilmez ve o savaşların karar vericileri ve uygulayıcıları “insanlık karşıtı suçlar”dan yargılanmaz? Ki savaş, yalnızca, uçakların, tankların ölüm kusması, topların, bombaların patlaması, kan ve kurşun sesleri değildir. Aksine açlığın, işsizliğin, yoksulluğun varlığı ve bunun sürdürülmesi de bir savaştır. Bundan beslenmek de… Hadi; salgın hastalıkları, açlığı, kısa bir süre de olsa, bırakın bir yana… Yaşama hakkına rağmen, toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk koşullarında, bebeklerin, çocukların temiz su bile içemeden ölmesidir.     

Ne var ki en büyük hukuksuzluklardan, en büyük vahşetlerden biri olan savaşın bile sözüm ona hukukunu yapan egemenler, onu hukuksal ve toplumsal düzeyde meşrulaştırmışlardır. Hem de “savaş suçları” diye bir kategori oluşturarak…  Elbette bu meşrulaştırma yalnızca günümüzün sorunu değildir. Tarihsel bir gerçekliktir. Dün dinsel saikler ve söylemler bu meşruluğun dayanağı ve güdüleyicisiyken, günümüzde hukuk, uluslararası hukuk en önemli araç olmaktadır. Hukukun ve yasaların genelliği ve biçimselliği kimseyi yanıltmasın. Çünkü o ulusal ve uluslararası düzeyde, genelliği ve biçimselliğinin aksine her daim egemenin egemenliğini koruyup sürdürmesinin en önemli meşruluk araçlarından biridir. Yeri ve zamanı geldiğinde onu yapanlar, kendi yaptıklarını kendileri çiğnemekten hiç de geri durmazlar. Çünkü yenilmedikleri sürece bu yaptıklarından dolayı onları yargılayacak birileri yoktur. Hatta bazı durumlarda yenildiklerinde bile…

“İnsanlık”, “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” kavramları da nelik ve gerçeklik düzeyinde, egemenlerin bu genel tutumundan nasibini almaktadır. Uluslararası düzlemden yerele inildikçe, kavramların kapsamlarına ilişkin belirlemelerde siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabuller öne çıkmaktadır. Örneğin; bir insanlık suçu sayılan soykırım, hem uluslararası sözleşmelerde hem de TCK’da “ulusal (milli), etnik, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla işlenen fiillerden meydana gelmektedir.”3 Doç. Dr. Faruk Turhan’a göre, “Bu sayım sınırlıdır.” Çünkü “sosyal, siyasi, ekonomik veya benzer gruplar soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil edilmemiştir.” (aynı yer). Keza “dinsiz gruplar” da “soykırım suçuyla korunan gruplara dâhil değildir.” Neden? Dinsizlerin ya da egemenler ve toplum çoğunluğunca kabul görmeyen siyasi grupların soykırıma uğratılmak da dâhil, katli vacip midir? Bu gruplar “insanlık” kavramının kapsamına girmemekte midir? Bu grupların mensupları insan değil midir?

İşte söz konusu kavramlara ilişkin ortaya çıkan sorunlardan biri de budur: İnsan nedir? İnsanlık nedir? Hukuki anlamda tanımlama ne olursa olsun, insan da insanlık da içerisinde yaşanan koşullara, bu koşulların değişimine ve buradan hareketle de toplumsal grupların ve bireylerin, siyasal, ideolojik, dinsel, vb. kabullerine göre değişmektedir. Bu bağlamda bireylerin ve grupların karşılarındaki kişilere yönelik değerlendirme, yaklaşım ve eylemleri de bir anda farklılaşabilmektedir. Genelde hâlâ insan olarak değerlendirseler bile, değişen koşullar ve kabuller temelinde, birilerince atfedilen ya da kendilerinin atfettikleri nitelikler belirleyici olmakta ve bunun doğrultusunda, kendileri gibi olmayanların, yerine ve duruma göre her türlü muameleye maruz bırakılmalarında herhangi bir sakınca görmemektedirler. Dahası bunu meşru bir hak olarak değerlendirebilmektedirler. Eğer tüm insanlar için bunun aksi geçerli olsaydı, Sivas’ta insanlar nasıl yakılabilirdi? Ruanda’da yüzbinlerce insan üç-dört ay içinde nasıl katledilebilirdi? Kahramanmaraş’ta inançlarından ve siyasi düşüncelerinden dolayı insanlar nasıl öldürülebilirdi? Ama yakıldılar, öldürüldüler, katledildiler. Peki; neden? Peki; kimler tarafından?

Ötekileştirme ve Tehdit Algısı

“İnsanlık suçu” ve “insanlığa karşı suçlar” kavramları ne denli problemli ve yerine göre ne denli muğlak olsa da, bunların kapsamındaki fiillere maruz kalan, maruz bırakılan bireyler ya da topluluklar öncelikle ötekileştirilenlerdir. Elbette yalnızca ötekileştirilmemekte, aynı zamanda, ötekileştirenlerce kendi varlıklarına yönelik tehdit olarak algılanmaktadırlar. Öyle bir tehdit algılaması ki, ötekileştirileni ortadan kaldırmayı, yerinden yurdundan etmeyi, vacip, mubah ve meşru gösterecek denli yaşamsal öneme sahip. Böylesi güçlü bir algılamanın temelindeki kabullerin de en az eylemin kendisi kadar yaşamsal olması gerek.

Ötekileştirmenin ve ötekileştirilmenin nesnel ve öznel etmenleri dikkate alındığında, sorunun, onu kavramlaştırmak kadar basit olmadığını fark etmek mümkün... Çünkü felsefi ve teorik boyutta, düşünsel olarak, öteki, ötekileştirme ve ötekileştirilme üzerine önermeler kurmak, bunları temellendirmek fazlaca bir sorun yaratmaz. Ancak yaşanan gerçeklik söz konusu olduğunda aynı durum geçerli değildir.

Bunun temel nedeni, ötekileştirmenin ya da ötekileştirilmenin dünya-evrensel anlamda var olan, ekonomik-sosyal-siyasal varlık koşullarıdır. Yaşanan toplumsal eşitsizliğin de nedeni olan bu koşulları görüp algılayamayan ve dolayısıyla bunları değiştirip dönüştürmeye yönelemeyen tek tek bireyler ya da gruplar ise var olan durumun sorumlusu olarak kendisi gibi olmayanları ya da kendisine ‘düşman’ olarak, öteki olarak işaret edilenleri görmektedir. Bu algı bireylerde belirginleşip toplumsal gruplar nezdinde genelleştirildikçe her şey kuvveden fiile dönüşmeye hazır demektir.

Böylesi dönemlerde bir yanda ‘biz’ vardır, diğer yanda da ‘öteki’ ya da ‘ötekiler’. ‘Öteki’ ise bazen ‘biz’le aynı dinden olmayandır; bazen aynı dinden olsa da aynı mezhepten olmayan… Bazen ‘biz’le aynı dili konuşmayandır, bazen derisinin rengi ‘biz’den farklı olan… Bazen ayrı etnik kökene sahip olandır, bazen ‘biz’den farklı giyinen, düşünen, söyleyen, eyleyen… Bazen aynı etnik kökenden, aynı ulustan olsa da farklı düşünen, farklı inanca sahip olandır. Bazen de yalnızca gözünün üstündeki kaşı eğri olan... Abarttığımı düşünüyorsunuz belki de… Ama bu konuda yargınızı vermeden önce, Ruanda’da yaşananları aktaran iki filmi izlemenizi öneririm. Biri Hotel Ruanda, diğeri ise Kara Nisan… Hatta, “Kelebekler Zamanı”nı da…

Yanılsama, bireylerin ve toplumsal grupların bilinçlerinden taşıp eylemlerine yön veren maddi bir güce dönüştüğünde, gerçekliğe ve hakikate galebe çalmaya başlar. Ve sözüm ona mutlu son, gökyüzünü kuyunun ağzı kadar sanan, kuyunun dibindeki kurbağaların, düne kadar birlikte yaşadıkları ama kendilerinden farklı olanları, her türlü şiddeti kullanarak temizlemesi, sindirmesi, yerinden, yurdundan etmesiyle gerçekleşir. Zincirlerinden boşanmış ve kutsanmış bir şiddet, cinnet ve vahşetle… Ötekileştirilmiş olanların yakılmış, öldürülmüş, katledilmiş cansız bedenleri, tecavüz edilmiş kadınları, yıkımları, sürgünleri, yersiz yurtsuz bırakılışlarıyla kazanıldığı sanılan kutsal bir zafer ve uzaklaştırılan tehdit algısı…

Oysa toplumsal eşitsizliğin varlık koşulları ortadan kaldırılmadığı sürece, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, ideolojik, vb. boyutlarıyla öteki hiç bitmez. Tehdit algısı hiç ortadan kalkmaz. Dahası ötekileştirilene ve tehdit algısına ilişkin yanılsamaları besleyip güçlendiren, bu yanılsamayı kutsalın kundağına beleyip büyüten her türden milliyetçilikler, her türden dinsel temelli siyasal ideolojiler ve dahi dinler gibi… Bu koşullar altında bir kısır döngünün sarmalında savrulur durur insan… Bir gün fiilin failiyken bir başka gün benzer bir fiilin failinin kurbanı… İlinek insanın makûs talihidir bu… Çünkü ilinek insanın sığınağı dinlerdir, dinsel temelli siyasal ideolojiler ve milliyetçiliklerdir. Bunların silahı ve gücüyse ilinek insan… Birbirlerini üretip duran yanılsamalarla hayat bulup yanılsamalarla kötürümleşen insanlar ve ideolojiler… Ne hazin… Biri her şeyi kendi rengine boyamaya çalışıyor, birileri de tek bir renkle gökkuşağı çizebileceğine inanıyor hâlâ…     

“İnsanlık Suçu”nun Faili Devlet Değildir

İlinek insan, kendi değerini kendinden başlatmayan, aksine değerini kendi dışındaki bir varlıkla ilintisi temelinde kuran ve belirleyen insandır. Bu varlık, kimine göre Tanrıdır / Allah’tır ve onunla ilişkisi temelinde dindir. Kimine göre, devlettir, örgüttür. Kimine göre statüdür; kendisine verilmiş bir statü ya da statü sahibi birileriyle ilişkilenme hali. Kimine göre etnik ya da ulusal aidiyet ve onunla özdeşleşme. Kimilerine göre de bunların hepsi ya da bir kısmı.

İlinek insan, aklını bunların önceliği temelinde kullanır. Aklını, bilinçli ya da bilinçsizce bunların ipoteğine verir.  Onun düşünüş, söyleyiş ve eyleyişine yön veren kendi dışındaki varlıklardır.  Ne kendisinin ne de karşısındakinin değerini kendisinden başlatır. Aksine bunları belirleyen, bireyin dışında olan ve onun olumlu ya da olumsuz anlamda değer atfettiği varlıklardır. Bundan dolayı karşısındaki kişiyi değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip bir insan olarak görmez. Tıpkı kendisi gibi…

İlinek insan, aklını hizmetine sunduğu kendi dışındaki varlıkların kararlarını sorgulamaz. Onun için, bu varlıkların, kurumların, kişilerin, emirleri, yasakları, günahları, sevapları sorgu sual gerektirmez. İlinek insan mensubiyet duygu ve düşünceleri içinde kendisi gibi olanlarla, kendisi gibi olmayanlara karşı akıntıya kapılıp gitmeye hazırdır. Yeter ki çekip çevirmeye hazır çoban olsun. Sürü bilincini içselleştirmiş tipik bir kişidir ilinek insan. O; Sivas’ta kendisi gibi olmayanları ateşe verip yakan Müslümandır. O; 6/7 Eylül’de Demokrat Parti ve şürekâsının tezgâhına kendini kaptırıp başta Rumlar olmak üzere, azınlıklara ait her şeyi talan eden, yakan yıkan, hatta kadınlarına tecavüz eden, Müslüman ve Türk’tür. O; Kahramanmaraş’ta Alevileri ve solcuları katleden, ülkücü, milliyetçi, faşist, Müslüman’dır. O; tarihte Türkçe’yi ilk devlet dili ilan eden Karaman Devleti’ni ve halkını katleden, kadınlarına tecavüz eden, Osmanlı’nın medar-ı iftiharı, muzaffer askeri, Müslüman-Osmanlı’dır. Velhasıl o, tarihin her döneminde, ötekileştirilenlerin “ak mintanlarına kılıcının kanını silen”, bilinçli ya da bilinçsizce efendileri için öldürürken kahraman, ölürken şehit olacağına inanandır.     

Tüm katliamlarda, savaşlarda insan vardır, öncelikle de ilinek insan. Ama buna rağmen, tüm katliamların, tüm soykırımların, tüm işkencelerin, tüm “insanlık suç”larının ve “insanlığa karşı suçlar”ın sorumlusu olarak ilan edilenler ise devletler ve günah keçisine dönüştürülen örgütlerdir. Oysa devletler de örgütler de suç işlemez. Ne hukuki, ne etik, ne de ahlaki anlamda. Çünkü devletlerin de örgütlerin de ahlakı yoktur. Bunların hiçbiri ahlaki eylemde bulunmaz, etik ilişki kurmaz. Bunların hiçbirinin etiği de hukuku da yoktur. Onlara ilişkin var olduğu yanılsamasına neden olan hukuku belirleyen de etik kuralları oluşturan da insanlardır. Ve bunlar doğrultusunda sormadan sorgulamadan eyleyen, “ne yapayım kurallar, yasalar böyle” diyenler ise konumları ve sıfatları ne olursa olsun ilinek insanlardır.

Saiki ne olursa olursun, ahlaki ve hukuki anlamda ilinek insanın rolünü ve etkisini sorgulamayan ya da dışarıda bırakanlar için, başlangıçta “İnsanlık suçu” ya da “İnsanlığa karşı suçlar” kavramı, devletin insanlara yönelik giriştiği insanlık dışı eylemlerine atıf yapılarak belirtilen bir kavram niteliği taşımıştır. Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın ilanına kadar bu kavram, devletlerin kendi azınlıklarına karşı yürüttüğü insanlık dışı faaliyetleri ifade etmek için kullanılmıştır.”4

Burada temel kabul, eylem yapanın devlet olduğudur. Devlet’in, akıl sahibi bir varlık olarak düşünen, söyleyen, eyleyen, planlayıp buyuran, sevk ve idare eden, vb. bir özne olduğu yaklaşımı ve anlayışı belirleyicidir. Oysa devlet, kendisine atfedilen değer ve nitelikler ne olursa olsun, bir özne değil, aksine yalnızca uzlaşımsal kurumlardan biridir. İnsana dışsal olan tüm toplumsal kurumlar gibi, ahlaki, hukuki eylemlerden, etik ilişkiden aridir. Eylemden ari, yani eylemeyen, söylemeyen kurumların, bir başka deyişle öznelik vasfı olmayanın, herhangi bir sorumluluğu da yoktur. Dolayısıyla, tarihin hiçbir döneminde, yapılan eylemlere ilişkin, devlet ya da örgüt kararından söz edilemez. Alınan her kararın ve o kararlara istinaden yapılan ya da yapılmayan her eylemin ahlaki ve hukuki anlamda yegâne sorumluluğu, “şu” diye gösterilen insana aittir. Bilinçli ya da bilinçsizce kendi dışındaki kurum ya da varlıklara atfettiği değer ya da değerlerle kendini onunla özdeşleştiren, onun ilineğine dönüştüren insana…

 Devletle ilişkilenişleri ya da bir eylem karşısında devlete ilişkin pozisyonları ne denli farklı ve karşıt olursa olsun, bazı insanların “Devlet için yaptım.” deyişleriyle, bazılarının da “Sorumlu devlettir. Devlet hesabını versin! Devlet hesap sorsun!” deyişleri arasında ilinekleşme açısından bir fark yoktur. Saikleri ve kaygıları, hareket noktaları ve beklentileri ne olursa olsun, her iki yaklaşım da insanın kendini, kendi dışında var olan ve olumlu ya da olumsuz anlamda yücelttiği bir varlık karşısında ilinekleştirmesinin ifadesidir. Tıpkı herhangi bir eylemin cezalandırılmasında işin Allah’a / Tanrı’ya havale edilmesinde olduğu gibi… Tıpkı karar yanlış bile olsa “Şeriatın kestiği parmak acımaz” yaklaşımında olduğu gibi… Bu yaklaşım ve anlayış, bir yanıyla olaylar ve durumlar karşısında kişinin kendini paranteze alarak, değerleri yeniden değerlendirmesine engel olurken; diğer yandan da hem kendini hem de doğrudan ya da dolaylı ilişkide bulunduğu kişiyi değeri ve değerleriyle bütünsel bir varlık olarak kavramasına engel olmaktadır. Bu da kaçınılmazdır. Çünkü farkında olsun ya da olmasın, kendini paranteze alan her kişi, aslında insanı paranteze almaktadır.

“İnsanlık suçu”nu yeniden tanımlamak

“İnsanlık suçu”nu, “insanlığa karşı suçlar”ı,  hiçbir boyutta insanı paranteze almadan, ahlaki ve hukuki sorumluluğu bağlamında yeniden tanımlamak gerek. Buradaki hareket noktası da, değeri ve değerleriyle insan ve insan hakları olmalı.  

Elbette, toplumsal eşitsizliğin, insanın insanı sömürüsünün ve tahakkümün, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel vb. düzeylerde yeniden yeniden üretildiği koşullar altında, sınıf sıfatsız bir demokrasi ve sınıf sıfatsız bir insan haklarından söz etmek, nelik ve gerçeklik ilişkisi söz konusu olduğunda, bir yanılsamadır. Ne var ki teorik ve biçimsel olan, genelliği kapsamında bu ayrımı örter, bunun bilince çıkmasının, çıkarılmasının önünde ideolojik bir perde oluşturur. Ancak, genelliğine rağmen felsefeyi, “teorideki sınıf savaşı” olarak niteleyen Althusser’in sözünü unutmadan ve yanılmayı ve eleştirel bir tartışmayı göze alarak, nelik ve gerçeklik ilişkisini de göz ardı etmeden yeni bir tanımlama yapmak, yeni bir tanımlama girişiminde bulunmak mümkün.

Buradan hareketle; resmi görevli veya sivil kişi ve toplulukların, resmi otoritenin ya da gayri resmi grupların yönlendirmesiyle, saikleri ne olursa olsun, kasıtlı ve sistematik olarak, bir bireyin ya da insan topluluğunun, sosyal, siyasal, ekonomik, vb. temel insan haklarını ortadan kaldırmaya, bunların kullanılmasını engellemeye, onların yaşamsal varlığını yok etmeye yönelen, kişi bütünlüklerine zarar veren her türlü eylemi bir insanlık suçudur. Dolayısıyla, “insanlığa karşı suçlar”ın dayanağı ve referans kaynağı da insan haklarıdır. Suçun faili ve yegâne sorumlusu da kasıtlı ve sistematik eylemin, öncesinde ve sonrasında doğrudan ve dolaylı olarak parçası olan insandır, insanlardır.  

“İnsanlık suçu”nun, insan hakları, değeri ve değerleriyle kişi bütünlüğüne sahip insan temelinde belirlenmesi, işsiz bırakmaktan herhangi bir sosyal güvenceden yoksun ve sigortasız çalıştırmaya, anadilinde eğitim öğrenim hakkına engel olmaktan soykırım, tehcir, işkence, tecavüz, vb. eylemlere dek her şeyi kapsamına alır. Elbette bu geniş bir çerçeve ve kapsam olarak değerlendirilebilir. Ve elbette bu egemenlerin masa başındaki temsilcilerince kabul görmeyebilir. Çünkü suç tanımının yapıldığı yerde ceza da vardır.

Ceza söz konusu olduğunda, kasıt ve sistematiklik temelinde suçun insanlık ya da “insanlığa karşı” olma vasfı dikkate alındığında, bir eylem silsile yoluyla eylemin doğrudan ve dolaylı faillerini de sorumluluk altına sokar. Bu durumda ceza, yalnızca yakalanan ya da günah keçisi ilan edilen failler için değil; aksine, istihbaratı eksik yapandan, bilgi ve belgeleri, delilleri eksik toplayan, karartan gizleyen, yok eden; elindeki bilgileri doğru değerlendirmeyen savcı ve yargıca, faili saklayandan kasıtlı olarak onu yakalamayana, kararı alandan onu uygulayana, vb. dek süreçle ilintili herkes için geçerli ve kapsayıcı olur. Ki bu durumda, hiç kimsenin “Emir böyleydi. Ben emri uyguladım!” ya da “Ben kuralı uyguladım. Yasada ne yazıyorsa onu yaptım.” diyerek işin içinden sıyrılması, sorumluluktan ve dolayısıyla cezadan kurtulması söz konusu değildir. Keza, onlarca insanın öldürülmesinden, katledilmesinden sonra, kamera karşısına geçip, “Yanlış istihbarat! Bir hata olmuş. Ölenlerin ailelerine tazminat ödenecektir!” diyerek bir insanlık suçunun bedelini tüm toplumun üzerine yıkması da söz konusu olamaz. Çünkü böylesi bir açıklama ve girişim, en hafifinden hem öldürme kararını verenleri, hem de sorgusuz sualsiz kararı uygulayanları koruyup kollamak ve onlarla suç ortaklığı yapmaktır. Dahası, bir insanlık suçunun doğrudan ya da dolaylı, aktif ya da pasif faili oluşun itirafıdır.

Ne var ki, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan; kendini bile değeri ve değerleriyle bütünsel olarak değerlendirmekten yoksun olan ilinek insan, statüsü ne olursa olsun, bunun üzerine gitmez, gidemez. Çünkü o “insanlık suçu”nun da yukarıdaki yeniden tanımlama bağlamındaki içerik belirlenmesini de kabul etmez, edemez.

Oysa bir insanlık suçu karşısında, sorumluları korumaya, olayı kapatmaya, geçiştirmeye yönelik açıklamalar yapan bir yetkili, nasıl ki bu işin doğrudan ya da dolaylı failiyse, bu açıklamaları yapana yönelik dava açmayan, onu yargılamaya yönelmeyen savcı ve yargıçlar da eylemin ilintili failine dönüşür. Hukukun öncelikle usul olduğu ileri sürülerek, hukukun biçimselliğinin ardına sığınarak buna karşı çıkmak mümkün olsa da bu ne gerçekliği değiştirir ne de insanı sorumluluktan kurtarır. Aksine yalnızca hakikatin üstüne bir parça daha toprak savurup yanılsamaları güçlendirmeye yarar. İdeolojik körlüğü arttırır. İdeolojik körlerin sayısının arttığı yerde de, gözlerini kendi gözleri kılabilenlerin sayısı azalır.   

Sonuç olarak; ilinek insanı üreten toplumsal yapı ve anlayışlar var olduğu ve onu üreten toplumsal koşullar ortadan kaldırılmadığı sürece, şu ya da bu ölçüde “insanlık suçu”, “insanlığa karşı suçlar” yok olmayacaktır. Keza, ekonomik, sosyal, siyasal, dinsel, cinsel, vb. boyutlarıyla insanın insanı sömürüsüne ve tahakkümüne dayanan ve bunları yeniden yeniden üreten koşullar dünya-evrensel düzeyde varlığını koruduğu sürece de…

Bundan dolayıdır ki, “İnsanlık suçu”nu “İnsanlığa karşı suçlar”ı top yekûn “asar-ı atika müzesi”ne göndermenin yolu, hem ilinek insandan hem de onu üreten koşullardan kurtulmaktan ve her ikisine karşı da sistemli bir örgütlenme ve mücadeleden geçmektedir. Ve bu mücadele ve örgütlenme de söylendiği kadar basit ve kolay değildir. Aksine kararlılık ve sabırla, düşünce, söylem ve davranış düzeyinde etik bir tutarlılıkla sürdürülen meşakkatli, özverili bir mücadeleyi gerektirmektedir.  Ancak, dünyayı değiştirip dönüştürmek, yeni bir dünya yaratmak isteyenlerin de başka seçeneği yoktur. Elbette, egemene teslim olup, değerleri yeniden değerlendirme bilincinden yoksun olan ilinek insanlar güruhunun safına geçmeyi seçmeyenler için… Elbette, gökkuşağı çizmeyi, gökyüzünü tek bir renge boyamaya indirgemeyenler, kendilerini bu yanılsamaya kaptırmayanlar için… Elbette, aklını ve bilincini birilerinin ipoteğine vermeyi, ideolojik körlüğü seçmeyen ve hâlâ gözlerini kendi gözleri kılmaktan vazgeçmeyenler için…         

                                                                                      17 Haziran 2012







* Felsefe Öğretmeni; http://atalaygirgin.blogspot.com
1 http://sorular.rightsagenda.org/soru-cevap/?g=7, İnsan Hakları Gündemi Derneği. İlgili paragrafın tamamı: "İnsanlığa Karşı Suçlar" kavramı 19. yüzyılın ortasında ortaya çıkmıştır. Bu tür suçların ilk örnekleri Birinci Dünya Savaşının sonunda görülmesine rağmen, 1945'deki Nürnberg Mahkemesi Şartı'na kadar uluslararası bir belgede toplanmadılar. Nürnberg Şartı'nda tanımlandığı haliyle İnsanlığa Karşı Suçlar, takip eden yıllarda BM Genel Kurulu tarafından uluslararası hukukun bir parçası olarak tanındı ve Eski Yugoslavya ve Ruanda için Uluslararası Ceza Mahkemeleri Statüleri de dahil olmak üzere, daha sonraki pek çok uluslararası belgede kapsamı belirlendi. Ancak Uluslararası Ceza Mahkemesi'ni kuran Roma Statüsü, 17 Temmuz 1998'de kabul edildiğinde İnsanlığa Karşı Suçlar ilk kez uluslararası bir antlaşmada tanımlanmış oldular. 
Statü, insanlığa karşı suçları, sıradan suçlardan sahip olduğu yargılama yetkisinden dolayı üç biçimde ayırır:
Birincisi, insanlığa karşı suçlar başlığı altında işlenen cinayet gibi suç oluşturan eylemler, "geniş ölçekli ve sistematik bir saldırının parçası olarak işlenmiş" olmak zorundadır. Bununla birlikte, buradaki saldırı kelimesi askeri bir saldırı anlamında algılanmamalıdır. Sınır dışı etmek ve zorla yerinden etmek gibi kanunları ve idari önlemleri de kapsayabilir.
İkincisi, eylemler "sivil bir nüfusa karşı yöneltilmek" zorundadır. İnsanlığa karşı suç düzeyine yükselmeyen tek başına, izole, ayrı ya da rasgele eylemler bu sıfatla kovuşturulamaz. Sivil nüfusun arasında çok az sayıdaki askerin varlığı, onları sivil karakterlerinden mahrum etmek için yeterli değildir.
Üçüncüsü, eylemler "bir Devlet ya da organizasyonla ilgili politikaya" uygun bir şekilde gerçekleştirilmiş olmak zorundadır. Bu yüzden, suçlar bizzat devlet görevlileri ya da onların kontrolündeki kişilerin teşvik ettiği eylemler yoluyla ya da onların ittifakı veya rızasıyla işlenebilir, örneğin ölüm mangaları gibi1.
İnsanlığa karşı suçlar, aynı zamanda hükümetle hiçbir bağlantısı bulunmayan, asi gruplar ya da silahlı muhalif örgütler gibi organizasyonların politikalarına uygun olarak da işlenebilir.
2 Türkçe Sözlük, Soykırım maddesi, sy, 1797, 10. Baskı.
3  Doç. Dr. Faruk Turhan, “Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Uluslararası Suçlar” makalesi.
4 Dr.Ezeli Azarkan, Uluslararası Hukukta İnsanlığa Karşı Suçlar, başlıklı makale, sf. 1.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder